“Gerçek şu ki insan fütursuzca yozlaşır. Ne zaman kendini yeterli görse. Oysa eninde sonunda rabbine dönecektir.”
İnsan kendini, kaderinin bağımsız olarak belirleyicisi zanneder ve Allah’a karşı kibirlenir. Hayat adına koymuş olduğu değerlerinin, ilkelerinin üstün bir güce karşı sorumluluğuyla bağlantılı olduğunu kabul etmeyerek kibirlenir.
İnsanın hayatını Yaratıcısından bağımsız olarak anlamlandırma yanılgısına düşmesi okumayışından kaynaklanıyor. Bütünüyle varlığa ve Kitab’a hakikati arayan gözlerle bakmayışından…
Hâlbuki kendine karşı, içinde bulunduğu topluma karşı ve yaşamını sürdürdüğü evrene karşı sorumludur. Fakat bütün bunların hepsi Yaratıcıya karşı sorumluluk başlığı altından doğar. Böyle bir üst başlık, diğer sorumlulukları gönüllü olarak kendi üstün idaresine bağlar.
Maddi her hangi bir varsıllığa dayanarak kendi kendini yeterli görme eğilimi; hayatını programlamada onu Yaratan’ın doğrularını, değerlerini, yaşam ölçülerini hiçe saymaya karşılık gelir. Yaratılmış olan bir varlığın cüreti, ona verilen iradeye, insan oluşuna bakılırsa olabilen fakat olmaması gerekendir.
Hayatımızı O’na danışmıyorsak, hayatımıza Allah’ı karıştırmıyorsak, benliğimizi ilahlaştırmışsak bu; sadece Kitab’ı değil, hiçbir şeyi gerçek anlamda okumadığımızı gösterir. Çünkü evreni de, hayatı da O yazdı ve O çizdi. Yazılı kitabın da, çizili evrenin de sahibi O! Bu nedenle değerlerini alacağı ve hayatını o değerlerle düzene koyacağı bu Kitap’ı okumalı insan.
Öncelikle ve sürekli okumalı. Anlamalı. Keşfetmeli…
“Eninde sonunda kendisine döneceğin bir Allah var” diyor, ilk satırlar bize. Evren de bunu her haliyle hatırlatıyor… Her ölümle, her yıkımla, gecenin, gündüzün üstüne örtünmesi ve günün ölümüyle bunu söylüyor...
Okunası kitapları okumayan, dahası anlayarak, hissederek, yaşamak amacıyla okumayan insan hatalarını çoğaltabilir.
Allah’ın değer yargılarını beğenmez, haksızca eleştirir, onlardaki ince hedefleri kavramaya tenezzül etmez ve o ilahi cümlelerdeki nadide özün farklı zaman ve mekânlara göre nasıl da dönüşebileceğini göremez, değişmeyen gerçeklere “eskilerin masalı” der ve kendisinin bunlardan daha iyisini oluşturacağını iddia eder. Oysa insanın Yaratan’ıyla kavga etmesine gerek yoktur. İnsan kendi akli gücünü, muhakeme yetisini, bilimsel çabasını onun için yazılmış bir Kitab’ı anlamakta kullansa her şey çok daha güzel olabilir. İnsan bunu yapabilse çatışmayı bırakır ve O’nun kudret elini tutarak güzellikle yaşayabilir evrende.
Fakat kimi iradeler anlaşmazlığı, çatışmayı seçiyor.
Gerçek anlamda okumamanın bir başka sonucu…
Belki de kimi aykırı fikirler, ideolojiler, ekoller, akımlar, dinler ya da semavi din içinde türeyen yanlış din algıları, biraz da bu nedenle, ilahi mesajın gerçek okumaları yapılmadığı için ortaya çıkıyor.
“Hiç düşündün mü?”
