Nebi'nin Kutlu Mirası: İlim/Kur'ân Halkaları

30 Mart 2015

"...Sen, benim tehditlerimden korkanları bu Kur'ân aracılığıyla uyarmaya devam et." [1]

"...Rabbim, ilmimi artır" de." [2]

Yeryüzünde "en çok okunan" fakat "en az anlaşılan" kitap Kur'ân'dır denilse sanırım yanlış söz söylemiş olmayız. Bu sebepten günümüz insanını bir şekilde Kur'ân'la yeniden buluşturmak gerekir. Çünkü insanlığın önüne konan ideolojilerin son kullanma tarihlerinin gelip geçtiğini, problemleri çözmediğini ve insanlığın ihtiyaçlarını karşılamadığını herkes görüyor. Problemleri çözmek değil, buluştukları coğrafyalarda hep hüzün ve kaos bıraktıkları görünür durumdadır.

Yiğit düştüğü yerden kalkar fehvasınca, bu ümmeti ilk dönem Kur'ân ihya ve inşa etti. Sonunu da Kur'ân hayatın merkezine alındığında diriltecektir. Çünkü iman ve ahlak toplumunu inşada yegâne dinamik Kur'ân'dır.

Hz. Peygamber'in bıraktığı en büyük mucizesi ve mirası Kur'ân olduğu gibi ümmetinin yapacağı “en hayırlı"[3] ve “en faziletli"[4] hizmet Kur'ân ile hemhal olmak ve Kur'ân'ın diriltici soluğunu "Kur'ân yetimlerine" ulaştırmaktır. İnsanlığı Kur'an'dan mahrum bırakmak yetim bırakmaktır. Zira, ilk neslin "Kur'ân gölgesinde" hayatlarını inşa ettikleri bir gerçektir.

Hz. Peygamber'in mirası şöyle anlatılır: "Bir gün Ebu Hureyre Medine çarşısına gitti ve orada durup: "Ey çarşı halkı! Gitmenize engel olan nedir" diye seslendi.

“Hayrola Ebu Hureyre! Neden bahsediyorsun” dediler.

"Orada Peygamber'in mirası taksim ediliyor, sizi burada duruyorsunuz. Gidip de hissenize düşeni alsanız ya!"

"Peygamberimiz’in mirası nerede taksim ediliyor?"

“Mescitte!”

Bunu duyan halk Mescid-i Nebeviye koştu.

Ebu Hureyre (ra) onların geri dönüp gelmesini bekledi.

Halk dönüp gelince:

"Hayrola ne oldu" diye sordu.

"Ebu Hureyre" dediler.

“Mescide gittik, orada taksim edilen bir şey görmedik!”

"Peki, Mescid-i Nebevi'de kimseyi görmediniz mi?”

"Gördük ama gördüklerimizin kimi namaz kılıyordu; kimi Kur'ân okuyordu; kimi de helal ve haram konularını müzakere ediyordu." Duyduklarını fırsata dönüştürmeyi düşünen Ebu Hureyre (ra) taşı gediğine koyarak şunu söyledi: "Yazık size! İşte Muhammed (sav)'in mirası bunlardır" [5] diyerek Asr-ı Saadet’i inşa eden ruhun Mescid-i Nebevi’de kurulan Kur'ân/ ilim halkaları olduğunu vurgular. Çünkü Peygamber’in devam edecek olan misyonu bu şekilde tevarüs edilebilir.

Ebu Talha (ra) bir gün Peygamber Efendimiz'in yanına varmıştı. Rasûlullah (sav)'in ayakta Ashab-ı Suffe'ye Kur'ân öğrettiğini gördü. Allah Rasûlü (sav), açlıktan iki büklüm olan belini doğrultmak için karnına taş bağlamıştı. İşte Rasûl-i Ekrem Efendimiz ve ashabının en mühim meşguliyeti, Allah'ın kitabını öğrenip öğretmek, anlayıp anlatmaktı. En büyük arzu ve iştiyakları da Kur'ân’ı tekrar tekrar okumak ve dinlemekti. [6]

Hz. Peygamber (sav) Veda Haccı'nda tıpkı bir babanın evladına nasihati ve vasiyeti gibi ümmetine "Bundan sonra sapıtmak ve saptırmak istemiyor, dünya çapında ağırlığınızı hissetmek ve hissettirmek istiyorsanız bıraktığım “kitaba" sarılınız"[7] buyurmaktadır. Çünkü izzetin, itibar ve şerefin kaynağı Kur'ân'a [8] sahip çıkma, zilletin de sebebi yine Kur'ân'a sırt çevirmedir. [9]

Kur'ân'la yükselenler, ona inanan, şanını yücelten, onunla amel eden, hayatlarını Kur'ân'ın emir ve yasaklarına göre tanzim edenlerdir. Allah Teâlâ onlara bu sayede dünyada mutlu bir hayat nasip eder, ahirette de onları kendilerine nimetler ihsan ettiği kullarından kılar. Bunun aksine hareket edenleri ise alçaltır.

Hz. Peygamber “Allah şu Kur'ân'la bazı kavimleri yükseltir; bazılarını da alçaltır” [10] buyururken şerefin kaynağını ve muvazene unsuru olmanın adresini göstermektedir. Coğrafya olarak en edna/ aşağı olan bir mekandan "en üstün" insanların çıkmasının ancak Kur'ân ile mümkün olduğunu/ olacağını göstermektedir Peygamber.

