“Sorup araştırmak isteyen biri, öteki dünyada hakikati inkâr edenlerin başına başa gelecek azabı sorabilir. Bil ki hiçbir şey ona mani olamaz; çünkü o Allah'tan gelir, katına yükselmenin birçok yolu olan Allah’tan. Bütün melekler ve insana bahşedilmiş olan ilham O'na bir günde yükselir, uzunluğu elli bin yıl gibi süren bir günde. Bu nedenle, sen ey iman eden, bütün sıkıntılara sabırla katlan. Bak, insanlar o hesaba uzak bir şey olarak bakıyorlar, ama Biz onu yakın görüyoruz!” (1-7)
Zamanın işleyiş kuralları elbette zaman bağımlısı olanlar için geçerlidir. Sen ya da ben için. O yüzden zamanın tutuklusu olan insan sorar durur sonunu. “Ne zaman ne zaman?” diye. Geleceği sorar. Geleceği arar. Bir tutuklunun tahliyesini araması gibi... Belki de özgürlüğün yaklaşmasına üzülen tutuklunun tekidir kimbilir. Birgün bitecek olan şu dünya hayatına bağımlılık da olabilir bu. İnsanın böylesi bir tutukluluğu kanıksamış olma ihtimali yüksek. Gittikçe hapishanesine yerleşmesi, şiltesini ceviz ağacından oyarak imali, avluda gördüğü güneşi lambasına sığdırışı, hususi taşlar, işlemeli taraklar, çeşit çeşit “oyalanmalar, oyuncaklar” bulması, kalbine takıntılar takması, aklını zincirlemesi bunun mümkün olduğunu gösteriyor. Modernizmle kazık çakması buralara, paylaşmamak için dünyayı, insan kardeşlerini ve elbette her tür kardeşliği bir bir öldürmesi bunu gösteriyor. Duruma bakılırsa iyiden iyiye yerleştiği bu limandan ayrılık korkutuyor onu. Dünya hayatının hiç bitmesini istemediği için soruyor kıyameti.
İnsanın şimdiyi unutacak kadar geleceği araması ilginçtir. Hoş; nihai geleceği aramadığı da sadece ölüm öncesi geleceğe çılgınca hazırlanışından belli. Kıyameti sorar sormaz, cevabı öğrendikten hemen sonra hayalinde veya gerçeğinde en uzağa atmasından, hayatının gerçeğine o cevabı yansıtmayışından da belli.
“Ne zaman?” denildiğinde Hz. Peygamber’den aldığı cevap da onu içten içe kızdırmış olmalı: “Hazır mısın?”
Din, açık sözlüdür. Allah açık ve doğru sözlüdür. İnsanın arkasından iş çevirmez. Başka hayat biçimlerinde olduğu gibi sonradan çıkacak bir oyun, bir kurmaca değildir. Kitap açık ve anlaşılır biçimde dünyanın sonunun başka bir sonsuza açıldığını, o açılımın da ölümle olacağını söyler insana. Dolayısıyla “Şimdiden hazırlan!” der. Üstelik yaşanılan hayatın dışına çıkılarak yapılacak bir hazırlık değildir bu hazırlık. Bilinen hayatın bütün sorumluluklarının tek bir noktaya bağlandığı bir iman, onun yaşanılması için insana disiplin ve güç kaynağı olan belirli ibadetler ve bütünüyle hayata çıkacak, gün ışığında veya karanlıklarda, her zaman yaşanacak ahlaki bir sorumluluk. Bu, bütün mesele budur. Din açık sözlüdür. Allah insana oyun oynamaz. Oynarsa insan oynar. İnsanların uydurduğu dinler/ yaşam biçimleri bilinçli veya bilinçsiz oyunludur. Sıkıntılıdır.
Din, gelecek yakındır bilincini verir. Uzak görme der sana, bana o sonsuzu. Çünkü sen ölünce her şey bitecek. En azından senin için. Çünkü ben ölünce her şey bitecek. En azından benim için.
Sen hazırlan. Nasılsa bir gün son günün olacak.
“Yaşamını erteleme” der. Dürüstlüğü ve erdemliliği ıskalama. Geç şu hayatının başına. İnsan gibi yaşa. Öyle hiç bir yanın dışarıda kalmasın. Dürtünü, ihtiyaçlarını, isteklerini, arzularını al da gel. Bütünüyle gel. Neyin varsa hepsini ayrı ayrı ölçümle, belirle ilahi bakış açısı ve kurallarından. Korkma! Hayattan olmayacaksın bu dini yaşadığında. Ölümden de öyle korkmayacaksın, der. Sağlam bir söz bu! Ötesi var mı? Allah sözü.
“O’nun katına yükselmeye” hiçbir engelin yok. Sensin sana engel. Çekil kendinin önünden de varlık kaynağınla dost ol! O’nunla yakınlaşmak an meselesi. Zamansız ve mekânsız bir yakınlık bekler seni katında. Geleceğe hazırlık O’nunla bir olmaktır hem, bilesin...
Gök eriyip akacak, dağlar yerinden oynayacak, kimse kimseyi sormayacak, suçlu sırf kendisini kurtarmak için elinde olsa insanlığı harcayacak; çoluğunu çocuğunu, eşini, kardeşini, akrabasını rehin koyacak. Onu bekleyen alevleri; derinini yakan o pişmanlığı, kederi görünce...