Allah, özellikle gözlem yapmamızı istiyor. Bu ifadeler tarihte olup bitmiş bir olayın tekrar tekrar incelenmesinin istenmesi, tarihi tecrübelerin her çağda karşımıza çıkacak ve yenilenecek örnek olaylar olduğu anlamına geliyor. Bu durumda, yaşanmış bitmiş bir olayı, değişen biçimler de olsa da aynı özüyle tekrar yaşayabileceğimizi anlıyoruz ve Kitab’ın satır aralarında yaşanan bu olayın benzerlerini gördüğümüzde kendi yaşayacaklarımızı olgunlukla karşılıyoruz. Nasıl düşünmemiz, nasıl bir tavır takınmamız gerektiği bilgisine önceden ulaşmış oluyoruz. Böylelikle bu öğütler geçmiş birer “masal” olma algısından kurtuluyor, yaşanası bir geleceğe dönüşüyor.
Düşündürücü bir olay bu. Düşünmelisin! Düşündüğün zaman bir olay mutlaka yaşama dair hazır tecrübeler çıkaracağın bir derstir sana.
Söz konusu olay, Muhammed (sav) ilk kez Mekke’nin ulusal tapınağı olan Kâbe’de namaz kılmak istediği zaman meydana gelir. Putperestler şehrin meydanında, tek tanrılı bir dinin görünmesine izin vermek istemezler. Çünkü kılınan namaz, tek Allah inancının birincil eylemi ve çok sayıdaki tanrıya saygısızlık olarak algılanır. Ayrıca politeizmin hâkim olduğu bu kültürde, bu “yeni” dinin sosyal alandaki tezahürü putperestlerin ileri gelenlerini son derece rahatsız eder. O akımın öncülerinden olan Ebu Cehil, Muhammed (sav)’i bu nedenle tehdit eder. O ve onun gibi düşünenler, dinin yalnızca bireyin hayatında kalmasını, sosyal hayatı belirlememesi gerektiğini savunurlar.
Fakat tarihi kayıtlara göre Muhammed (sav), birkaç inananla orada namaz kılarak, sosyal bir varlık olan insanın topluma rahatsızlık vermeden yaşam biçimini dış dünyaya taşıyabileceğini anlatmak istemiştir.
Sosyal hayata katılan din, onu dikkate alarak hayatını düzenlemek isteyen samimi kimselerce, onu benimsemeyen insanların hayatına müdahil olmadan ve kibirli bir gösteriye dönüşmeden yaşanabilir. Farklı kesimlerin zıtlaşmasına zemin hazırlayacağı korkusuyla inanç özgürlüklerinin kısıtlanması, belki de son derece normal şekilde yaşanacak dinî hayatı kimi zaman yapay bir gösteriye dönüştürür. Üstelik din, sadece kendisi ile sosyalleşmek isteyenlerin sosyal hayatlarına karışır. Bunu benimsemeyenlerin ne sosyal ne de özel hayatlarına müdahil değildir. Bu gerçeği belki de en başta bu dine bağlı olanların öğrenmesi gerekir. İnananlar, dinlerinin en başta yalnızca kendileri tarafından yaşanması gerektiği ile ilgilenmelidirler. Bu edeptir.
Elbette mutlu olduğu bir yaşamı farklı şekillerle paylaşmak da ister insan.
“Hiç düşündün mü şu engellemeye kalkışanı.
Allah’ın bir kulunu namazdan?”
Çağlar boyu dinin yaşama dönüşmesi önünde engellerin olabileceğini bize haber veriyor bu ayetler. Şiddete dayalı olası engellemeler karşısında nasıl bir tavır sergilememiz gerektiğine dair ipuçları koyuyor önümüze. Bu, o döneme ait bir tablo olsa da aynı tabloyu yeniden ve daha güçlü ortaya koyabilecek türde anlayışlar ve insanlar her dönemde olacaktır.
Kur’ân’da çizilen bu sahneler hareketli sahnelerdir. Tarih geçmiş gibi görünen bu yüzünde geleceğin ipuçlarını vermeye devam eder.
