Hakka, hukuka, güvenlik, esenlik, barış ve huzura susayan insanlık için gür ve berrak bir pınar olan Kur'ân'ın içeriği son derece sağlam, açık ve nettir: Allah katında yegâne din; "Allah'tan başka tanrı yoktur" diyerek sadece Hakk'a teslimiyet göstermek ve kendisini bağlayan her türlü zinciri kırarak kendini özgürleştirmektir. Bu teorik kabul, sosyal alanda her şeyden evvel; can, mal, namus, akıl ve düşünce emniyeti olarak tezahür etmektedir.
Kur'ân'ın amacı, "dini tamamen Allah'a özgü kılmak” [1] ve bunu gerçekleştirinceye kadar mücadele etmektir. Nazil olduğu ortamda tam bir hukuksuzluğun (fitne) hüküm sürdüğü dikkate alınırsa, Kur'ân'ın bu keşmekeşe son vererek sağlam bir hukuk sistemi (din) yerleştirmeyi amaç edindiği görülür; her şeyin kayıt altında olduğu kanaatinin insanlara kazandırıldığı bir sistem. Nitekim, Kur'ân Ehl-i Kitap'a mükemmel olmasa da belli bir hukuk düzenine sahip oldukları için, "ellerindeki yasaları hakkıyla uygulamaları” [2] gerektiğini hatırlatmakla yetinmiştir.
Hayatın tüm yönlerini ilgilendiren din; "insan için en hayırlı olan ne ise onu kendi hür iradesiyle o şeye götüren ilah, sistem” [3] şeklinde tanımlanmıştır. Dinin tamamen Allah'a özgü kılınması, yapılan her şeyin, sadece Allah gözetilerek, hakka, hukuka dayalı evrensel emir ve yasaklar çerçevesinde gerçekleştirilmesi anlamına gelir.
Kur'ân; insanın hem Allah ile hem çevresiyle hem de bizzat kendisiyle ilişkilerini düzenlemektedir. Medeni sürelerde yoğunlaşan bu düzenlemeler, müstakil bölümler halinde değil, sürelere dağıtılmış vaziyettedir. Yalnız, İsra Suresi'nin 22-39. ayetlerindeki emir ve yasaklar -Mi'rac armağanları olarak- insanlara dünya-ahiret mutluluğunun ipuçlarını vermektedir.[4] Bu ayetlerde; sadece Allah'a kulluk etmek, ana-babaya iyi davranmak, sadece Allah'a güvenip dayanmak, cezalandırırken insaflı olmak, yetimleri koruyup kollamak, anlaşmalara sadık kalmak ve mütevazı olmak emredilmektedir. Bunun yanı sıra; israf, cimrilik, zina, cana kıymak, bilhassa kendi evladını katletmek, ölçü ve tartıda hile yapmak, kesin bilgi sahibi olmadığı konularda konuşmak yasaklanmaktadır.
Gücün değil, hakkın esas alındığı bir düzen kurmaya çalışan Kur'ân-ı Kerîm'in hukuk sistemi, hikmete [5] dayalı olup gönüllülük esastır. Toplumsal yapının temel unsurlarından aile, hukuk, yönetim, tıp, eğitim, askeriye gibi toplumsal bir kurum olan din, günlük hayata geçirilen değerlerin, ahlak normlarının, kısaca, kültürün asıl dinamiklerinin temel kaynağıdır. İnsanın kendini tanımladığı kimliğin oluşmasında da önemli bir rol oynamaktadır. [6] Din olmadığı takdirde kanuni hükümlerin etkisizliği şüphesizdir; çünkü siyası kanunlar, kendi başına yetersiz, çaresiz ve dinin hazırladığı bir ahlak üstüne yerleşmedikçe askıda kalır. Din, isteklerini içimizden gelen hakiki arzular üzerine yaymıştır. [7] Kur'ân'ın ahlak kanunu soğuk ve formel bir 'kesin buyruk'tan ibaret değildir; aynı zamanda, eş zamanIı olarak korku ve ümide, sevgi ve bağlılığa dayanır.[8] Kur'ân'ı bütün insanlığa hitap eden hem mülki hem bir ibadet kitabı hem de bir anayasa ve siyası ve dini bir bağ olarak gören [9] Cemil Meriç; hiçbir anayasanın, taraftarlarını kendisine gönülden bağlayan Kur'ân-ı Kerîm kadar amir olamayacağını vurgulamıştır. [10]
Dinin dünyevi ve uhrevi amaçlarının gerçekleşmesi için Kur'ân, şahsi sorumluluk ilkesini öne çıkartmaktadır. Sorumluluğun şahsiliği prensibi, [11] Kur'ân'ın en büyük ilkelerinden biridir. Kur'ân'da başkasının günahının yüklenilebileceğine dair bir-iki ayet [12] bulunmakla birlikte, bunlar genelde putların ve liderlerin Allah katındaki şefaatlerini reddetme bağlamında varit olmuştur. Nitekim inkarcıların, günümüzde sık sık söylendiği gibi, iman edenlere; "Siz bizim yolumuzu izleyin; günahı boynumuza” [13] demeleri üzerine, "Onların günahından bir şey yüklenebilecek değiller; yalan söylüyorlar” [14] buyrularak, müminlerin zihninin çelinmesi önlenmeye çalışılmıştır. Bu ayetlerde lider konumundakilerin azaplarının katmerleneceği belirtilmekle birlikte, kendilerinin de tabilerinin de şahsi sorumlulukları yok sayılmamaktadır.
