Kur'ân'ı Kutsarken Ona Yabancılaşmak

03 Mart 2014

“Kendilerine verdiğimiz kitabı, layık olduğu şekilde okuyup izleyenler var ya, işte onu tasdik edenler onlardır.” (Bakara, 2/121.)

Kur’ân, getirdiği dünya görüşü ile milletimizin tarihsel yürüyüşünde, kültür ve medeniyetinde temel belirleyici olmuştur. Son iki asırda toplumumuzun Kur’ân kaynaklı bir kısım değer ve pratikleri tartışma alanına çekilmiştir. Hatta bunlardan bazıları toplumsal hayatta eski etkisini kaybetmiştir. Bununla beraber Kur’ân, en genel anlamda Türk toplumunun ortak değerlerinden biri olma vasfını hâlâ sürdürmektedir.

Pratik hayatında insanımız Kur’ân’ın bazı emir ve yasaklarını yerine getirmese de, değişik vesilelerle onun kutsiyetinden ve bereketinden faydalanmayı ummaktadır. Manalarını anlamasa da onu tilavet ederek Yaratıcı’ya yaklaşmayı, O’nun rızasına ermeyi arzulamaktadır. Bazı sure ve ayetleri tekrarlayarak musibetlerden korunacağına, dertlerine çare bulacağına inanmaktadır. Bu anlamda Kur'ân-ı Kerîm adeta bir dua kitabı işlevi görmektedir. Türk toplumunun Kur’ân’a karşı olan saygısı, bazen onun maddi varlığı bağlamında ayrı bir boyut kazanır. Bu saygı, onun içerdiği emir ve buyruklara saygıdan bağımsız bir hâl alır. Hatta talep ettiği hayat tarzıyla çelişen kuru, ruhsuz bir niteliğe dahi bürünebilir. Böylece insanlar onun buyruklarını yerine getirmese de onu yüceltmeye devam ederler.

Toplumumuzda Kur’ân’a olan saygı biraz da korku ile karışık bir özellik ortaya koyar. Çünkü insanlar yemin ederken “Kur’ân çarpsın” ifadesini kullanırlar. Getirdiği dünya görüşüyle rahmet ve şifa kaynağı olan Kur’ân’a böyle bir anlam nasıl yüklenmiştir? Bu, dikkat çekici bir sorudur. Millet olarak biz, Kur’ân’a sıradan bir kitap muamelesi yapmayız. Genelde o, bir mahfaza içerisinde tutulur. Ele alındığında öpüp başa konulur. Bir yere taşınırken gelişigüzel hareket edilmez. Belden aşağıya sarkıtılmaz. Hele hele yere konması onun kutsiyetiyle hiç de bağdaştırılmaz.

Burada şu çelişkiye dikkat çekmek gerekir: Kur’ân’la olan ilişkide bir taraftan onun maddi varlığını yüceltmiş; diğer taraftan ise insanlar onun muhtevasına yabancılaşmışlardır. Dolayısıyla o anlaşılan, üzerinde akıl yürütülen bir kitap olmaktan gittikçe uzaklaşmıştır. Bu anlayış, günümüzde belirli ölçüde değişse de hâlâ hem halk kesiminde hem de dinî eğitim ve hizmet kurumlarında varlığını sürdürmektedir. Oysa bizim için önemli olan, bizzat Kur’ân’ın bu konudaki yaklaşımıdır. İnsanları muhatap alırken, amaç ve metodunun ne olduğudur?

Bilindiği gibi Kur’ân’ın temel yöntemi, insanın bütün anlama ve idrak vasıtalarını harekete geçirmektir. (Kâf, 50/37) Müslüman şahsiyeti inşa ve ihya etmeyi gaye edinen bir kitaptan bundan başkası da beklenemezdi. Kur’ân’ı anlamaya, onun üzerinde inceden inceye düşünmeye davet eden onlarca ayeti burada zikretmek mümkündür. (bk. Nisa, 4/82; Muhammed, 47/24; Sad, 37/28)

İşin garip tarafı şudur ki, aklı ve kalbi harekete geçirmeye bu denli önem veren bu ilahî kelamın, anlaşılmasının hâlâ ikinci plana itilmesi ve buna gereken önemin verilmemesidir. Bu, günümüzde sahip olduğumuz meal ve tefsir imkânları düşünüldüğünde, Kur’ân adına talihsiz bir gidişat ve izahı mümkün olmayan bir durumdur. Bu yaklaşımın, Kur’ân’ın hidayetinden Müslümanların istenilen şekilde istifade etmelerini engellediği açıktır. Yine bu hâlleriyle Müslümanların geleceğe yürümeleri ne kadar mümkündür? Öyle ya, medeniyet kaynağı olan bu ilahî kelam üzerine yoğunlaşmadan İslam medeniyeti yeniden nasıl inşa edilecektir? Bilgi ve düşünce üretiminde yarışın olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Böyle bir vasatta Kur’ân’ı anlamadan ona dayalı bir düşünce iklimini üretmek ne derece mümkündür?