Bir yanda namazla veya herhangi başka bir eylemle, bunu bir gösteriye dönüştürmeksizin, sadece inancını yaşamaya çalışan samimi bir insan, alnını secdeye dayayan bir yürek, kutsalına saygıyı sergileyen bir sevgi var… Diğer yanda inanç özgürlüğünü hazmedemeyen, yaşam özgürlüğünü yalnızca kendisine layık gören, bencil, kibirli, kutsala saygısız, ilkesiz bir nefret var…
Farklı inanç ve görüşler elbette olacak. Yanlış olan tek şey, kendi tercihlerimizin tek doğru olduğunu iddia edip, başka insanlara bunları dayatmaktır.
Dayatmalar; din dışı yaşam biçimlerinde olduğu kadar, aynı dinin içinde yer alan birbirinden farklı anlayışlarda bile olabilmektedir. Mezhep kaynaklı savaşlar tarihin bu konuda utançla sahnelediği dayatmalardır.
“Hiç düşündün mü o doğru yolda mıdır? Ya da Allah’a karşı sorumluluk bilinciyle yüklü mü?”
Ayet, öncelikle o çağın engelleyeni Ebû Cehil’e ve çağlar boyunca herhangi bir insanı inancını yaşarken engelleyen herkese bir soru yöneltiyor. Bu soru belki de, insanların inançlarına karşı savaş açan şiddet yanlılarını düşünmeye çağırıyor. Bir insana, eylemlerinde art niyet arayarak veya o eylemlere başka başka anlamlar yükleyerek bir başka insanı inancını yaşamaktan alıkoymak yakışmıyor, deniliyor.
Engellediğin kişi ya saf ve samimi inancıyla bunu yapıyorsa denilerek farklı düşüncelere saygı göstermenin gerekliliği görüşüne davet ediliyor insan. Bu, inanma ve inandığını yaşama tamamıyla onun seçimidir. Senin için doğru olmasa bile, onun için doğrudur. Aynı düşünce, karşı taraf için de geçerlidir. Senin inançsızlığın ona hoş gelmese de, o da senin seçimine saygılı olmak zorundadır.
Aynı dünyada ancak böyle bir anlayışla insanca yaşanabilir, inanç kaynaklı anlaşmazlık sorunları en aza indirgenebilir. Aynı dünyayı ve hayatı güzellikle paylaşabilmenin ilk yolu, insanların birbirlerinin varlığına saygı duymayı öğrenmelerinden geçiyor.
“Hiç düşündün mü? Onun hakikati yalanlamayabileceğini ve sırtını gerçeğe dönmeyebileceğini?”
Öyle katı görüşlü insanlar vardır ki, saplandıkları fikirlerden asla sıyrılamazlar.
“O bilmez mi ki Allah her şeyi görür.”
İnancın olmadığı yerde ihsan bilinci de yoktur. İhsan, “Her ne kadar biz göremesek de O bizi görüyor” düşüncesiyle yaşamaktır. Bir anlamda hayat içinde Yaratıcının bakışlarıyla sürekli karşılaşma gibidir bu. Bu, sevgiyle olduğunda teşvik edici, sevgisini kaybetme korkusuyla yaşandığında hep daha iyi olmaya itici bir “bakışma”dır. Bir süre sonra O’nu “görür” hale gelir insan. İç bakışlarının renginde hep ilahi bir esinti vardır.
Kimileri ise hayatlarını, Allah’ın görmediği, duymadığı ve kayıt altına almadığı görüşü üzerine kurarlar. İnsan olma onuruna karşı kendini sorumlu hisseden ve olumsuzluklarını eleştirebilen yiğitliğe ise az rastlanır. Ve hiçbir insan sonuna kadar kendine güvenemez. İnsan kendini cezalandırması gerektiği yerde birden ödüllendirebilir de…
“Hayır, eğer vazgeçmezse onu alnından tutup sürükleyeceğiz!”
Alın onurun seyredildiği çatısıdır. Alnından tutup sürüklenmek; başkalarının tercihlerine karşı saygısızca davrananlara saygının yitirilmesi, saygısızlığı şiddete dönüştürdükleri zaman, sağduyu sahiplerince yadırganmaları ve dışlanmaları şeklinde başlar. Daha sonra aşağılanmışlık; bir süre çok değerli sanılan, kitleleri sürükleyen görüşlerin, bir gün değersiz, tercih edilmez hale getirilmesiyle de gerçekleşebilir.
