İnsanlığını sağ bırakmak…
Kabul et; içinde “ayrılık ne vakit” düşüncesi olmadan hiçbir kavuşma yaşamadın. Doğman bir ayrılıktı. Ölmen başka bir ayrılık… Yaşadığın hayat içinde bin bir ayrılık.
Kabul et; için için ertesi günün yorgunluklarını hesaplamadığın, şöyle tam bir dinlenme zamanı geçirmedin.
Kabul et; yaşadığın her sevincin içinde ya yanaklarına, ya içine içine akan gözyaşların vardı.
Oturup hesaplasan, sen de anlarsın bu dünyanın hüzün dünyası olduğunu. Ve kendin kalkıp gitmeye yeltenirsin daha şimdiden. Yaşamayı, sabahları kalkmayı, işe koşmayı, heyecanlı ve telaşlı akşamları hemen arkanda bırakmayı istersin; toplamda karşına çıkan acıyı, zahmeti bir anlasan. Benliğine teklifsiz yerleşmiş o insan olma yükününün, bütün yükleri ezip geçen ağırlığını görsen, görsen ne ağır bir hamallıkla dolaştığını, şu dünyada yaşamak istemezsin. Bütün bunları iyice anladığın zamanlarda hayatın kapısını çarpıp çekip gitmeyi, bildiğin ölmeyi istersin.
Yani sen “zahmetli bir çaba ile Rabbine doğru yönelmektesin.”
“Öyleyse ey insan ‘sen mademki zahmetli bir çaba ile Rabbine yönelmektesin’ sonunda mutlaka O'na kavuşacaksın!” (6)
Yaşadığın hayatını özetle şimdi gözlerinin önünde.
Özgeçmişini değil, geçmemiş özünü hayalle.
Sicilin; soyut kimliğin, içten içe tutturduğun yol nedir, o yol senin üstüne yürüdüğünde…
Şu koca ömürde ne kadar güldün bir düşün. Hiçbir şeyi umursamadan kaç kahkaha atmışsındır ki… Dinlenmeden daha çok yoruldun. Hep erkenden kalktın. Uykulu uykusuz işe güce daldın. Üzgün de olsan, hasta da olsan çalıştın durdun. Emek verdin. Çabaladın. Bir yudum çayı, kahveyi saadetten saymadan evvel bütün gün didindin ve gündüzlerini çalışarak geçirdin. Hepsi bir yana o ağırlığı; o yükü taşıdın. İnsan olmanın/ olamamanın yükünü. Ona bağlı bir dizi sorumlulukları. Görevleri. Hep yapman gerekenlerin listesi vardı. Hep zihinsel bir telaşın... Bir yandan yaptıklarını doğru yapıp yapmadığın endişesi. Henüz bir türlü yapamadıklarının ağrısı. Başarılarından sonra gelen yeni sorumluluklar. Üstünlüğün o iki kat, üç kat sorumluluğu. İhtiyaçlarının yükü.
Velhasıl şu dünyada uykudan çok uyanık kaldın. Dinlenmekten çok yoruldun. Ekmek elden su gölden, anne karnında ve birkaç yıl kucaktaki rahattan sonra hep bir zahmet içinde yaşadın. Zahmete doğdun. Zahmetten öldün. Keyiften çok kederdi hissettiğin. Gülüp eğlenmeden çok bildiğin hüznü yaşadın. Güldünse de hiçbir kaygın olmaksızın sıfır hüzünle, tam bir kedersizlikle hiç gülmedin kabul et.
Bir şeyler olacak! Hep böyle gitmeyecek, gitmez bu hayat. Gitmemeli.
“Gökyüzü parçalara ayrıldığında, tabiatı gereği Rabbine boyun eğdiğinde. Ve yeryüzü dümdüz hale getirildiğinde… Ve içindeki her şeyi dışarı atarak tamamen boşaldığında, tabiatı gereği Rabbine boyun eğerek. Öyleyse, ey insan -sen mademki zahmetli bir çaba ile Rabbine yönelmektesin- sonunda mutlaka O'na kavuşacaksın! ”(1-6)
Yaşadığımız mekân, dünya; ülkeleri, şehirleri, medeniyetleri, uygarlıkları, arka sokakları, meydanları, köyleri, bağları, bahçeleriyle bütün gerçekliğini kaybettiğinde. Sabahsız bir akşam olduğunda. Akşamsız bir sabah veya… Bilinmez. Mekân ayaklarımızdan kayıp gittiğinde. Zaman başka bir boyuta geçmek için durdurulduğunda… Yepyeni bir hayat başladığında. Sonumuz geldiğinde ve o ikinci ömrümüz gelip çattığında… Şu yaşamakta olduğun ilk ömrünün özü, özeti, kısa öyküleri, romanı eline geçecek. Saman altın. Hasır altın. Sen içindeki sen. Kendini okuduğun, o herkesten saklı derinin, gerçekte ne olduğun, aslında’n, esasın ortaya çıkacak.
