Kur'ân Yolculuğu: Mürselat Suresi

13 Kasım 2014

“Düşün bu mesajları, dalga dalga gönderilen... Ve sonra fırtına şiddetiyle patlayan! Düşün bu mesajları, hakikati dört bir yana yayan, böylece doğru ile eğriyi kesin şekilde ayıran. Ve sonra bir öğüt ve hatırlatmada bulunan, suçlardan arınmayı vaat eden veya bir uyarıda bulunan!” (1-6)

Dalgaları seyrederken, bir denizin nasıl bazen usul usul sana doğru geldiğini ve sonra gidip ayak hizasından nerdeyse baş hizası kadar uzaklara, senden aldığı her ne varsa yuyup da ortalarında, gerisin geriye, tertemiz getirdiğini düşün. Yeni devinimlerle, seni arıtmaya, sağaltmaya, hak edilmiş bir sükûnete karaya koymaya çabaladığını düşün.

Kur’ân’ın ayetlerini düşün. Dalgalanışı bir hayat düşüncesiyle. Gün içinde veya bir ömürde tekrarlanan hareketleri, olayları yorumlayarak sana gelişini, her dalganın farklı ve fakat bütün dalgalarıyla bir bütün olarak, büyük bir gaye, belirlenmiş anlamlı bir hedef için çırpınıp duruşunu Kitab’ın... Düşün. Gittikçe arındığını. Gittikçe sekinetin, bir şarkıda, bir insanda, bir dünya keyfinde, bir eğlencede bulamayacağın kadar içli, kendinden emin bir huzura erdirişini seni...

Erişilmez yücelikte olanın seni Kendi sözüne muhatap seçmesi, böyle sana seslenmesi ne iyi. Hayatına anlam katması... Erişmeni istiyor olmalı Yüceliğine... Gücün yettiğince O’nun anlam dediğine. O’nun değerlerine...

Bir dağın, ovasına, zirveye dolanabilmesi için yol açması, bir tepenin seni en aşağından kucaklayıp uçurması gibi. Bir ağacın bir kuşu dal ucunda keyifle ağırlaması gibi seni alıp kendi altından en üste; bir şey bilmezliğinden serapa hikmete, cahilliğinden bilgiye, bilgiden bilince, bilinçten nitelikli bir hayata kaldırması aşama aşama. Ne güzel! Bunu seni sıkmadan yapması. Seni beklemesi gün gün, kırka varışını, olgunlaşmanı bir ömür... Mızmızlanmalarını, değişmemek için ayak diremelerini, samimi başlayıp yozlaşmalarını, yarı yolda vazgeçişlerini, söz verip verip tutmamalarını sabırla karşılaması, hep iyi yanından kaldırıp kötü yanını görmezlikten gelişi... Hep umut içinde oluşu sana karşı. Zaaflarına rağmen erdemliliğinden çağırışı yanına... Ne iyi!

Böyle dalga dalga, tıpkı hayat gibi. Durağanlığı, kokuşmuşluğu bozarak, böylesine heyecanlı bir istikrarla kendini yenileyerek... Gelip üstüne üstüne toprağının, benliğinin, uslanmaz egonun kirini, çöpünü, alışkanlıklarını, hurafelerini, geleneklerini arıtarak gitmesi denizin, hikmetin, deryanın orta yerine. Ne iyi!

Sonra böyle böyle hazırladığı insana, bir de hakikati bütünleyerek söylemesi. Tümüyle ele alması. Dalga dalga getirdiğini bir süt liman okyanusta tamamlaması. O söylemese, insanı “e ne vakit söyleyecek ki?” diyecek kadar güzel yetiştirmesi.

Bir fırtına cesaretiyle silkelemesi bütün ruhları, insan yaşamını, tarihi, günü, geleceği. Hayat üstüne söylenmiş bütün sözleri bir çırpıda yere serpip hakikatiyle... Şimşek çakan güçlü uslubuyla.

Mesela insana “hayır” demeyi öğretmesi gibi. Mesela güçlü fikir dalgalarıyla haksızlığa öfkelendirmesi. Kişisel menfaatleri umursamayacak düzeyde ilkeli tutumu belletmesi bir benliğe ve  ne yapılacaksa yapılsın artık kararlılığıyla büyük değişimlere adım attırması.

Sükûnet için fırtınalar koparan halini düşün Kur’ân’ın. Yağmur oluşunu insanlığa...

Kalpten kalbe, akıldan akıla sürüp gitmesi asırlarca... İnsan zihninin sığlığına düşüp, derinlerine işlemesi yavaş yavaş. Yayılması evrene... Değiştirmesi, dönüştürmesi.