Öte yandan bu ayet, bir inancın hayatın aslında kendisi olduğu, ister istemez davranışlara, alışkanlıklara, geleneklere ve kültüre dönüşeceği ve bunun son derece doğal bir şey olduğu fikrinin insanlığın ortak fikri olmasına çağırır. Bu nedenle de düşmanlığın değersiz bir yalnızlığa terk edilmesi gerekir.
Yine bu ayet, başkalarının kutsalına saygısızlık eğiliminin toplumsal kabullere konu olmayışı, zamanla sürüklenip gitmesi, yok oluşu, insanlığın ortak değerlerine onurlu katkılarda bulunmayışı, alınları yere eğdiren değersiz görüşlerinin olması ve yaşamlarının onursuzca olması şeklinde de yorumlanabilir.
Bu gibiler değerlerin altüst olduğu toplumlarda kendilerince bir saygınlık statüsünde olabilirler.
Ancak onlar, diğer yaşamda yaptıklarının karşılığını göreceklerdir. Zira onların, inananların onurlarını çiğnemeleri, herkesi kendilerinin inanmadığı gibi inanmamaya zorlamaları, kendi inanışlarını yüceltip başkalarının özel seçimlerini küçümsemeleri, namazı, kulluğu, dinin hayat oluşunu engellemeleri Rabbin hoşuna gitmiyor.
Allah onların, başka insanların hayat görüşlerini özgürce seçmelerine ve onurluca yaşamalarına karşı engelleyici tavırlarını insanlık dışı buluyor.
“O yalancı, isyankâr alnından! Bırak, kendi aklının asılsız, düzmece tavsiyelerini yardımına çağırsın.
O zaman biz de semavi azap güçlerini çağırırız!”
Böyleleri yeryüzünde egemen güçler olabilirler. Sahip oldukları güçleri, kendileri gibi yaşamayanlara karşı azap etmek için kullanabilirler. Allah, inananlara moral veriyor ve inandıkları gibi yaşamaları gerektiği düşüncesini perçinliyor.
Bir zaman geleceğini ve bu yapılan yanlışlara bir dur denileceğini bildiriyor. O gün geldiğinde, o şiddet ve baskı yanlıları kendi fikirdaşlarını, destekçilerini çağırabilirlerse çağırsınlar, diyor. Tam anlamıyla bir meydan okumanın olduğu bu ayette, ahirette gerçekleşecek olan cezalandırma sahnesi hatırlatılarak inananlara yapılan engellemelerin karşılıksız kalmayacağına dair bir güven veriliyor.
Burada bahsedilen semavi azap güçleri, henüz dünya yaşamındayken ilahi ilkelerin her zaman diğer ilkelere üstün gelişiyle, hakikatin ezici gücüyle de açıklanabilir. Fakat gerçek güçlü Allah’tır. İnanacak bir tanrı olarak Kendisi’ni seçmeyenlere karşı bunca özgürlüğü yaşatan yine O’dur. Daha fazla ileri giden şiddet yanlılarına karşı O da göksel azap güçlerini kullanabilir.
“Hayır, ona kulak verme!”
Aldırma, etkisi altına girerek ilkelerinden, yaşamından, dinini bir yaşam biçimi olarak algılamaktan ve yaşamaktan vazgeçme!
“Ama secde et/ Allah’ın huzurunda yere kapan!”
Sen özgür bir kul olmaya, yalnızca Allah’ın ilkelerine tutunup yalnızca O’nun karşısında secdeye kapanmaya devam et. Kişiliğini sağlamlaştır.
“Ve O’na yak(ın)laş!”
Secde, kulun Rabbine en yakın duruşudur. Rükû kabulse, onaylamaksa ilahi değerleri, secde, onaylanan ilkeleri uygulamaktır. Kulluğun öz biçimidir. Herhangi bir ibadeti, bir emri uygulamak, bir iyilik, bir güzellik yapmak da secde halidir. Alın secdeden kalktığı halde, gerçek bir kullukla hep secde halinde yaşanabilir.