Hz.Ömer (ra)'in Mekke'ye vali tayin ettiği Nâfi' İbni Abdülhâris, Mekke taraflarındaki Usfân'da Halife Ömer'e rastlar. Halife kendisine:

- Bu vadi halkına kimi memur tayin ettin, diye sorar? O da:

- İbni Ebza'yı tayin ettim, der. Ömer:

- İbni Ebza kimdir, diye sorunca, vali:

- Bizim azatlı kölelerimizden biridir, cevabını verir. Hz.Ömer:

- Sen onların üzerine bir azatlı köleyi mi tayin ettin, deyince, Nafi':

- Fakat o, Allah'ın kitabını iyi okuyan ve bütün farzları da bilen biridir, der. Bunun üzerine Ömer:

- Dikkat edin, diyerek yukarıdaki hadisi nakleder. [11]

Kur'ân'la yükselenler, ona inanan, şanını yücelten, onunla amel eden, hayatlarını Kur'ân'ın emir ve yasaklarına göre tanzim edenlerdir. Allah Teâlâ onlara bu sayede dünyada mutlu bir hayat nasip eder, ahirette de onları kendilerine nimetler ihsan ettiği kullarından kılar. Bunun aksine hareket edenleri ise alçaltır.

Kur'ân öğrenenler hayatlarını Kur'an ahlakı mihverinde sürdürürlerse, bu sayede Kur'ân hayata hayat katarak onları dirilişe götürür.[12]

Hz. Ömer “Sizi Kur'ân okuyan yanıltmasın, o ancak dilimizden çıkan sözdür, fakat onunla kim amel ediyor ona dikkat edin!” [13] derken Kur'ân okumaktan gayenin amel olduğunu anlatır. Bu sayede insan ahlaken değişip aziz ve kamil olur.

Fudayl b. İyaz da: “Kur’ân sadece kendisiyle amel olunmak için indirildi; insanlarsa onun kıraatini amel edindiler” [14] derken aksiyona ve pratiğe dönüşmeyen bir emrin/sözün anlam değerinin olmadığını söyler. İlahi mesajı “anlatmadan” önce “yaşamak” gerektiğini anlatır. “Yaşayan Kur’ân” haline gelen karakterlerin Kur’ân’ı “anlamak” gibi bir handikapları olmaz.

Peygamber Kur'ân/ İlim Halkasına Oturdu

Hz. Peygamber "en değerli" [15] insan olarak anılmanın Kur'ân öğrenmek ve öğretmekten geçtiğini ifade eder. Yine Hz. Peygamber Kur'ân'ın ahirette kendisini okuyanı yalnız bırakmayacağını [16], müdafaa edeceğini [17], meleklerle beraber olacağını [18], kendisine gıpta edileceğini [19], Kur'ân ehlinin hem güzel tadına hem de güzel kokusuna [20] dikkat çekerek ümmetine yol haritası verir.

Burada Kur'ân'ın okunması ile okunanın anlaşılması arasında sık bir irtibatın var olduğunu, birincisinin ikincisini gerektirecek bir neden olduğunu, bu nedenle de ilgili hadislerde Kur'ân'ın okunması ile anlamının anlaşılmasının bir bütün olarak var olduğunu belirtmek gerekir. [21]

Tabiinden olan Ebu Abdirrahman es-Sulemi, sahabenin Kur'ân-ı Kerîm'i öğrenme şekli ile ilgili olarak şöyle der: "Osman b. Affan, Abdullah b. Mes'ud ve Kur'ân’ıı bize öğreten diğerleri, Peygamber'den her bir on ayet öğrendiklerinde o ayetlerdeki ilim ve ameli iyice öğrenmeden başka on ayete geçmediklerini anlatırlardı. Diyorlardı ki: “Kur'ân’ı, ilim ve amelle birlikte öğrendik.” [22]

Enes b. Malik: "Kişi Bakara Suresi ile Al-i İmran Suresi'ni okuyunca o şahıs bizim nazarımızda ve gözlerimizde büyürdü" derken sahabenin Kur'ân ile olan ilişkisinin derinliğine dikkat çekmektedir. Abdullah b. Ömer Bakara Suresi'ni sekiz yılda ancak ezberleyebilmiştir.

Ebu'l-Kamra şöyle der: "Rasûlullah (sav)'ın mescidinde halkalar halinde oturmuş sohbet ediyorduk. Evinden çıkan Rasûlullah (sav) yanımıza geldi ve halkalara şöyle bir göz attı. Sonra Kur'ân okuyanların halkasına oturup; "Bu halkaya oturmakla emrolundum" buyurdu. [23] Ümmetinin kıyamete kadar gideceği yolun kilometre taşını Hz. Peygamber "emrolundum' diyerek göstermektedir.