O uzaklarda sanılan ateş özlüyor işte kimi insanları. Maddeye tapanları hele, çok özlüyor. Alevler doğuruyor, alevler büyütüyor cehennem onlar için.
“Ama hayır! Onu bekleyen tek şey alev saçan bir ateştir, derisini kavuran bir ateş! O, iyiye ve doğruya sırtını dönenleri ve hakikatten uzaklaşanları kendine çeker ve servet biriktirip, onu öteki insanların elinden alanları.” (15-18)
Ne var ki tatminsizdir insan. Hayata şöyle bir bakılırsa; en güzel mutluluklar, en üstün başarılar bile onu mutlu etmeye, uzun süren bir tatmin olmuşluğa götürmüyor.
“Gerçek şu ki insan tatminsiz bir tabiata sahiptir. Kural olarak, başına bir kötülük geldiği zaman sızlanmaya başlar, bir iyilik ile karşılaşınca da onu bencilce sahiplenip başka insanlardan uzak tutar.” (19-21)
Kalbin elleri büyük. Ruhun parmak uçları bucaksız. Doyumsuzluk var serde. Hiçbir şeyin tatmin etmeyişi, edemeyişi var. Doyacağım diye sarıldığı her şey zamanlı. Fani.
Kısıtlı bir süre için oynuyorsun onunla. Sonra kırıp atıyorsun. Ağlıyorsun. Başka bir oyuncağa sarılıyorsun. O da kırık çıkıyor. Veya yine sen kırılıyorsun. Şikayetci. Huysuz. Mızmız. Ağlak. Tatminsiz bir varlıksın.
Şöyle kırılmayan, darılmayan, çekip gitmeyen, bitmeyen, batmayan bir var yok mu?
Bir gün karşına sen çıkacak da sana ne olduğunu gösterecek! Sen kendin ruhun keşfettiği bir farkındalıkla, bir iç bilinçle nefsinin küçüklüğünü görecek ve tutup onu ellerinle büyüteceksin. Belki o vakit doyacaksın. Doymayı bileceksin. “Elhamdülillah” demeyi. İhtiyaç sınırlarını. Lüksün sınırsızlığına bir dur demeyi. İsteklerinin ve arzularının kısır döngü oyununa gelmemek için bilinçlenişini. Çok seçeneğin seçememek oluşunu. Çokluğun yokluk olduğunu. Tüketim hırsının tükeniş olduğunu. Bir gün öğreneceksin.
Yalnızca bir İlah’ın dininde dinlenmeyi. Yalnızca O’nun sevgisinde, insanlık için, halk için, çok uzaklardaki bir yoksul için veya aynı apartmandaki bir mutsuz için, yani Hakk-halk için bir şeyler yaparak dinlenebileceğini, uyuyabileceğini öğreneceksin.
Maddi açlıklar, ihtiyaçlar, lüksler, hazlar listesi hazırlayıp duran ve asıl doygunluğa ulaşamadığı için kendisiyle birlikte seni de, hayatını da paramparça eden o nefsin –var ya o kendin- nihayet o zaman “doydum” diyecek. “Şükür!”
İşte kalbin ve aklın doyum durakları. İşte hayatın sofrası... Kalbinin doyabileceği tek sofra budur:
“Ancak namazda bilinçli olarak Allah'a yönelenler böyle değildir ve namazlarında devamlı ve kararlı olanlar. Ve şunlar: malları üzerinde yardım isteyenlerin ve hayatın güzel şeylerinden yoksun bulunanlar gibi başkalarının da hak sahibi olduğunu kabul edenler ve Hesap Günü'nün geleceğini tasdik edenler ve Rablerinin azabına karşı korku ve saygı içinde bulunanlar... Zaten Rabbinin azabına karşı hiç kimse kendini tam bir güven içinde hissedemez.
Ve iffetlerine karşı duyarlı olanlar, eşleri dışında isteklerini frenleyenler (çünkü ancak o zaman hiçbir kınamaya uğramazlar ama o sınırın ötesine geçmek isteyenler, gerçek haddi aşanlardır), emanetlere ve ahidlerine riayet edenler ve şahitlik yaptıkları zaman kararlı duranlar ve namazlarını bütün dünyevî endişelerden uzak tutanlar. İşte bunlardır [cennet] bahçelerinde ağırlanacak olanlar!” (21-35)
Dedikodular, yalan haberler, gerçek gündemi saptıran gündemler, arsız ve yaygaracı reklam dünyası, çok ezberli ve özünü boğan biçimci veya özü öne çıkarırken şekilsiz şemalsiz kalan din, amaçsız, öğrenmemek için soran, vardığı noktada yan çizen felsefe, anlamsız edebiyat, faydasız ilim, kendini amaç edinmiş ve halktan, hakikatten kopuk sanatsal ve bilimsel oyunlar, oyalanmalar, siyasi entrikalar… Hepsi hepsi boş.
“O halde, bırak onları, kendilerine vaad edilen Hesap Günü ile karşılaşıncaya kadar boş konuşmalarla oyalansınlar ve kelimelerle oynayıp dursunlar. O Gün bir hedefe doğru yarışıyorlarmış gibi mezarlarından aceleyle fırlarlar. Gözleri düşmüş, zillete duçar bir vaziyette: işte onlara defalarca haber verilen Gün.” (42-44)