Akışı değişti vaktin; zaman nehrinin çağıltısına uğradık. Beyaza köpüklendi gün. Sessiz bir huzurun kalbine indi telaşlarımız. Eşyanın külleri savruldu; varlık tazelendi. Lokmalar yenilendi. Yudumlar inci beyazına boyandı. Kazındı renkleri eşyanın, asıl boyasına kavuştu; ‘nimet’ diye görünür oldu.
Artık Muhammedî bir mahcubiyetle oturuyoruz sofralara. Yutkunuyoruz suyu ve ekmeği gördükçe, sadece Allah’ın adıyla dokunuyoruz verilenlere. “Bismillah”ı nefes nefes söyleyen dillere döndük. Vaktin şeffaf eşiğinde inci gibi diziliyor sabrımız. Toprağımız karılıyor yeniden, fıtrat tarlamız kazılıyor; “Âdem” yerine konuluyoruz, Muhammed Mustafa (sav)’ya yoldaş kabul ediliyoruz.
Dudağımız sustu; dünya ötesi sevdaların kanatlarına dokundu nefeslerimiz. Çekildi ayağımızın altından dünya cezbesi. Kalıbımızın tutunduğu köklerden koptuk, kalbimizin gökçekimine tutulduk. Yeniden ruh üflendi gövdemize. Dünya ufkunda ötelerin doğumuna şahit olduk.
Rasûl (sav)’ün yanında yazılmış bulduk kaderimizi. Aç ve susuz kalarak, O’nun yanındaki kaderimizi sevdiğimizi beyan ettik, sessizce razı olduk yanında yürütülüşümüze. ‘Âlemlere rahmet’in hâline kilitlendi hallerimiz. Haldaş olduk sabır kokulu nefeslerine. Kardeş olduk günbatımını özleyen gözlerine. Arkadaş olduk gün ışımasını gözleyen sessizliğine. Kalbine sırdaş olduk En Sevgili’nin. Allah adına yapıştırdık dudağımızı dudağımıza. Kırgın hecelere ram ettik isyanlarımızı. Serin nefeslerin kıyısına çektik heveslerimizi. Sustuk; susa susa Söz pınarına yanaştırdık dudağımızı.
Sıradan değil artık gün ışıkları. Gün doğumuna acıktık. Bedel ödedik gün batımlarının şahitliğine. Aç kalmaya, susuz kalmaya razı olarak, anı, saati, günü sessiz bir sabrın ipine dizdik. Önceledik vaktin akışını, incileştirdik günün köşeleri.
Onca gün susup da ‘Dûhâ’yı bekleyen Muhammedî bir sancının annesiyiz şimdi. “Yoksa Rabbim beni terk mi etti?” şüphesinin cevabı geldi. “Yoksa Rabbim bana küstü mü?” sızısına merhem sürmek üzere geldi oruç sessizliği.
‘Duhâ’sı geldi vaktin. Dünya gecesinde uyuyakalmış insanın uyanışına sabah oldu Ramazan. Ümitsizlikle koyulaşmış gecenin ardından gelen müjdeli sabah. Rabbinin insanı terk etmediğini hatırlatan güzellik ayinesi. Rabbinin kuluna küsmediğini fısıldayan gufran müjdesi.
İnsanın sonrası öncesinden hayırlı olsun diye üzerimize yazıldı bu ses orucu. İsâ (as)’ya anne olmaya hazırlayan bir Meryem sancısı. Sevinçli baharların tohumlarını besleyen gönüllü kış yenilgisi. Eteklerindeki çiçekleri beslemek için yüzünü fırtınalara tutan dağ zirvesi. Yokuşların sonundaki düzden ümitlenen yürüyüşün ayak sesi.
“Verecek Sana Rabbin, sen de razı olacaksın…”[1] müjdesini her akşam yudum yudum içirdi bize oruç. Tane tane cisimleşti Allah’tan razı oluşumuz ve Allah’ın bizden razı olması ümidi. Ekmeğin sıcağında, suyun serinliğinde yenilendi ahdimiz. Sessiz niyetlerin kalbinde canlandı ümitlerimiz.