Bununla birlikte, sorumluluğun şahsiliği prensibi "Her koyun kendi bacağından asılır" şeklinde anlaşılarak, yer yer umursamazlığa yol açmakta; zaman zaman "Bana dokunmayan yılan bin yaşasın" felsefesi zihinleri işgal edebilmektedir ki, Kur'ân bu noktada devreye kolektif sorumluluk kavramını sokmaktadır. [15]
Sosyal bir varlık olan insan, sadece kendi inisiyatifinden değil, aynı zamanda -bir ölçüde- başkalarınınkinden de sorguya çekilecektir. Onlara engel olmak için gücünün yettiği bütün meşru araçlar vasıtasıyla müdahale etmeyip, yaptıklarına seyirci kaldığında, aynı gemide yol aldığı hemcinslerinin yaptıklarından etkilenecektir; dolayısıyla çevresinden de sorumludur. Çekimser kalmak, pasif bir suç ortaklığıdır. [16] Nitekim İsrailoğulları içerisindeki inkarcıların lanetlenmelerinin temel sebebi" işledikleri fenalıktan birbirlerini vazgeçirmemeleri [18] ve dini ve siyası elitlerin rüşvet yiyerek halklarına zulmetmeleri idi. [19] Kur'ân bunu önlemek adına -polis ve jandarma teşkilatlarının esasını oluşturan- emr-i bi'l-rna'ruf nehy-i ani'l-münker ilkesini getirmiş ve Ümmet-i Muhammed'in, Allah'a iman ederek bu ilkeyi ifa ettikleri takdirde ancak en hayırlı ümmet olabileceğini belirtmiştir. [20]
Kur'ân ayetlerini bir piramide benzetecek olursak, piramidin -temelini teşkil eden- en geniş kısmını ahlaki emir-yasak ve tavsiyelerle itikadi ilkeler; [21] piramidin daralmaya başladığı orta kısımlarını ibadetle ve günlük muamelelerle ilgili ayetler, en üst kısmını ise ceza hukuku ile ilgili birkaç ayet oluşturmaktadır. Ancak vahiyler herhangi bir sınırla birbirinden ayrı vaziyette değil, aksine, iç içe geçmiş durumdadır; herhangi bir hüküm verilirken hatta tarihi bir olay anlatılırken, ahlaki endişeler hemen devreye sokulur. Ferdi esas alan, ona sorumluluk ve hesap endişesi aşılayarak ahlaki ve itikadi açıdan arı-duru bir yapı kazandırmaya çalışan ayetlerin çoğunlukta olması tesadüf değildir.
Kur'ân-ı Kerîm şu an elimizde bir bütün halinde bulunduğu için, Kur'an vahyinin olgulara paralel olarak peyderpey indirilmiş olduğuna pek dikkat edilmemekte ve nüzûI ortamından farklı bağlamlarda yaşayan müminler, kendilerini bütün ayetlerin muhatabı gibi algılamaktadır. Oysa Kur'ân homojen bir ahval ve şerait içinde indirilmiş değildir: Kur'ân'ın indiği 23 yıllık süreç, müminlerin güvenliği-anarşiyi, savaşı-barışı, sevinci-hüznü, zaferi-hezimeti, bolluğu-kıtlığı yaşadıkları bir zaman dilimidir. Kur'an, müminlerin güçsüz olduğu şartlara yönelik çözümlerin yanı sıra, güçlü oldukları dönemin daha karmaşık ilişkilerini düzenleyen hükümler de getirmiştir; ancak bunlar azdır. Aynı konu çerçevesindeki bütün ayetler bir araya getirildiğinde, farklı hükümlerle karşılaşılabilmesinin sebebi de budur; bu farklılıklarla karşılaşıldığında, nesh mekanizmasının çalıştırılması yerine, bunlara evrensel/ilahı 'emr'in uygulama alanını genişleten birer açılım olarak bakılmalıdır.
