12 yıldır Kutlu Doğum etkinlikleri ile aramıza kattığımız Allah Rasûlü (sav)’nü, bu sefer de görselliğin her türlü süksesini iki sezonda tüketen modern dünyanın en cazibedar propaganda aracı beyazperde ile hayatlarımıza buyur ettik. Mecidi’nin “Barış dini İslam”ı ve “Alemlere rahmet olarak gönderilen Yüce Peygamber”ini sanatıyla tüm İslam âleminin mutabık kalacağı bir film ile modern dünyaya anlatma iddiasıyla yola çıktığı filmi, dünyaya ne kadar barış mesajı verdi bilemiyorum ama kendi içimizde ciddi tartışmalara yol açtı. Bu filmin vesile olduğu en önemli şeylerden birisi de kanaatimce Allah Rasûlü (sav)’nün insanlığa nasıl anlatılması gerektiği konusundaki sancılarımızı yeniden depreştirmiş olmasıdır.
Şimdiye kadar siyer yazımı üzerinden konuştuğumuz bu mesele, bu defa da film vesilesiyle masaya yatırılmaya değer. Filmi siyer yazımı ve sunduğu Peygamber algısı üzerinden değerlendirecek olursak, öncelikle yapımın Allah Rasûlü (sav)’nün çocukluk yıllarını konu almasının ciddi bir risk oluşturduğunu söylemeliyiz. İslam tarihçilerinin sıhhati konusunda şüphe taşıdıkları netameli bir çok rivayet, filmin senaryosu içinde çok güçlü bir şekilde yer almış. Hatta neredeyse dinî mesaj ve etki, bütünüyle o rivayetler üzerinden verilmiş. İranlı yönetmen Hz. Peygamber’i seyirciye yoğun ışık huzmesi altında büyüsel bir etki içinde sunmayı tercih etmiş.
Oysa Hz. Muhammed (sav), idealle tarihî gerçekliğin kendisinde buluştuğu çok önemli bir insanlık modeli. Bir yandan inananların inanç alanlarını beslerken, diğer yandan da bir hiçle başlayıp 10 yıl içinde Arap yarımadasını kapsayan üç milyon kilometrekareden daha geniş bir alana nüfuz etmiş bir devlet yapılanması kurarak insanlık tarihi üzerinde derin izler bırakmış tarihî bir şahsiyet.
Peygamberliğine kadar sözleri, fikirleri, siyaseti ya da mucizeleri ile değil, iffeti, güzel ahlakı, hak ve hayırsever özellikleri ile ön plana çıkmış müstesna bir insan. Bir çocuğun hayatındaki en önemli dayanak noktaları olan baba, anne, dede, amcayı ardarda kaybederek, insani tüm acıları tadarak sahici ve emekle hak edilmiş bir yüceliğe erişen, gördüğü acılar karşısında “Yarabbi bana bir kızgınlığın yoksa aldırmıyorum, sadece rızanı istiyorum” deyişiyle bize kulluğun emek gerektirdiğini hatırlatan, altı çocuğunu toprağa verişiyle çetin bir imtihana tabi tutulan, açlıkla imtihan edilerek fakirlik mahrumiyeti tattırılan bir peygamberin modelliği de işte tam burada başlıyor. Ve hatta bize yakınlığı da.
Allah tarafından peygamber olarak seçilmesi başta olmak üzere, meleklerle irtibatı, vahye mazhariyeti ve kesinliğinden emin olduğumuz İsrâ vakası onun hayatının da diğer peygamberler gibi mucizelerle bezeli olduğunun göstergesi hiç şüphesiz. Ancak onun hayatının müminlere bakan yönü, bu mucizeler olmamalıdır. Zira bu yaklaşım, onun davasının ve modelliğinin de mucizeleştirilip erişilemez ve dolayısıyla örnek alınamaz bir hale sokulmasına yol açar. Bir muhacir olarak girdiği Medine’de ashabıyla kısa bir zaman içinde şehrin en güçlü ve organize unsuru haline gelişi, burada siyasetten hukuka, ekonomiden dinî hayata, özel hayattan eğitime kadar uzanan geniş çaplı bir düzenek tesis edişi göz ardı edilmiş olur. Antik dünyanın tanrısal krallıklarından, despotik monarşilerinden, sınıfsal yapılar üreten feodal düzenlerinden çok farklı bir yapıdır Medine’de yükselen.