Yetim buldu bizi oruç; sessiz odalarında barındırdı. Kol kanat gerdi hüzünlerime, teselli diye yağdı ateşli korkularımıza. Şaşkın buldu bizi oruç, yol oldu tereddütlerimize, yatak oldu dua nehirlerimize. Dağılmış ümitlerimizi topladı avuç içinde. Yıkılmış yanlarımızı gülle sardı, varlığımızı onayladı, utancımızı sildi yüzümüzden. Yeniden göğe baktırdı. Masumiyetimizi yitirdiğimiz yerde mahcubiyetimize tutundurdu.
Muhtaçlığımızı gördü, fakrımızı yaralı serçeler gibi avuçlarında nazikçe ağırladı. Allah’tan başkasına muhtaç olmadığımızı fısıldadı telaşlı kalplerimize. Kalabalıklardan uzağa çekti bizi, ateşli koşturmalardan sıyırdı, teselliye açlığımızı doyurdu, ümide susuzluğumuzu dindirdi.
Vaktin yetimiydik, Ebu Talib’in yetiminin yanında yer aldık oruçla, başımız okşandı Rahman’ın rahmetiyle. Yeryüzünün şaşkınıydık; Muhammed-i Emin (sav)’in suskunluğuna eş olduk, savrulmalardan sakındık Rahim’in sonsuz merhametiyle. Vaktin rahminden yeniden doğduk; doğrulduk sonsuz istikamete. Orucun yüzüne yatırdık yanağımızı, bitirdik dünyaya muhtaçlığımızı da, “iyyâke n’abudu ve iyyâke nestâîn…”[2] demelerin suskun dudağı olduk. Çatlaya çatlaya, yaraladık bütünlüğümüzü, çatlattık kabuğunu ‘benliğimizin; yar ettik kalbimizi En Sevgili’ye. “Sana, yalnız Sana kul oluruz” dedikçe başkalarına kul olmanın esaretini yırttık. “Senden, yalnız Senden yardım dileriz” dedikçe başkalarından medet ummanın çaresizliğinden sıyrıldık.
Melik’in “Ye, iç!” emrini bekleyen sessizliğimiz, “Rabbi[mizi] andıkça an”malara [3] dönüştü. Susan dudaklarımızla mühürledik “yalnız Sana, yalnız Sana” diyen kalbimizi. Şeffaf bir gömlek gibi giyindik “gün ışımasının şahitliği”ini, Dûhâ’yı. Siyah bir kolye gibi takındık gecelerin kara dinginliğini; dünya gözümüzün siyah bebeği ettik oruca niyetlenişimizi. Rabbimize verdiğimiz gizli sözün ibrişim iplerini sardık, günümüzü yumak yumak ibadet haline getirdik.
Sonunda, en sonunda, Yakub sabrına yoldaş etti bizi oruç. Dilimiz gibi hâlimiz de demeye durdu ki: “Ben tükenmişliğimi ve hüznümü sadece Allah’a söylerim.” [4] Açlığın sınırlarına uğradıkça gün boyu, çaresizliğimizi tattık. Susuzluğun yatağına koydukça çatlak dudaklarımızı, başkalarına şikâyet etmemeyi öğrendik.
Rabbimize verdiğimiz sözü, sessizce taşıdık tenhalarda. Resul-ü Ekrem’e[sav] refakatimizle sevindik içten içe. O’nun dudağından taşıp dudağımıza değen müjdeyi tattık her nefeste: “…çünkü benim bildiğim Allah sizin bildiğiniz gibi değil!” [5]
Her akşamı Yûsuf’u bekler gibi bekleten âlemler Rabbinin omuzlarımıza yüklediği Yakub hâlinin Yusufça bir karşılığı vardır belli ki.
1. Dûhâ, 5
2. Fatiha, 4 (Allah’a gıyabi hitaptan, doğrudan hitaba geçen Fatiha’nın bu ayeti, oruçlunun her anki duygusunun sesidir. Gün boyu, “İyyâke…”lere ses olur oruç sessizliği. “Ben” iddiasından vazgeçen nefis, Rabbine katışıksız bir hitap kıvamına yoğrulur.)
3. Dûhâ, 11
4. Yûsuf, 86
5. Yûsuf, 86 (Ayetin, ‘vallahu a’lemu minAllahi mâ la ya’lemûn’ bölümünü bu şekilde de okunur: “benim Allah hakkında bildiğim sizin [Allah hakkında] bildiğiniz gibi değil” mealinden kaynaklanır bu tercih.)