Merhum Nurettin Topçu şöyle der: “Kur’ân’ı çok okuyor ve az düşünüyoruz. Büyük kitap, bir musiki güftesi midir? Ne münasebet! Onu karşılayacak kalbimiz mi yok? Buna da inanılmaz… Neden Türk çocuğu, düşünen dünyanın ortasında ve muazzam bir hikmet hazinesinin başında manayı bırakır da iskelete bağlanır?” (Nurettin Topçu, Yarınki Türkiye, Dergâh, İstanbul 2010, 60)

Kur’ân’la kuracağımız ilişki, onun rahmet dünyasına yabancılaşmamız sonucunu doğurmamalıdır. Dolayısıyla Müslümanlar Kur’ân’ı ibret nazarıyla okuyup anlamalılar. Aksi takdirde büyük buluşmanın, huzur-ı ilahîde hesap vermenin vahametini idrak edemeyeceklerdir. Ölüm sonrasında kendilerini bekleyen olağanüstü güzel ve çekici cennetleri göremeyeceklerdir.

Kur’ân’la ilgili bahsedilen yaklaşım tarzı, sonraki dönemlerde oluşmuştur. Çünkü ashabın onunla olan ilişkisi kabukla değil özle; zarfla değil mazrufla; lafızla değil muhteva ile ilgiliydi. Mushaf’ın maddi varlığı onlar için ne salt bir araştırma objesi, ne de sadece bir sanat vesilesi veya kutsama nesnesi idi. Onların bütün meselesi anlamak ve yaşamak; işitmek ve itaat etmekti. Allah’ın boyası ile boyanmak, vahyin rengini almak esas gayeleri idi. (bk. Bakara, 2/138)

Kur’ân’la kuracağımız ilişki, onun rahmet dünyasına yabancılaşmamız sonucunu doğurmamalıdır. Dolayısıyla Müslümanlar Kur’ân’ı ibret nazarıyla okuyup anlamalılar. Aksi takdirde büyük buluşmanın, huzur-ı ilahîde hesap vermenin vahametini idrak edemeyeceklerdir. (bk. Müzzemmil, 73/17) Ölüm sonrasında kendilerini bekleyen, aklın ve hayalin almayacağı olağanüstü güzel ve çekici cennetleri göremeyeceklerdir. Yine insanları bekleyen uykuları kaçıran türden korkutucu ve belalı cehennem hayatını yeterince fark edemeyeceklerdir. (bk. Furkan, 25/12) Yine Kur’ân’ı anlamadan ve düşünmeden okumak, onun feyzinden ve ruhaniyetinden mahrumiyete sebep olmaktadır. Çünkü bu durumda ticaret, siyaset, sanat vb. alanlarda yapılan çalışmalar bir ibadet şuuru içerisinde yapılmamaktadır. Zira Kur’ân’ın ruh ve feyiz dolu ayetleri, insanların akıl ve duygularıyla buluşmamakta, dolayısıyla hayatlarına kendi renk ve desenini verememektedir.

Diğer taraftan Müslümanların, Kur’ân’ı öğüt almak maksadıyla okumamaları, ufuklarının daralmasına, idraklerinin körelmesine sebep olmaktadır. Dini sadece bazı emir ve yasaklar bütünü olarak algılamaktadırlar. Geçmişten geleceğe yüklendikleri büyük emanet ve sorumluluğu fark edemez hâle gelmektedirler. Hayatın ve varoluşun derin anlamını unutmaktadırlar. Çünkü Kur’ân’dan uzak bir hayat varlığa dar bir pencereden bakmakla eşdeğerdir.

Kur’ân’a yabancılaşmamak için onu hayata taşımamız gerekir. Bunun için de hayatın içinde ayetlerle ilişki kurabilecek bir vahiy kültürüne ihtiyacımız vardır. Mesela ticaret yapıyorsak, ticaret ve alışverişin Allah’ın zikrinden ve ibadetlerden alıkoymaması ayetini aklımızdan çıkarmamalıyız. (Nur, 24/37) Yine musibetlere maruz kaldığımız bir durumda “Andolsun ki biz sizi biraz korku ve açlık, mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle sınayacağız. Sabredenleri müjdele” (Bakara, 2/155) ayetini unutmamalıyız.

Hak ve adalet sorumluluğunun gittikçe unutulduğu bir dünyada “Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutun. Adaletle şahitlik eden kimseler olun” (Maide, 5/8) ikazını gerektiğinde hatırlayabilmeliyiz. Kin ve husumet duygularının depreştiği durumlarda ”Ey Rabbimiz! Bizi ve bizden önceki iman etmiş kardeşlerimizi bağışla; kalplerimizde iman edenlere karşı kötü bir düşünce ve duyguya yer bırakma” (Haşr, 59/10) ayetlerini terennüm edebilmeliyiz.