Doğruya eğriden ayrılmasını tenbihi, eğriye de, “bundan böyle” doğrunun yanında yöresine yaklaşmamasını emri. Doğruyla eğriyi ayırmasını düşün.

Düşün bu mesajı.

Öğüt sevmeyeni de seven bu öğüdü düşün... Firavun’a nezaketle gidişini... İnsana olan merhametini. Bir ananın çocuğuna gösterdiği şefkatine benzer biçimde insanı günahlarından çimdirmesini düşün.

Parça parça, tek tek sorunlarla ilgilenişini. İnsana olan emeğini. Hayata olan emeğini...

Sonra bütünüyle kavrayışı hayatı. Hayata toptan bir bakışla insana yardımı. Bir çırpıda toptan sarsması. Ve rayına oturtması kaderi, seçimleri, gidişatı, nedenleri, sonucu...

Böyle dalga dalga, tıpkı hayat gibi. Durağanlığı, kokuşmuşluğu bozarak, böylesine heyecanlı bir istikrarla kendini yenileyerek... Gelip üstüne üstüne toprağının, benliğinin, uslanmaz egonun kirini, çöpünü, alışkanlıklarını, hurafelerini, geleneklerini arıtarak gitmesi denizin, hikmetin, deryanın orta yerine. Ne iyi!

“Bakın bekleyip görün denilen her şey mutlaka gerçekleşecektir. Yıldızlar söndüğü zaman gerçekleşecek ve gök parçalandığı zaman ve dağlar toz gibi ufalandığı zaman ve bütün elçiler belirlenen bir vakitte toplanmaya çağırıldıkları zaman... Ne zaman gerçekleşecek bütün bunlar? Doğruyu yanlıştan Ayırd etme Günü!”  (7-13)

Nasılsa ayırt edemiyor insan doğruyla eğriyi. Belki de keskin bir biçimde ayırt etmek işine gelmiyor. Kitab’ a rağmen. Hayatında tam anlamıyla apayrı uçlara atamıyor zıtlarını. Şeytanıyla barışık, belki aralarından su sızmayacak şekilde ve yanyana yaşıyor.

Namaz kılarken bir yandan çalıyor. Erdemi dilinden düşürmezken kaba saba olabiliyor. Bir eşyayı kırar gibi bir kalbi incitebiliyor. Kendisi onurlu olmaktan dem vuruyorken başka bir insan onuruyla dalga geçebiliyor. Dünyaya önem vermiyorum derken dünya kadar malı olabiliyor. Eğri biriyken, bir aşağılıkken, maddi gücüyle doğru olana hükmedebiliyor. Doğru ile yanlışı bir arada tutmaya çalışıyor. Ne ondan ne bundan vazgeçemiyor. Arada kalıyor. Doğrudan da eğriden de oluyor belki. Aynı dünyada, kentte, semtte, kulüpte, aynı işyerinde, aynı sülalede doğrularla yanlış insanlar bir arada yaşıyorlar. Evleniyor, aynı işe gidiyor ve “birlikte” yaşıyorlar.

Fakat “fasl günü” gelecek nasılsa. Doğru bir yana, eğri bir yana olacak bir gün nasılsa. Her olgu kendi haddinde duracak. Eğri sınırları ihlal edemeyecek. Doğru kendi serhaddini, uçsuz bucaksızlığını, nerelere kadar gidebileceğini gösterecek.

O ayrışma gününü beklemek; şimdiden kendini iyiliğe, güzelliğe, doğruluğa, dürüstlüğe ayırarak olsa. Şimdiden kendini ayırsa insan yanlışlıklardan, yanlış hayattan, yanlış insanlardan...

İnsan o gün kendi hallerini, bütünüyle yaşamını, hazırladığı nedenlerini, kendi seçimlerini birbirinden ayırdığı bir netlikte görecek ya nasılsa. Ayıklayacak ya kişisel doğrularını kişisel eğrilerinden... Şimdiden görse, girebilse bunu keşke...

“O Gün vay haline hakikati yalanlayanların! Haydi, yalanlayıp durduğunuz şu kıyamete doğru gidin bakalım! Üç katlı gölgeye doğru gidin... Hiçbir serinliği olmayan ve ateşten korumayan gölgeye, yanan kütükler gibi ateşten kıvılcımlar saçan, kızgın dev halatlar gibi! Hiçbir söz söyleyemeyecekleri ve özür dilemelerine izin verilmeyeceği o Gün.” (28-36)

Ölümün, dirimin ve yargılanmanın gölgesine...

“Biraz sefanızı sürün, siz ey günahkârlar!” (46)