Bir başka hadiste şöyle anlatılır: Abdullah bin Amr (ra)'ın anlattığına göre Rasûlullah (sav) bir gün mescide girince halka halinde oturmuş iki grupla karşılaştı. Gruplardan biri Kur'ân-ı Kerîm okuyor ve Allah Teâlâ'ya dua ediyordu. Diğeri ise ilim öğreniyor ve öğretiyordu. Bunu gören Nebiyy-i Muhterem Efendimiz:

"Bunların hepsi hayır üzeredirler. Şunlar Kur'ân-ı Kerîm okuyor ve Allah Teâlâ'ya dua ediyorlar. Allah dilerse onlara (istediklerini) verir, dilerse vermez. Şunlar da ilim öğrenip öğretiyorlar. Ben de ancak bir muallim olarak gönderildim" buyurdu ve hemen ilimle meşgul olanların yanına oturdu. [24]

Hz. Peygamber ümmetine de böyle halkalar inşa etmeleri gerektiğini şöyle anlatır: "Bir cemaat Allah'ın evlerinden bir evde toplanır, Allah'ın kitabını okur ve aralarında müzakere ederlerse, üzerlerine sekinet iner, onları rahmet kaplar ve melekler etraflarını kuşatır. Allah Teâlâ da o kimseleri kendi nezdinde bulunanların arasında anar." [25] Toplumsal ve ferdi huzurun adresinin "Kur'ân/ ilim halkalarını" kurmaktan geçtiğini anlatır. İnanan insanların evleri "Kur'ân halkaları" ve ruhanilerin iştiraki ile şenlenir.

Hz. Peygamber "Gerçekten bu Kur'ân Allah'ın bir sofrasıdır, O'nun sofrasından gücünüz yettiğince bilgi toplamaya çalışın" [26] derken bizi bilgi toplumu olmaya davet ediyor. Nebi'nin hayatta iken kurulan "Kur'ân halkasına" bakışı şöyledir.

Ebu Said el-Hudri (ra)'den şöyle rivayet edilmiştir: Fakir muhacirlerden bir grupla oturuyordum. Birbirlerinin arkasına saklanarak avret yerlerini gizlemeye çalışıyorlardı. Bir kimse de bize Kur'ân okuyordu. O sırada Rasûlullah (sav) çıkageldi, yanımızda durdu. O gelip durunca Kur'ân okuyan sustu. Rasûlullah (sav), selam verdi ve: "Ne yapıyordunuz" buyurdu. Biz de: "Ya Rasûlallah! Birimiz Kur'ân okuyor, biz de Allah'ın kitabını dinliyorduk" dedik. Bunun üzerine Rasûlullah (sav) şöyle buyurdu: “Ümmetimden kendileriyle beraber candan sabretmemi emrettiği bir topluluk yaratan Allah'a hamdolsun.” Ravi der ki: Sonra bizimle kendisini eşit yapmak için aramıza oturdu ve eliyle işaret etti. Oradakiler de halka şeklinde oturdular. Hepsinin yüzleri ona göründü. Ravi der ki: "Rasûlullah (sav)'ın benden başka onlardan kimseyi tanıdığını bilmiyorum." Buyurdu ki: "Ey fakir muhacirler topluluğu! Kıyamet günü erişeceğiniz tam bir kurtuluştan dolayı size müjdeler olsun. Cennete zenginlerden yarım gün önce gireceksiniz. Bu yarım gün ise beş yüz yıldır." [27]

Peygamber Ne Bıraktı?

Tarih boyunca inanan her insan peygambere benzemeye çalışır. Bunun sureten/formel değil sireten/ahlaken olduğunu bazen karıştırır. Halbuki ahlaken mükemmel olmanın yolu bilgiden geçmektedir. Çünkü Peygamberler de miras olarak ilimden başka bir şey bırakmamışlardır. Hz. Peygamber bunu şöyle ifade eder: "Bir kimse, ilim elde etmek arzusuyla bir yola girerse, Allah o kişiye cennetin yolunu kolaylaştırır. Muhakkak melekler yaptığından hoşnut oldukları için ilim öğrenmek isteyen kimsenin üzerine kanatlarını gererler. Göklerde ve yerde bulunanlar, hatta suyun içindeki balıklar bile alim kişiye Allah'tan mağfiret dilerler. Âlimin âbide karşı üstünlüğü, ayın diğer yıldızlara olan üstünlüğü gibidir. Şüphesiz ki alimler, peygamberlerin varisleridir. Peygamberler altın ve gümüşü miras bırakmazlar; sadece ilmi miras bırakırlar. O mirası alan kimse, bol nasip ve kısmet almış olur" [28] ifadeleriyle ilmin faziletini, konuya ilgisiz bir topluluğa anlatmak açısından ilginç sayılmalıdır. Zira toplumu yeni bir dini anlayış ile tezyin etmek, muhakkak ki ilmin yardımıyla mümkündür.

Rasûlullah (sav)'in başka ifadesiyle. "İlim de ancak öğretimle gerçekleşir" [29] diyerek peygamberlerin miras bıraktıkları yegane miras ilimdir. İlim sahibi olmak peygamberlerin en bariz özelliklerinden biri olduğuna göre; peygamberlerin sair insanlara karşı yüceliği, aynı zamanda ilmin üstünlüğünü de ifade etmektedir.

Hz. Peygamber'in nadirattan yaptığı bazı davranışlar vardır. Bunlardan birisi el öpmesidir. Hadise şöyle gelişmektedir. Hz. Peygamber Sa'd b. Muaz ile tokalaşınca ellerinin nasır bağladığım gördü. Bunun neden kaynaklandığını sordu. O da "Ailemin geçimini sağlamak için kürek ve kazma ile çalışıyorum" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber onun elini öptü ve "Bunlar Allah Teâlâ'nın sevdiği iki eldir" buyurur.

Üç Ayet mi Üç Deve mi?