Kadim medeniyet merkezlerinden Mısır “Tanrı Kral” anlayışını, Mezopotamya “Tanrının temsilcisi” sayılan hükümranlık anlayışını terk etmişse, yerkürenin doğu ve batısı arasında Müslümanlar eliyle mal, kaynak, insan, para, kültür, dil, sermaye ve düşüncenin akışıyla beynelmilel bir birikim hâsıl olmuşsa, bu hep Hz. Peygamber’in insanî modelliği ile mümkün olmuştur. İslam’ın doğuşundan bir asır sonra bir medeniyet inşa etmesi, insana talip olmasındandır. İnsan zihnini yeniden inşa eden, hayatın tüm detaylarını şekillendiren, toplumsal alışkanlıklara müdahale eden, gittiği mekâna dışlamadan nüfuz edebilen, farklılıklardan sentez yapabilen kuşatıcı bir ahlakın mücessem halidir Hz. Peygamber. İslam, “Muhammedî” bir modelle tarihsel gerçekliğe dönüşmüştür. İslam’ı bugün bizim için dinamik bir unsur kılan da onun bu özelliğidir. Hz. Muhammed (sav), insanlık tarihindeki müstesna yerini, istisnai tabiatından almamıştır. Bir insanın maruz kalabileceği sınavları istisnai bir şekilde verebilmiş olmasıyla müstesna sayılmıştır. Müminler için onun hayatına dair yapılması gereken en etkili okuma, insanî özellikleri cihetiyle olandır.
Zengin yönetici sınıfların, katı toplumsal hiyerarşilerin, çok tanrılı inançların, kutsallaştırılmış köleci devlet düzeneklerinin, artı değere el koyan üst yapıların, sınıfsal tabakaların korunmasına hizmet eden çarpık adalet anlayışının, ihtişamla örtülmüş fakirliğin hâkim olduğu Antik ve Ortaçağların yerine kurulan düzen, bir mucizenin eseri değildir. Kendisini “Kureyş'ten kuru ekmek yiyen bir kadının oğluyum,” diye tanıtan Allah Rasûlü (sav)’nün insanî tabiatının hâsılasıdır.
İslam’ın Ortaçağlarda kurulan ve Akdeniz, Kızıldeniz, İran Körfezi, Hazar Denizi ve Hint Okyanusu’nu içine alan devasa sahnesi, şimdi bir istikrar, kalkınma, eşitlik, adalet ve refah modeli bekliyor. Bugünün reel problemleri, ancak ahlaka dayalı istisnai bir çözümle aşılabilir. İnsanlık için kurtarıcı ideal, “mistik” ve “mesihî” bir anlayıştan zuhur edemez. Kisra’nın burçları, Kâbe’nin putları, Mecusilerin ateşi, Savâ’nın suları, Mekke’nin uluları mucizeyle yok olmamıştır. Olağanüstü bir emeğin, kıvranan bir aklın, kafa yoran bir zihnin, hem içindeki hem de dışındakiyle sürekli bir mücadelenin zekâtı ve mükâfatıdır.
Yoğun ışık huzmeleri, göz kamaştıran pırıltı efektleri arasından sahneye yansıyan “Hz. Muhammed: Allah’ın Elçisi”, maalesef benim peygamberimi anlatamıyor. Bugünün dünyasının reel meselelerine, “mistik” perdeler altında örtülmüş mesajlarla çözüm bulunamaz. Bu kurgusal anlatımlar anlık heyecanları depreştirse de onun önderliğine, rol modelliğine, ahlakına ve mesajına muhtaç İslam dünyasına, muhtemelen “Çağrı”nınki kadar dahi kalıcı bir hatırlatma yapamayacak. Mecidi’nin diğer filmlerindeki başarılı anlatımın, Hz. Muhammed (sav)’in Peygamberlik sonrasının ele alındığı daha gerçekçi bir senaryoda, muhteşem olduğu tartışma götürmez görselliğin Hicret ve Miraç gibi daha uygun anlara dağıtılacağı bir film, kanaatimce hem İslam dünyasında çok daha yaygın bir kabul görür hem de Batı’ya Mecidi’nin gerçekten de arzuladığı mesajı daha iyi ulaştırır. Umarım üçlemenin ikinci ve üçüncü projeleri bu talep ve beklentilere cevap verir.