Saklandığın kendinden ortana çıkacaksın. Yüreğin meydan olacak. Aklın açığa çıkacak. Düşünün, düşüncelerinin kökeni. Kaynadığın özün ayan beyan olacak. Belki kendin bile ilk kez kendini bu kadar bütünüyle görmüş olacaksın. Kendin bile ilk kez kendinle, derininle, gerçeğinle tanışmış olacaksın.
Sicilini belki sağından, teşekküre karşı bir teşekkürle, bir onurla; belki solundan, dönmek istemeyeceğin kadar kötü bir hayattan, dipsiz bir pişmanlıktan alacaksın.
Olacak hep bunlar.
“Sicili sağ eline verilecek olan kimse zamanı geldiğinde kolay bir hesaba çekilecektir ve kendi görüş ve anlayışındaki insanlara sevinçle dönebilecektir.” (7-9)
O zoru başarabilme ihtimali ve imkânındasın şu an.
Ve eğer başardıysan, sicilin; “olmayı” başarabildiğin insanlık karnen, dürüstlüğünün üstün belgesi sana sağından verilecek. Sağduyun seni sağından; olgun düşünüşlü, nitelikli, kaliteli, ehil, yetkin, donanımlı, hep olumlu, pozitif, iyilik ve güzellik için enerji dolu olman, erdemli olmaya üşenmeyişin, hatalarını fark edişin, hep daha iyi olmaya azmin, zor da olsa hep yokuş tırmanışın, yorgunluklardan belinin çatırdadığı ama ruhunun keyifli olduğu o bitmek bilmez çabaların, benliğinin derinindeki ince işçiliğin, sonra çıkıp kendi içinden toplumsal duyarlılıkla, açlara; karnı açlara bir tas çorba, kalbi açlara biraz hikmeti paylaşman, hakiki doygunluklardan dağıtıp durman, gönüllü elçiliklerin… Bencilce bir kenara çekilemeyişin, tatil bilmezliğin, durmayı tatmamışlığın, hep iyilik ve güzellik olsun, yeter ki herkes birbirine saygılı, özgürce ve insanca yaşasın diye çabalamaların…
Bütün bunlar seni sağından tutup kaldıracak bu dünyanın ayak altından. Sağduyulu yaşamanın güzel sonucuna varacaksın: Cennete! Muhakkak nitelikli ve insana yakışan doğal bir konfor içinde yaşamaya geçeceksin.
Öyleyse şimdi çekiyor olduğun bunca zahmete iyi bir amaç, kaliteli bir anlam koy da boşa yaşamamış ol! Mademki yorulmadasın, boşa yorulmamış olasın. “Bir zahmet” anlamlı bir son için yaşamış olasın.
“Sicili arkasından verilecek olan ise, zamanı geldiğinde tamamıyla yok olmak için yalvaracak. Ama yakıcı ateşe atılacaktır. Bakın, o adam, [yeryüzündeki hayatında] kendi görüş ve anlayışındaki insanlar arasında keyifle yaşadı. Çünkü hiçbir zaman Allah'a döneceğini düşünmedi.” (10-15)
Tam aksi insanlık karnen çok düşük olabilir. Hay aksi; bütün hayatın boşa gidebilir. Kimbilir bencilce sadece kendini yedirip içirmeye, mutlu edip güldürmeye çalışmış olabilirsin. Hiç etrafına bakmamış, başını gönlünü hiç ç/evren için yormamış olabilirsin. Sözgelimi senden hayata çıkan öz evladını varlığının kaynağı ile hiç tanıştırmamış olabilirsin. Karnını doyurmuş, kalbini yoksul kılmış olabilirsin. Onun hayatına hiçbir amaç ve anlam armağan etmemiş olabilirsin. Ki kendi hayatına da. Sözgelimi, yaşadığın hayatı sadece dünya telaşıyla tanımlamış ve salt bedensel ihtiyaçlarını karşılamak için oradan oraya koşturmak şeklindeki bir hayata hayat demiş olabilirsin. Ruhunu ötelemiş, yetim bırakmış, hakikatsizlikten ağlayıp sızlamalarını duydukça daha çok kazanma, yeme, içme, eğlenme, gülmelerle tıka basa doyurmaya, tıkındığın hazlarla zoraki ve geçici susturmaya çalışmış olabilirsin.