Hz. Peygamber Kur'ân öğrenmenin getirisini anlatırken şöyle bir analoji yapar. Ukbe b. Amir el-Cüheni (ra) şöyle der: "Biz Suffa'da iken Rasûlullah (sav) yanımıza çıkageldi ve "Hanginiz sabahleyin Buthan veya Akik'a gidip Allah'a (karşı) günah işlemeden ve akrabalık bağlarını kesmeden iri hörgüçlü, gösterişli iki deve almak ister?" buyurdu. Oradakiler: “Hepimiz ya Rasûlullah (sav)” dediler. Peygamber; "Vallahi birinizin her gün sabahleyin mescide gidip Allah'ın kitabından iki ayet öğrenmesi, onun için iki deveden daha hayırlıdır. Eğer üç ayet öğrenirse üç deveden hayırlıdır. (Okunacak her ayet) kendi sayısınca deveden daha hayırlıdır" buyurdu. [30]

Bu her şeyin ölçüsünü madde görerek dünyevileşen bir topluma verilen mesajdır. Bir de ilahi mesajla insanlığa hem örnek olma hem de tarihi süreçte özne olmanın yolunun "ayetle" mümkün olabileceğine dikkat çeker. Aynı topraklarda petrole/deveye sahip olanların etken durumdan edilgen konuma düşmelerinin parametrelerini hadiste görmek mümkündür.

Peygamberin Nadir Olarak Yaptığı İşler

Hz. Peygamber'in nadirattan yaptığı bazı davranışlar vardır. Bunlardan birisi el öpmesidir. Hadise şöyle gelişmektedir. Hz. Peygamber Sa'd b. Muaz ile tokalaşınca ellerinin nasır bağladığını gördü. Bunun neden kaynaklandığını sordu. O da "Ailemin geçimini sağlamak için kürek ve kazma ile çalışıyorum" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber onun elini öptü ve "Bunlar Allah Teâlâ'nın sevdiği iki eldir" [31] buyurur.

Hz. Peygamber'in çok az yaptığı hususlardan birisi de el öptürmesidir. Yahudilerden bir gurup gelip Hz. Peygamber'in elini öpmek istemişler o da buna müsaade etmiştir. [32] Bir de Tebük gazvesine katılmayanlar mazeretleri kabul edildikten sonra Hz. Peygamber'e gelip elini öpmüşlerdir. [33] Bir de nadir de olsa yaptığı işlerden biri de şudur:

Kur'ân Talebelerini Şehit Edenlere Beddua Etmiştir

Hz. Peygamber'in yaptığı ender davranışlardan birisi de beddua etmesidir. Uhud savaşında dişini kıranlara "Allah'ım kavmimi bağışla, çünkü onlar bilmiyorlar" [34] şeklinde dua eden Hz. Peygamber'in ilim halkasında yetişen ve bu halkanın genişlemesi ve "çorak coğrafyayı" yeşertmesi için yetiştirdiği talebelerinin şehit edilmesi karşısında beddua etmiştir. Çünkü bu "talebeler" Peygamber’in mirası olan ilahi mesajı başka yüreklere taşıyan müstesna kimselerdi. Hadise şöyle gelişmiştir.

Hicretin Dördüncü Yılı

Uhud savaşı sonrasında farklı komplolar kurarak Müslümanları zafiyete düşürmek için planlar yapıldı. Müslümanların harpteki mağlubiyetleriyle zaafa uğradıkları zannına kapılan etraftaki bazı Arap kabilelerinde, İslam'ın merkezi Medine'ye karşı bazı kıpırdanma ve hareketlenmeler görüldü. Civar kabilelerin bir müddet sessiz sedasız durmalarını sağlamıştı, ama Müslümanlara karşı intikam ve taarruz hırslarını da bilemiş oluyordu.

Adal ve Kare halkı Müslüman olduklarını ve kendilerine dinin ahkamını ve Kur'ân-ı Kerîm öğretecek öğretmen talebinde bulundular. Hz. Peygamber'e "Ya Rasûlullah (sav)!.. Kabilemiz arasında İslamiyet yayılmış durumda. Sahabilerinden birkaçını, İslam hükümlerini tebliğ etmek, Kur'ân okuyup öğretmek üzere bizimle beraber gönder" diye ricada bulundular. Hz. Peygamber onların gerçek niyetlerini bilmiyordu. Kur'ân-ı Kerîm'de: “(...) Ben gaybı bilirim demiyorum. (...) Bana ne vahyediliyorsa, ben ancak ona tabi olurum” [35] derken Allah'ın bildirmediğini kimsenin bilemeyeceğini açıkça ortaya koymaktadır. Gaybın aidiyetinin Allah'a ait olduğunun itirafını ilahi metin Peygamber’e talim ettiriyor. Çünkü tarihi süreçte gaybı bildiklerini söyleyen, söyleyecek kimselerin önü de kesilmiş oluyor.

Yola Çıkış

Kabileler için on kişilik bir heyetle yola çıktı. Başlarında emir olarak Asım İbn Sabit bulunuyordu. Fakat bu kafile tuzağa düşürüldü. Raci' denilen kuyunun başına gelinmişti. Daha önce hazırlanan senaryo devreye sokularak ashab-ı kiram ateş çemberinin içine alındı. Kendilerine "Şayet teslim olursanız söz veriyoruz, sizden kimseyi öldürmeyeceğiz" diyorlar ve böylelikle hepsini esir almak istiyorlardı. Hamraü'l-Esed'e Efendimiz'in söylediği sözler kulaklarına küpe olmuştu ve aynı delikten iki defa ısırılmayı düşünmüyorlardı. Çünkü Müslüman olduklarını söyleyerek kendilerini Medine'den buralara kadar getiren adamlar bir anda kayboluvermiş ve onları ölümle baş başa bırakarak bir kenara çekilivermişlerdi. Kim bilir, teslim olsalar ne oyunlar oynayacak ve başlarına ne gaileler açacaklardı. Onun için kanlarının son damlasına kadar savaşmayı tercih etmişlerdi.

