İnsanın nankörlüğünü yüzüne vurur bu satırlar. İnsanı kendisiyle yüzleştirir. Kendini yetiştirmemiş, ermemiş, olmamış insan benliği vahşi bir ata benzetilmiştir satırlarda. Vahşi, itaate olduğu kadar isyana da kabiliyetli, koşulmayı bekleyen birer hayvanı vardır her insanın...
Fakat surede, özellikle servet hırsına kapılmış insanın Rabbe karşı/ servet kullanımıyla ilgili hak ilkelere, ilkeliliğe karşı gelerek ortaya koyduğu vahşilikten bahsedilir.
Vahşilik tabiiliktir bir yanıyla. Fakat benlik, bu dokunulmamış yanına hiç yabancısı olmayan, vahşiliğini hiç te ürkütmeyecek olan, hatta potansiyel gücünü ilkeli bir duruşla besleyip amacına erdirecek, onu daha da tamamlayacak olan bir olgunluğa gebedir. Bu yetişmişlik, bu terbiye olmadığında yerini alacak vahşilik ise yıkıcıdır. Toz duman edicidir. Körcesine dalıcı ve yok edicidir. İşte bu yüzden “adiyat/ atlar” terbiye edilmelidir. Her insan kendi benlik atının terbiyecisi olabilmelidir. Ve her insan benliğini erdemin ilkelerine sürebilmelidir. Dörtnala ya da sekiz... Kendi hızınca... Kendi gücünce...
Surenin girişindeki tasvir vahşiliğin ta kendisidir.
Hiç bir kurala baş eğmeksizin oradan oraya bilinçsizce dalan ve aklına eseni, içinden geleni sonuçlarını hiç hesaba katmaksızın yapıp eden bir sınır tanımazlığı ancak vahşi bir at için söyleyebiliriz.
Düşünün... Her hangi bir gündesiniz. Her hangi bir anda... Bir kurulu düzen içinde, işlerin rayında ve kendi yolunda gittiği günlerden bir günü, bu günü içinde ağırlayan sakin bir mekanı, sakin ve huzurlu nabızlarla yaşıyorsunuz. İşyerinde işinize, okul sırasında öğretmeninize, yolda trafikte belki bir radyo programındaki şarkıya, tarlada ekiminize-dikiminize, kürsüde kitabınıza-hikmetinize odaklanmışsınız ve aniden, tozu dumana katan bir vahşilikle, bir at-araba-uçak sürüsü, filosu veya bir terör çetesi sizin bu dingin ve neşe içinde kendi yoluna düşmüş hayatınızı alt üst ediyor ve geride talan edilmiş, perişan edilmiş bir hayat bırakıyor. Her şeyinizi bir anda sıfırlıyor. Ne yaparsınız?
Hepimizin bir hayatı var. Kabul edelim. Başka her insanın, insanların birer hayatları var.
Hepimizin bir benliği var. Kabul edelim. Hatta her insanın bir “çift-e benliği” var.
Hepimizin içinde –sürüsünü, tohumlarını saklayan- sağlam, besili birer atı var. Nefsi, dürtüleri, güdüleri, arzuları, Adiyat’ı, atları var...
Ve kendini ilkelerle terbiye etmeyen, kendine ikna ve iman ile bir gem vurmayan her insan içinde vahşi birer at, hatta sınırlanamaz, önü alınamaz ihtiyaçları, istekleri, arzuları ile her an birer sürüye, sürülere çoğalabilecek at-lar besliyor.
İnsan kendisini ihtirasın vahşiliğine bırakır ve içindeki atlara bir ilke, bir gem vurma erdemini göstermezse, hayatının vahşi bir atın serseriliğine terkedilmiş bir meydana, bir savaş meydanına döndüğünü bizzat görecektir. Keşke görmese...
“Ooo!
Nefes nefese koşan binek atları, ateş saçan kıvılcımlar, sabah vakti akına koşan, böylece toz bulutları yükselten, körcesine bir ordunun içine dalan!” (Adiyat 1-6)
Sure kendine gem vurmamış bir benliği bir atla temsil eder. Vahşi bir atla. Senin içindeki atın senin benliğindir. Hayat biraz da “Sen mi ona bineceksin? O mu sana?” sorusunu cevaplamanın ta kendisidir. Ve aslında her at gibi nefs de itaate hazırdır. Ne var ki kendisine gem vurmamış, ikna etmemişse vahşileşecektir.
O artık isyana itaat eden bir attır. Hırslarından soluk soluğadır. Ateş kıvılcımları/ bir savaş saçmaktadır toynaklarından etrafına...
Sözgelimi günümüzün nefsleri, ihtiyaç tanımını yapamamaktadır. İhtiyaçları sınırsızdır. Sınırı çoktan geçtiği, bırakın kendi hayatını, başkalarının hayatlarını, çitlerini çoktan kırdığı bir noktadadır. Talan sınırsızlığında...
Temel ihtiyaçlarının sınırlarını çoktan geçmiş, temel lükslerinin sınırsızlığında oradan oraya tozu dumana katarken, başka insanların, başka hayatların en temel, en basit ihtiyaçlarını talan etmekte olduğunun farkında bile değildir. Farkında değildir dünyada körcesine ihtiraslarının peşinde deli atlar gibi koşan benlikler, sayısız insan nefsinin, sayısız başka “atlar”ın, ordular gibi kalabalık, sayısız insanın canına, kanına, terine, emeğine, kasasına, cüzdanına, ömrüne, zamanına, anına girdiğinin farkında bile değildir.
“Gerçek şu ki, insan Rabbine karşı çok nankördür; kendisi de buna şahittir. Çünkü servet hırsına kapılmıştır. Fakat bilmez mi ki ahiret günü herkes mezarından kalkıp dışarı çıktığında ve insanların kalplerinde gizli olan her şey ortaya döküldüğünde… İşte o gün Rableri her halinden haberdar olduğunu ona gösterecek olduğunu bilmiyor mu?” (Adiyat 6-11)
İnsan benliği bir savaş meydanıdır. Yenilmişse eğer kendine… Tutkuları onun asi atlarıdır. İhtirasları da… Toz duman hayatlarda.
Ve o savaş meydanında son anlarını yaşamaktadır insanlığı insanın... Başka değil, aslında yine sadece kendisidir ağır yaralı. Hayata sadece kendi çıkarı için, bencillikle Yaratıcısının/değerlerinin bir nankörü olarak kalktığında, tanık olacağı şey; gözü dönmüş bir kazanma hırsı ve başa çıkılamayan bir harcama tutkusu arasında paramparça olmuşluktan başka bir şey değildir.
Bir gün keyfinin mahmurluğundan değil, mezarlarından ayağa kalktıklarında ve o kalpler
gizli sol odacıklar, o sır küpçükleri bir bir kırılıp saçıldığında, her şey açığa çıkacaktır o günün olağanüstü ışığında. Her şey aydınlanacaktır, gün, yalnızca gerçeğin olduğunda.
Keşkeler ayaklanacak pişmanlığın isyanıyla! Anlamsız ihtirasların verilemeyecek hesabında…
Değer miydi bunlar için bir ömür? Değer miydi? Diyeceği...