Kur'ân Yolculuğu: Asr Suresi

14 Kasım 2013

Kurân’da kimi surelerin kendilerine has sükûtları olduğu kadar, kendilerine has sesleri de vardır. Sure; bir konuyu ele alan belli bir okuma bölümü, ele aldığı konunun tabii sesinden adeta ilahi bir beste yapar. Bir sahil sesi, bir dalga çırpıntısı, bir kuş sürüsü kadar doğal hayat sesleri gibidir bu Kitab’ın sesleri. Kevser suresinden bir ırmak akar durur mesela. Sonsuz iyilik ve güzellik ırmağı… Asr suresinden de sanki -tik tak tik tak- sesleri gelir. Kıyamete kurulu dünya, ölüme kurulu insan derken, zamandan dem vurur bu sure. Geçiyor, der. Fanisin, der. Bir kalanı olsun ister insanın. Ona kalıcı olandan bahseder.

Asr suresi, sonlu olanı/insanı sonsuzluğa hazırlamak için gelen küçük bir saattir.

Çünkü zamanın içindeyken onu düşünmemiz zor. Fark etmemiz... Farkında olarak değerlendirmemiz… Belki insanı zamanın dışına çıkarmak gibidir, Asr suresi. Dışına çıkıp bir bakmak: Nasıl geçiyor? Geçerken insan da geçip gidiyor mu? Yoksa değerlendirerek kalabiliyor mu?

Asr suresi, insana tanınan özel zamanı/ömrü anlamlandırır. Ömrü başarmanın yollarını bir bir çizer. Yol açılır. Gerisi insana kalmıştır. Önce adımlar, sonra belki kanatlar…

Sureye başlarken “Asra andolsun!” cümlesiyle zamanın dilimlerinden biri, insan ömrü kadar olanı anılarak, geçip giden zamanın ardından bakakalan insana, zaman geçmeden ömrüne bir bakmasını, kalan zamanına bir göz gezdirmesini söyler.

Sonra “İnsan hüsrandadır…” ayetiyle önce bir hüzün koyar hayata. Bu üzüntüye muhakkak çıkar yollar açar hemen sonrasında.

“Ancak iman eder, inancını yaşar, yaşadığı doğruluğu paylaşır/ tavsiye eder/önerir ve bir de sabırla/dirençle sürdürürse başka...” diyerek...

Bu düşüncelerle insana eğer ömrünü doğru değerlendirmiyorsa kesinlikle ziyanda olduğunu, hüsranda olduğunu hatırlatır. Yaratan ve yaşatan Allah’a göre hüsran; ömrün amaçsız, yani anlamsızlığıdır. Gelişi güzel geçip gitmesidir. Ne iman, ne imanı yaşamak, ne yaşadığın doğruluğu çevreyle paylaşmak, ne de doğru bir hayatta direnmek/sabır göstermek… Hayatında hiçbiri olmayan insan, hiç tartışmasız tam bir mutsuzluktadır.

Ne yazık ki insan zamanın arkasından bakakalır çoğunlukla. Ele avuca sığmadığı gibi, elleri nasırlaştırıp belleri büken bir güçtür o. Bir zaman minik eller oyuncak oynuyorken, birden bire baston tutan buruşmuş ellere dönüşür. Herkes o bildik; bir varmış bir yokmuş masalını tekrarlar durur. 

Ya hatıralarda takılıp kalır çokları ya da gelecek kaygılarıyla anı es geçer. Anlar değerlendirilmediği sürece küser gider insana…

Göğe asılı doğal saatleri, birbirini kovalayan gecesi ve gündüzüyle yolunu alırken zamanı tutabilmek önce onu fark etmekten geçer. Kim bilir böylece onun boş yere geçip gitmesi engellenebilir. Değerlendirilerek daha da artırılır.


Asr/ ikindi vakti güneşin solgun bir halde dağa/beton kente yaslanışı, koca bir ömür bitip giderken yaşanan gecikmişliğin resmidir. 

Fark edildikçe yavaşlar. Ve durup bekler belki farkındalığa karşılık… Artar.

Asr/ ikindi vakti güneşin solgun bir halde dağa/beton kente yaslanışı, koca bir ömür bitip giderken yaşanan gecikmişliğin resmidir. 

İlkesizliklerin mutsuzluğunu yaşayabilecek kadar uzun/bol değil yaşam. İdeal ilkelerin peşine düşürmeli insan yıllarını.

Hayatı başarmanın altın kuralları buradadır. Asr suresinde:

Her şeyden önce insan, kendine inanan, kendi içinde tutarlı bir imanla Tek Olan’a bağlansa…

İçinde inkâr edemeyeceği o boşluğu en büyükle doldurarak işe başlasa.

Zoraki bağımlı değil, içtenlikle bağlı olsa. 

İnandığı gibi de bir güzel yaşasa, söylemini eylese, dilini hallese, yaşadığı güzellikleri paylaşarak, onları en güzel üsluplarla başka hayatlara da taşısa/özgür kabullere sunsa, bir de bütün bunları dayanışarak, omuz omuza, elele, safiyetin safında ve sabırla/ödünsüz bir direngenlik içinde yapabilse…

Ah!
Yapabilse…
Gerçek mutluluğu/felahı yakalayacak! Hüsranın aksine.