Geride Hubeyb b. Adiyy, Zeyd İbn Desinne, ve Abdullah İbn Tank olmak üzere üç kişi kalmıştı. Abdullah içinde bulunduğu durumdan rahatsız olup müşriklere "işte bu sizin yaptığınız ilk hıyanet" diyerek ellerindeki bağı bir şekilde çözmeyi başarmış ve aynı zamanda kaçmaya başlamıştı. Ancak bu da onun kurtulmasını netice vermeyecek ve onu da yakalayıp öldüreceklerdi. [36] Geriye kalan Hubeyb b. Adiyy ve Zeyd b. Desinne'nin ellerini bağlayarak yanlarına alıp Mekke'ye gittiler. Müşriklerin niyeti ikisini de Mekkelilere para karşılığı satmaktı.

Allah'ım Peygamberini Haberdar Et

Şehadetin kaçınılmaz olduğunu gören Asım, bir taraftan ok atıyor, diğer yandan da: Allah'ım! İçine düştüğümüz halden Rasûlu'nu haberdar et, diye Allah'a niyazda bulunuyordu.

Mekkeliler onları öldürme hazırlıkları yapadursunlar beri tarafta Allah Rasûlu (sav) Medine'de bir anda nazarlarını Mekke cihetine çevirmiş ve: Ve "aleyhisselam", buyurmuştu. Rasûlullah (sav)'ın içini bir anda hüzün kaplamıştı. O'nun bu halini hayret ve merakla izleyenler, bir şey anlamamış ve sormuşlardı:

“Ya Rasûlullah (sav)! Bu selam, kimin selamına karşılıktı; kimin selamını aldınız?”

"Hubeyb'in selamına karşılık" buyurdu ve Hubeyb'in Mekke'de şehit edildiğinin haberini verdi onlara. Aynı zamanda bu selam, Hubeyb'in Mekke'deki son cümleleri olacaktı. Hz. Hubeyb, Allah yolunda darağacına konularak ilk idam edilen Müslüman'dı. [37]

Muallim-Talebe İlişkisi

Hz. Peygamber'in yetiştirdiği talebeleri tarafından "ölesiye" sevilmesi oldukça anlamlıdır. Bu aynı zamanda bütün liderlerin dikkate almaları gereken önemli bir husustur.

Aziz insanlar Mekkeli müşrikler tarafından şehid edildiler. Şehid olmadan evvel Hz. Hubeyb'e: "Hayatının kurtulmasına mukabil, senin yerinde Peygamber'inin olmasını ister miydin" diye soruldu. Hubeyb bu suali soran Ebû Süfyan'a acıyarak baktı ve: "Benim, çoluk-çocuğumun arasında olup Peygamber'imin burada olmasını istemek şöyle dursun, (benim ölümden kurtulmama karşılık) O'nun şu an bulunduğu yerde ayağına diken batmasına bile asla gönlüm razı olmaz" dedi.

Hubeyb b. Adiy'e de İslam'dan dönerse serbest bırakacaklarını bildirdiler. Fakat o bunu kabul etmedi. Ölmeden önce iki rekat namaz kılmasına izin vermelerini istedi ve namazını kısa sürede bitirdi. Ölümünü geciktirmek için uzattığını sanmamaları için namazını uzatmadığını söyledi. Hubeyb burada söylediği bir şiirle Müslüman olarak öldükten sonra ölüm şeklinin hiç önemi bulunmadığını belirtti. Nihayet müşrikler onu kuru bir ağaca bağlayarak çarmıha gerdiler. Bedir'de öldürülenlerin çocuklarını -bu çocukların sayısının kırk olduğu söylenmektedir- getirerek ellerine mızrak verdiler ve onu şehit ettiler. [38]

Ahde vefa ve verilen emâna riayet, Arapların cahiliye döneminde bile en fazla önem verdikleri hususlardı. Fakat Amir ve Lihyanoğulları her iki olayda da Hz. Peygamber'e verdikleri sözü tutmamışlar ve Kur'ân talebelerini haince şehit etmişlerdir.

Bu eşsiz muhabbet manzarası karşısında hayretten donakalan Ebû Süfyan: "Hayret doğrusu! Ben, dünyada Muhammed'in ashabının O'nu sevdiği kadar, birbirini seven iki kimse daha görmedim" [39] dedi.

Kur'ân Talebesinin Rızkı

İnsanın Allah'ı bileceği tek şey bilgidir. Bu sebepten bilgiyi ilgi alanına alan kimsenin rızkını Allah üstlenmektedir. [40] Tıpkı şu anekdotta geçtiği gibi.