Bu bakımdan, ilgili husus emr edilmekte midir yoksa tavsiye mi edilmektedir, iyi belirlenmelidir. (Aksi takdirde, Allah'ın yapılmasını -sadece- tavsiye ettiği şeyler farizaya, kaçınılmasını tavsiye ettiği şeyler de harama dönüşmüş olacak; imkanlar daralacak, hayat zorlaşacak; insanlar hayatın acımasız gerçekleri ile dinden anladıkları teferruat arasında bocalayıp duracaklardır.) Sadece fıkhın benimsediği ayetlerle dini-seküler bütün beşeri hukuk sistemlerinde aksiseda bulan ayetler [22] arasında; Ümmet-i Muhammed'e emredilen bir şeyle herhangi bir tarihi olay anlatılırken geçiveren tavsiye ya da emirler arasında; muhkem ifadelerle muğlak ifadeler arasında fark gözetilmiş olabileceği ihtimal dışı tutulmamalıdır. Sözgelimi قضى kelime köküyle bildirilen bir emirle diğerleri bir tutulmamalıdır. İlgili ayetler [23] dikkatle okunduğunda görüleceği üzere, hükmü asla değişmeyecek kesin olgular قضى fiiliyle ifade edilir. Bunlar "ezmanın tegayyuru ile ahkamı tebeddül edebilecek" [24] hususlar değildir. İsra 23'teki tevhid ve ana-babaya saygı gibi... Yine, امر fiili kullanılarak emredilen ya da نهى fiili kullanılarak yasaklanan konular [25] çok daha önemli, evrensel nitelik arz ederler. Bu bağlamda özellikle Hz. Peygamber'e emredilip yasaklanan hususlar dikkat çekici olup, son derece hayati konulardır. Unutulmamalıdır ki Kur'ân'ın hukuki 'ilke'leri, bugün hemen bütün dünya hukuk sistemleri tarafından benimsenmiştir. Dolayısıyla, ahkam ayetlerinin ne kadar mahalli ne kadar evrensel olduğu belirlenmeli; yani ayetin, ilahı-evrensel emr alanına mı yoksa beşeri-mahalli şeriat alanına mı girdiği tespit edilmeli ve Mecelle'nin şu büyük kaidesi uygulanmalıdır: Ezmanın tegayyuru ile ahkamın tebeddülü inkar olunamaz. Bu bakımdan, Kur'ân'ın evrensel nuru, "Reel uygulama alanı var mı yok mu, insanlar buna hazır mı, bu uygulamaları hak ediyorlar mı" diye bakmadan, ukûbata feda edilmemelidir. Ahlak, itikat, ibadet, muamelat ve ukûbattan oluşan beş katmanlı Kur'ân piramidinin en dar, en küçük uç kısmındaki birkaç cezai hükme reel hayatta yer açacağız, derken, koca bir piramit toprağa gömülmemelidir.
İlahi vahyin gayesi kainatta mevcut her şeyin kendisi için belirlenen saha içinde gelişerek mükemmelleşmesini sağlamaktır. [26] Nitekim sonraki dini öğretiler bazı kadim öğretileri tadil veya ilga etmiştir. İlk peygambere gönderilen vahiyle son peygambere gönderilen vahiy elbette aynı olmayacaktır; çünkü insanoğlu hemen her açıdan değişmekte, başkalaşmakta, tekamül etmektedir. İmani ve ahlaki hakikatler ise bütün öğretilerde ibka edilmiştir. Kur'ân-ı Kerîm bu realiteyi nesh olarak nitelendirmiş ve ilga edilen ayetlerin yerine denklerinin ya da daha iyilerinin mutlaka gönderildiğini belirtmiştir. [27]
Aklın yolu birdir. Bilgiseven'in de belirttiği gibi, çeşitli ülkelerde, çeşitli zamanlardaki hukuk sistemlerinin şekil farklılığına (çevre şartlarının farklılığından doğan çeşitliliğe) rağmen, adil ülkelerin hukuku arasında temelde birleşme durumu vardır, diyebiliriz. Bu temel, bilerek veya bilmeyerek dayanılan tevhid temelidir. Dolayısı ile Kur'ân'ın genel ilkelerine uyularak her devrin sosyal şartlarına göre takip edilecek hukuk politikası, dünyevi hukuk yardımıyla fert ve cemiyet ahengini kurabilir. Tevhid prensibinin bir tabii hukuk olması ve tabiat kanunu olarak geçerli bulunması, tevhidin (ona aykırı hareket edildiği zaman ortaya çıkan zararlarla ispatlanan) determine karakterini gösterir. [28]
Yazımızı evrensel hukuk ilkelerini yansıtan Kur'ân ayetleri ile bitirelim:
* Hiç kimse gücünün yetmediği bir şeyle mükellef kılınmaz. [29]
*Kötülüğe verilecek karşılık, dengi bir kötülüktür. [30]
*Dinde zorlama olmaz. [31]
*Hiçbir yük sahibi başkasının yükünü yüklenemez. [32]
*(Allah katında) herkes, kendi kazanacaklarına karşılık rehin tutulmaktadır (borcunu bizzat ödeyecektir. [33]
*Azıtmaksızın ve çizmeyi aşmaksızın, zorda kalanlar için günah söz konusu değildir. [34]
*Allah size, emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmederken adilane hükmetmenizi emreder. [35]
*Yönetirken onlara danış; [36] (Allah'ın has kulları) yönetirken birbirlerine danışırlar. [37]
* Antlaşmalarınıza bağlı kalın. [38]
* Mallarınızı haksız vesilelerle yemeyin. [39]
* Günahta ve saldırıda değil, hayırda ve Allah bilincinde yardımlaşın. [40]
* Şahitliği gizlemeyin. [41]
* Allah için, dosdoğru ve adil birer şahit olun. Bir kavme duyduğunuz hınç sizi adaletten ayırmasın. Daima adil olun: bu Allah bilincine daha uygundur. [42]
* Herhangi bir hususta çekişecek olursanız, konuyu Allah ve Resulüne (yani Kur'ân ve Sünnete) arz edin. [43]
[1] Bakara, 2/193.