İnsanlık karneni çok düşürmüş olabilirsin. Kendine ve insanlığa bir değer katmak kaygısını hiç yaşamamış olabilirsin. Hatta onların emeğini, dürüstçe çabalamalarını, terlerini, iş güçlerini haksızca ç/almış bile olabilirsin. Mirası hak etmediğin kadar almış olabilirsin. Üretmeden tüketmeye; tüketmeye, sınırsız tüketmeye dalmış, kendini tüketmiş olabilirsin. Bomboş bir seksen yılla sonuna dayanmış olabilirsin. Bütün bir hayat sadece kendi keyfine bakmış olabilirsin. Mahallendeki bir kimsesizi gördüğün halde görmezlikten gelmiş olabilirsin. Olur ya başkasının hakkını gizlice almış veya açık açık ama kanununa, kitabına uydurarak çalmış olabilirsin.
Hayatın boyunca üstün bir gücün varlığını hiç konu edinmemiş olabilirsin. Bir defa bile olsa tam kalbinden “Allah!” dememiş olabilirsin. Desen bile bunu kendine itiraf edememiş olabilirsin. “Bir üstün güç var ve ben sorumluyum” diye aklından geçirmemiş, geçirsen de derininde gizleyip gün yüzüne, gündüzüne, akşamına çıkarmamış olabilirsin. İnsanlar haksızca ülkelerinden kovulup sana sığındıklarında onlara kem bakmış ve keyfini bozdukları için içten içe kin duymuş olabilirsin. Namazı ve namaz kılanları küçümsemiş olabilirsin. Veya namaz kıldığın için kendini üstün görmüş ve seçkin olduğun sanısıyla etrafına kibirlenmiş olabilirsin. Herkes günahkârdır da sen masumsundur ya hani. Öyle düşünmüş olabilirsin. Kendini cennetlik ilan edip herkese cehennemlik gözüyle, yanacak hayaliyle bakmış, gözden çıkarmış ve şımarmış olabilirsin. Her türlü maddi rahatlığa erişmek için kuralsızca kazanmayı sevmiş olabilirsin. İstemediği halde bir kadına arzularını dayatmış olabilirsin. Sorumsuzca ve kuralsızca yaşamış olabilirsin. Eşine, dostuna hayatı dar etmiş olabilirsin. Başkalarına emir yağdırırken, kendin Allah’ın emirlerini hiçe saymış olabilirsin. Cami cemaatini aşağılarken, kendine göre bir ilah bulup orda burda tapınmış, sorgusuz sualsiz sözünü tutmuş, bir dediğini iki etmeyerek adeta önünde secdeye varmış olabilirsin. Ya da “cami cemaati” olduğun için, başka hiçbir şey yapmasan da gösteriş diniyle kurtulacağını da sanmış olabilirsin.
Solun seni çağırmış olabilir hayatın boyunca. Dünyaya solundan kalkmış olabilirsin. Yani hakikate ters bakmış… Sevmemiş dosdoğru düşünmeyi, davranmayı… Olabilirsin. Hakikatin düşmanı, karşıtı, inkârcısı, kini bütün bir kindarı olabilirsin.
O vakit sicilini, görmek istemeyeceğin kadar arkanda bırakmak isteyeceksin bil ki…
Nerden oldum, hiç var olmasaydım, hiç yaşamasaydım diyecek kadar geçmişini orda bırakıp gitmek isteyebilirsin o vakit. Fakat artık sona gelinmiştir. Sonsuzluk sonuna.
Gidecek yeri yoktur ki insanın Allah’tan başka…
Sen ve O varsınız aslında sadece şu hayatta. Aslında başkaları hiç yoktu.
Sadece O’nu dikkate almalıydın başından beri.
Böyle bir kuralı var bunca günün sabahın, akşamın. Böyle bir gidişi var hayatların.
Ne olursa olsun adım adım o sona yaklaşıyorsun.
“İşte böylece, ey insanlar, siz adım adım ilerleyeceksiniz.” (10)