Hubeyb b. Adiyy, Maviye adlı kadının evindeki bir hücrecikte; Zeyd b. Desinne de Salvan b. Ümeyye'nin kölesi Nıstas'ın evinde hapsedildi. Huceyr b. Ebi İhab'ın (sonradan Müslüman olan) kölesi Maviye Hatun der ki:

"Hubeyb, benim yanımda, evimde hapsolunmuştu. Bir gün, Hubeyb'in yanına varınca gördüm ki elinde adam başı gibi büyük bir üzüm salkımı bulunuyor ve o ondan yiyordu. O zaman, Mekke'de, hatta bütün yeryüzünde üzümün tanesi bile var mıydı, bilmiyorum. Kendisi zincirle bağlı olduğu halde, bunu ona rızık olarak ancak Allah veriyordu. Ben Hubeyb'den daha hayırlı bir esir görmedim. Hubeyb Kur'ân okur, teheccüd namazı kılardı. Onun okuduğu Kur'ân'ı dinleyen kadınlar rikkate gelir, ağlarlardı. Hubeyb'e: “Ey Hubeyb! Senin herhangi bir ihtiyacın var mı” diye sormuştum. “Hayır! Senin bana tatlı su içirmenden, putlar adına kesilen hayvanların etlerini tattırmamandan, bir de, öldürülmek istenildiğim zamanı bana haber vermenden başka bir şeye ihtiyacım yok” dedi." [41]

Kur'ân Talebesini Allah Korur

Allah "Beni anın ki ben de sizi anayım..." [42] "Siz bana verdiğiniz sözde durun ki Ben de size olan vaadimi tamamlayayım..." [43] buyurmaktadır. Bu hakikatleri hayatına hayat yapan Kur'ân talebelerinden birisi de Zeyd b. Desinne'dir.

Zeyd b. Desinne şöyle dua eder: "Allah'ıml Hayatta olduğum sürece ben, Senin dinini korumak için savaştım; Sen de şehit olduktan sonra benim bedenime müşrik eli değdirme?"

Eldeki kıt imkânlarla hazırlıklı bir kitleye karşı uzun zaman savaşmanın imkânı yoktu ve çok geçmeden yedi sahabe oracıkta şehit oldu. Onlar için Asım'ı öldürmek yetmiyordu; cansız bedenini parçalamak ve kafasını Mekkelilere götürme niyetindelerdi. Zira o, Bedir günü Ukbe İbn Ebi Muayt gibi önemli adamlarını öldürmüştü. Onun kafasını gören Mekkelilerin kendilerine ne kadar iltifat edeceklerini biliyorlardı. Bu maksatla cesedinin yanına vardıklarında, üzerine üşüşen anlardan fırsat bulup yanına yaklaşamadılar. Allah duasını kabul etmiş, müşrik elinin bedenine ilişmesine müsaade etmiyordu. Ertesi sabah erkenden gelir ve maksadımıza ulaşırız düşüncesiyle yanından ayrıldılar. Sabah olup da geldiklerinde bu sefer de Asım'ı bulamayacaklardı. Zira o gece şiddetli bir yağmur yağmış ve Asım'ın cesedini de gelen seller bir meçhule doğru götürüvermişti. Asım'ın duası kabul görmüş ve öldükten sonra bedenine müşrik elinin değmesine Allah müsaade etmemişti. [44] Allah dostunun dediği gibi: "Sen Mevla’yı seven de Mevla seni sevmez mi?"

Kur'ân/ilim Şehitleri

Yine Uhud savaşından dört ay sonra Müslümanları üzüntüye boğan bir olay olan Bi'r-i Maûne faciasıdır. Bu olay şöyle gelişti: Amir b. Sasaa kabilesi başkanı Ebû Bera (Amir b. Malik) Medine'ye gelerek Hz. Peygamber'e bazı hediyeler takdim etti. Fakat Hz. Peygamber "Ben bir müşrikin hediyesini kabul etmem" diyerek bunu reddetti. Halbuki Ebû Bera'ın hediyesini hiçbir Mudarlı reddetmemişti. Bundan sonra Hz. Peygamber, Ebû Bera'ı İslam'a davet etti. Fakat o kabul etmemekle birlikte yanından da uzaklaşmadı. Kabilesine İslam'ı anlatacak kimseler göndermesini Hz. Peygamber'den rica etti. Peygamberimiz davetçilerin başlarına bir tehlike gelebileceğinden endişe ettiğini söyledi. Ebû Bera'nın onların emniyetini garanti etmesi üzerine Ehl-i Suffe'den yetmiş kadar kurrâyı adı geçen kabileye gönderdi. Davetçiler, Amir b. Sasaa kabilesine İslamiyet’i tanıtacak ve Kur'ân-ı Kerîm öğreteceklerdi. Heyet, Bi'r-i Maûne denilen kuyunun yanına varınca konakladı. İçlerinden Haram b. Milhan adlı sahabi, Amir b. Sasaa kabilesinin başkanına Hz. Peygamber'in mektubunu götürdü. Bu sırada Ebû Bera'ın öldüğüne dair bir şayia yayılması üzerine, elçi, mektubu Ebû Bera'ın yeğeni Amir b. Tufeyl'e verdi ve yanındakileri İslam'a davet etti. Öteden beri İslam'a karşı olan Amir b. Tufeyl, mektubu okumadığı gibi elçiyi de öldürttü.

Ka'be'nin Rabbine Yemin Olsun ki Kurtuldum

Rasûlullah (sav)'dan gelen mektubu Amir, açıp okumaya bile tenezzül etmeyip Hz. Haram'ı öldürme talimatı verdi. Bu talimat üzerine Cebbar İbn Sulma' eline aldığı bir mızrağı Hz. Haram'a arkasından saplayıverdi. Allah Rasûlü [sav]'nün elçisi kanlar içinde kalakalmış, sırtından giren mızrak göğsünden çıkmıştı.