[2] Bkz. Maide, 5/43-50.
[3] Seyyid Şerif Cürcani, et-Ta'rifat, Beyrut 1988, "din" md.; Tehanevi, Keşşafu Istılahati'I-Fünun, İstanbul 1984 (Kalkütta, 1862'den tıpkı basım),"din"md.
[4] İsra, 17/22-39.
[5] Bkz. İsra, 17/38.
[6] Necdet Subaşı, Türk Aydınının Din Anlayışı, İstanbul 1996, s. 174.
[7] Ahmet Kabaklı, Mabet ve Millet, İstanbul 2002, s. 80-81 (Schillerden naklen).
[8] Hilmi Z. Ülken, Aşk Ahlakı, s. 45 vd.
[9] Cemil Meriç, Bu Ülke, İstanbul 1992, s. 171.
[10] Cemil Meriç Sosyoloji Notları ve Konferanslar, İstanbul 1997, s. 235.
[11] Örnek olarak bkz. Bakara, 2/134, 141; Necm, 53/38-39.
[12] Nisa, 4/85; Nahl, 16/25; Ankebut, 29/13.
[13] Ankebut, 29/12
[14] Ankebut, 29/12.
[15] Enfal, 8/25.
[16] M. Abdullah Draz, Kuran Ahlakı, çev. E. Yüksel-E. Günay, İstanbul 1993, s. 81.
[17] Bu sebepler Nisa, 4/155-161'de topluca verilir.
[18] Maide, 5/79.
[19] Maide, 5/62-63.
[20] Bkz. AI-i İmran, 3/104, 110
[21] İlmi/fenni ayetler de genelde Allah'ın varlığı, birliği ve insanlara akıttığı nimetler kapsamında geçmektedir.
[22] Kur’ân'ın Türkiye ve Avrupa'daki merî/modern hukuka etkilerini: çeşitli ilkelerin ve kanun maddelerinin Kur’ân'daki temelleri için bkz. Mustafa Reşit Belgesay, Kur’ân Hükümleri ve Modern Hukuk -Mevzuat-İçtihat-Tatbikat-, İstanbul 1963, 405 sh.
[23] Örn. Enfal, 8/93; Hicr, 15/66; İsra, 17/4; Ahzab, 33/36; Sebe; 34/14; Zümer, 39/42; Fussilet, 41/12.
[24] Zaman değiştikçe hükümler de değişebilir. Bu konuda geniş bilgi için bkz. Mehmet Erdoğan, İslam Hukukunda Ahkamın Değişmesi, İstanbul 1990.
[25] Örn. Nahl, 16/90; Araf, 7/29.
[26] Fehmi Cumalıoğlu,"Vahyin Şümûlü: İslam'ın İlk Emri Oku, 1969, VII/87, s. 6.
[27] Bkz. Bakara, 2/102. Bkz. Muhsin Demirci, Vahiy Gerçeği, İstanbul 1996, s. 84 vd.
[28] Amiran K. Bilgiseven, Din Sosyolojisi, İstanbul 1985, s. 330.
[29] Bakara, 2/233. Ayrıca Bakara, 2/286.
[30] Şura, 42/40.
[31] Bakara, 2/256.
[32] En'am, 6/164.
[33] Müddessir, 74/38.
[34] Bakara, 2/173.
[35] Nisa, 4/58.
[36] AI-i İmran, 3/159.
[37] Şura, 42/38.
[38] Maide, 5/1.
[39] Nisa, 4/29.
[40] Maide, 5/2.
[41] Bakara,2/283.
[42] Maide, 5/8.
[43] Nisa, 4/59.