Kur'ân Yolculuğu: Hümeze Suresi

07 Şubat 2014

“Hutame’sini arıyor olmalı kusur arayan...”

Sure hayat/ gün içinde sürekli düşülen yanılgılara, deyim yerindeyse ‘gündelik günahlar’a değinir. Kimi günahlar sıradanlaştırılır. Sürekli tekrarlandığı için alışılagelmiş bir günün duyarsızlığında bir süre sonra kötü görülmemeye, hatta yapılmadığı zaman bir eksiklik hissetmeye kadar bile vardırılabilir. İşte sure bu hataların farkındalığına dikkat çekiyor. Kur’ân zikr/ hatırlatma işlevini, bilmediğimizi değil belki, unutuverdiklerimizi hatırlatarak yeniden fark ediş ve silkinişimizi gerçekleştirmemizi sağlıyor. Anlayarak okunulduğu her zaman...


“Vay haline iftira atanın ve ayıp-kusur arayanın!”

Kişisel olgunluğa bir türlü erişemeyen insanın düştüğü açmazlardan biri de, en başta kendini olgunlaştırmakla sorumluyken, şu memnun olmayı hiç başaramayan eleştirel gözünü, hep başkalarına dikip sürekli kusur araması değil mi? Kendisini sözüyle, eylemiyle görünmeyen bir kenara çekip, kendini kendinden bile saklayıp, kendinden başka herkesi irdelemeye ayrılmış bir göz ve hiç bir şeyi beğenmeyen, susmayan bir ağız... Hep bir kötü hava başındadır, işini çok ciddiye almış gerçek veya hayali kusurlar araştırma genel sorumlusudur. Sanki...

Kusur düşkünü bir şaşkın.

Şöyle: kendisi tam, mükemmel bir ölçüdür ve başka herkes haliyle hep ama hep eksik ve elbette ona kıyasla değerlendirilmelidir.  

Bu kusur meraklıları karalama, iftira gibi onur incitici insanlık suçlarıyla kusursuz bir azap için didiniyor olabilir.

Oysa “kusura bakılmaz.” Çünkü kusur bakılası bir şey değildir ki. Ayrıca bazen kusur bir güzelliktir. İnsana da yakışır. Kusurlu yaratılmış olana. Tıpkı bir gamze gibi... Yüz kaslarının kısalığı bir güzellik, bir gamze olarak nasıl ortaya çıkmışsa, insan da kusurlarıyla güzel olabilir. Meğerki kusurunda kusursuzluğuna oranla bir dengesizlik söz konusu olmasın. Meğerki elinden geldiğince kusursuzluğa çabalamasın...

“Vay haline o kişinin ki, serveti biriktirir ve onu bir kalkan sayar, zanneder ki serveti onu sonsuza dek yaşatacak!”

Bir de servetiyle kendini bir kenara ayıranlar var.

Servet elde etmenin -neredeyse- dini bir gereklilik olduğuna kendini ve etrafını inandırıp bu iddianın sözüm ona manevi havasında, servet yığmaktan diğer bütün sorumluluklarını ihmal edenler... Hayırhah bir meşhuriyetin/ meşhurluğun ardına saklananlar.

Sonra da servetine güvenerek ahlaki ilkeleri hiçe sayma cüretini gösterenler… Servetine yaslanıp yukarıda Hakk’a, İlahi Mahkeme’ye, dürüst erke, hukuka, aşağıda halka, kamuya, vicdana karşı tahakküm sevdası içinde olanlar. Diledikleri gibi hesapsız yaşayıp, başka herkesin ve her şeyin kendilerine hesap vermek zorunda olduğunu sananlar. Servetiyle kuralsız bir hayatı satın alabilenler...

Böyleleri adeta kuralsız ve sorumsuzluğun sözüm ona vergisini verecek güçte sandığı için herkesin gözü önünde insanlığını ve hayatını cayır cayır yakabiliyor. Ki asıl ateş görünmeden, için için yakandır. Hakiki bir ateş görücüye çıkmaz. Büyük bir yanılgı olmasına rağmen ve hemen çoğu insanla birebir konuştuğunuzda, -maddiyatın hiç(!) önemli olmadığı asıl önemli olanın iç güzellik, mana olduğuna- dair klişe vaazlar duyduğumuz halde, hayatın gerçek işleyişinde bunun kolayca, söylendiği kadar kabul gören bir hakikat olmadığını iyi biliriz.

Sadece çok servet sahibi olanlar değildir bu günaha düşenler. Maddi değerler dininin, yani hayatta yalnızca maddi değerlerin bir değeri olduğuna inanan ve bu inançla geliştirilen bir yaşam biçimi içerisinde olan herkes bu günahkârlığa bulaşıyor. Bu yanılgı her çağın bilindik yanılgısıdır.

İnsan manevi ilkelere, hep maddi bir değere yaslanarak arkalanıyor. Arkasında bir servet yığıntısı, bir erk, statü, kariyer olunca günaha yüzleniyor. Bu en basit bir kademenin daha alt kademesine karşı tutumunda bile açığa çıkabiliyor. Kusuru sorgulanamaz duruma geçer geçmez, şımarıklığa, başkalarına karşı kusur sorgusuna, tahakküme yöneliyor.

Servetine yaslanıp yukarıda Hakk’a, İlahi Mahkeme’ye, dürüst erke, hukuka, aşağıda halka, kamuya, vicdana karşı tahakküm sevdası içinde olanlar. Diledikleri gibi hesapsız yaşayıp, başka herkesin ve her şeyin kendilerine hesap vermek zorunda olduğunu sananlar. Servetiyle kuralsız bir hayatı satın alabilenler...

Ya serveti ebedi değilse/ondan önce ölürse?

Ya da ölümüne dek bile olsa onu bu suç ortaklığında yarı yolda bırakırsa? Ki ölüm yolun sonu değildir. Yolun yarısıdır daha...

Ah tek dayanağı, o biricik serveti! Ah o kadar da güvendiği ihaneti! Ne o?

“Hayır, tersine, öteki dünyada Hutame’ye terk edilecektir o!
Bilir misin nedir Hutame/o çökerten azap? Allah tarafından tutuşturulan bir ateş, günahkâr kalplerin üstünde yükselen. Üzerlerine salınacak bir ateş, sonsuz sütunlar arasında...”

Yoksa gizlisinde ruhsal bir çöküntüyle daha şimdiden terk etmeye başladı mı onu sonsuz azaba! İçin için yanmaya başladı mı sol yanında bir ateş... Keder ve pişmanlıklar ateşi.

Sonu yok bu gidişin, bu kusur aramanın, bu iftiraların, yalanların, incitmelerin. Bunu malı bile biliyor.

Sorumsuzluk, asıl intikamını sonsuzluğa saklıyor.

Pişmanlıkla tutuşan derin acılara yürüdükçe zaman…   

Umutsuzluk ve yokluk saracak her yanını…