Ölürken de nasihate devam edilmeliydi ve Hz. Haram da bir taraftan dünya meşakkatlerinden kurtulmanın, diğer yandan da Allah ve Rasûlü (sav) adına şehadet mertebesine ulaşmış olmanın sevinciyle dopdoluydu. Eline bulaşan kanlarla yüzünü sıvazlayan Hz. Haram'ın sinesine mızrak işlerken büyük bir haz içinde dudaklarından dökülen şu sözler dikkatlerden kaçmamıştı: “Allahu Ekber! Kabe'nin Rabbine yemin olsun ki kurtuldum.” [45]

Hz. Haram'ın bu cümlesi, o gün kendisini öldüren Cebbar İbn Sulmâ'ın hidayetine vesile olacaktı. Çünkü bu, Cebbar için anlaşılmaz bir çıkıştı. Şaşırmıştı; elindeki mızrağı saplayıp da öldürdüğü adam nasıl olup da ölüme giderken "kurtuldum" diye haykırabiliyor, dünyadan giderken sürur izhar edip ölümü bu kadar aşkın bir sevinçle karşılayabiliyordu! O an için anlam veremediği bu çıkış Cebbar'ın zihnini hep meşgul edecek ve karşılaştığı insanlardan hep, Hz. Haram'ın son sözlerinin manasını soracaktı.

Seni Öldürmeye Gelen Sende Dirilsin!

Hz. Haram'ın bu cümlesi, o gün kendisini öldüren Cebbar İbn Sulmâ'ın hidayetine vesile olacaktı. Çünkü bu, Cebbar için anlaşılmaz bir çıkıştı. Şaşırmıştı; elindeki mızrağı saplayıp da öldürdüğü adam nasıl olup da ölüme giderken "kurtuldum" diye haykırabiliyor, dünyadan giderken sürur izhar edip ölümü bu kadar aşkın bir sevinçle karşılayabiliyordu! O an için anlam veremediği bu çıkış Cebbar'ın zihnini hep meşgul edecek ve karşılaştığı insanlardan hep, Hz. Haram'ın son sözlerinin manasını soracaktı. Kendi kendine:

Nasıl kurtuluş bu? Ben o adamı öldürmedim mi, diye soruyor ve bir türlü cevabını bulamıyordu. Nihayet bir gün bunun, şehadet arzusuyla dünya sıkıntılarından kurtuluşu ifade eden bir sevinç belirtisi olduğunu anlayacak ve duyduğu dehşet karşısında: Allah'a yemin olsun ki gerçekten de kurtulmuş, diyerek gelip Müslüman olacaktı. [46]

Kur'ân Talebesinin Ahde Vefası

Ebu Bera Bi'r-i Maûne'de bulunan Kur'ân talebelerine saldırmak üzere kabilesinden adam toplamaya çalıştı. Ancak Ebû Bera, davetçilere eman tanıdığını ilan ettiği için kimse onun sözüne kulak asmadı. Bunun üzerine Amir b. Tufeyl'in Süleym kabilesinin kollarından topladığı askerler İslam heyetine saldırarak Amr b. Ümeyye ve Ka'b b. Zeyd hariç hepsini öldürdüler.

Esir edilen Amr b. Ümeyye, Amir b. Tufeyl tarafından serbest bırakıldı. Şehit edildiği bu yolculuktan geriye kalan sadece Amr İbn Ümeyye idi. Bu sürecin içinde o da çok sıkıntı yaşamış olmasına rağmen ayakta kalabilmiş ve hızlı adımlarla Medine'ye gelebilmişti. Yolda karşılaştığı iki kişinin, arkadaşlarını şehit eden kabileye mensup olduğunu öğrenince bir fırsatını bulup onları orada öldürmeyi, arkadaşlarına karşı eda etmesi gereken bir vefa borcu olarak telakki etmiş ve Amiroğullarından bu iki kişinin işini oracıkta bitirivermişti.

Doğruca gidip Rasûlullah (sav)'a olup bitenleri anlattı. Medine hüzün yudumluyordu. Zira aynı gün içinde gelen ikinci acı haberdi bu. Yalan beyan üzerine yola çıkan şehit olan on samimi gönülden sonra altmış dokuz arkadaşının daha sebepsiz yere öldürüldüğünün haberini almak kadar acı bir şey olamazdı:

- Bu Ebu Bera'nın işi, dedi ve ilave etti:

- Hâlbuki Ben, bunu istemiyor ve böyle bir hadiseyle karşılaşacağımızdan endişe duyuyordum.

Ardından da öldürdüğü iki Amiri'den bahsetti Hz. Amr Allah Rasûlü (sav)'ne. Ortam bir anda elektriklenivermişti. Hz. Peygamber:

- Sen ne kötü bir iş yaptın, diye seslendi önce, ardından da:

- Onlara ben, eman vermiş ve himaye taahhüdünde bulunmuştum. Vallahi de onların diyetlerini ödeyeceğim, buyurdu. O ana kadar iyi bir iş yaptığını sanan ve belki de bu haberi verirken iltifat bekleyen Hz. Amr şaşırıp kalmıştı! Hüzn-i nebevi onu da kedere boğmuş, yaptıklarına bin pişman olmuştu. Ancak bu noktadan sonraki pişmanlığın bir faydası yoktu. Hz. Peygamber olayı öğrenince çok üzüldü. Çünkü İslam davetçileri sadece İslam'ı anlatmak için gönderilmişlerdi. Üstelik savunmasızdılar ve kendilerinin can güvenliği için de teminat verilmişti. Rahmet peygamberi olan Hz. Muhammed (sav), daha evvel kendisine ve ashabına yapılan haksızlık ve tecavüz karşısında bedduaya yeltenmediği halde, otuz veya kırk gün sabah namazlarında Bi'r-i Maûne'de İslam davetçilerini öldüren kabilelere beddua etmiştir. [47]

SONUÇ

Tarihin bütün eziciliğine ve kuşatılmışlığına rağmen hiç eskimeyen ve eskimeyecek olan iki şey vardır; bunlardan biri her şeyin bittiği tükendiği yerde onun tadı kokusu ve rengi daha gür çıkan ilahi metin Kur'ân-ı Kerîm’dir ki; Kur'an yorumcusu Bediüzzaman'ın ifadesi ile: "... Eğer kainattan Kur'ân gitse, kainat divane olacak ve küre-i arz kafasını, aklını kaybedecek, belki şuursuz kalmış olan başını bir seyyareye çarpacak, bir kıyameti koparacak..." [48] Çünkü pusulası olmayan bir dünyanın yön tespiti mümkün değildir.

Bir diğeri de herkesin her şeyini yitirdiği bir dünyada, kimsesizlere kimse olan, Hz. Hatice (r.anha)'nin ifadesi ile; "yetimin yardımcısı, fakirin en yakını, yükünü taşıyamayanın yükünü taşıyanı, insanlara ikramda en cömerdi, borçlunun borcunu edada emsalsiz", göz yaşı akıtan değil, gözyaşı silen, insanlığın din ve vicdan hürriyetini temin etmede benzeri olmayan Hz. Peygamber'dir. Yine Peygamber varisinin ifadesi ile "... Evet, evet, evet! Eğer kainattan risalet-i Muhammediye'nin nuru çıksa, gitse kainat vefat edecek..." [49] Yeryüzüne anlam ve renk katan zatın mesajının gitmesi geriye renksiz ve ruhsuz bir dünyanın kalması anlamına gelir ki böyle bir dünyanın insanlık ailesine huzur getirmesi mümkün görünmemektedir. O halde yapılması gereken hususlardan birisi de, asr-ı saadeti çağımıza taşıyacak "Kur'ân/ ilim halkalarını" ve müdavimlerini çoğaltmaktır.

 


Dipnotlar:

 

[1] Kaf Süresi, 50/45.

[2] Nebi'nin Allah'tan arttırılmasını istediği tek şey "bilgi"dir. Taha Süresi, 20/114.

[3] Buhari, "Fedailu'l-Kur'ân", 21.

[4] Buhari, "Fedailu'l-Kur'ân", 21.

[5] Taberani, el-Mucemu'l-Evsat, II/114-115; Heysemi, Mecmeu'z-Zevaid, I/123-124.

[6] EbûNuaym, Hilyetü'l- Evliya, Beyrut 1967, I/342.

[7] Müslim, "Hacc", 19.

[8] Enbiya,21/10.

[9] Bakara, 2/101; Al-i İmran, 3/187.

[10] Müslim, "Musâfirîn" 269; İbni Mace, "Mukaddime" 16.

[11] Kandemir Yaşar, Çakan İsmail Lütfi, Küçük Raşit, Riyazu's-Salihin Terceme ve Şerhi, Erkam Yayınlan, İst. 2008, V/102-103.

[12] Enfal, 8/24.

[13] Ahmet b. Hanbel, Müsned, II/8.

[14] İslamoğlu. Mustafa, Hayat Kitabı Kur'ân Gerekçeli Meal-Tefsir, Düşün yayıncılık, İst. 2008, s.1060.

[15] Buhari, "Fezailü'l-Kur'ân" 21; Ebû Davud, "Salat" 349; Tirmizi, "Fezailu'l-Kur'ân' 15; İbni Mace, "Mukaddime" 16.

[16] Müslim," Müsafirin" 252; Ahmed İbni Hanbel, Müsned, V. 249, 251.

[17] Müslim, "Müsafirin" 253; Tirmizi, "Fezailu'l- Kur'ân" 5.

[18] Buhari, "Tevhid" 52; Müslim, "Müsafirin" 243; Ebû Davud, "Salat" 349; Tirmizi, "Fezailu'l-Kur'ân" 13; İbni Mace, "Edeb" 52.

[19] Buharı, "İlim" 15, "Zekat" 5, "Ahkam" 3, 'Temenni" 5, "İ'tisam" 13, "Tevhid' 45; Müslim, "Müsafirin" 266- 268; Tirmizi, "Birr" 24; İbni Mace," Zühd" 22.

[20] Buhari, "Et'ime" 30, "Fezailü'l-Kur'ân' 17, "Tevhid" 36; Müslim, "Müsafirin" 243; Ebû Davud, "Edeb" 16; Tirmizi, "Edeb" 79; İbni Mace, "Mukaddime" 16.

[21] Demir Şehmus, Kur'ân'ın Temel Hedefi, Fecr Yayınları, Ank. 2009, s. 89.

[22] İbn Teymiyye, Takiyyuddin Ahmed; Tefsir Üzerine, Trc. Harun Ünal, Pınar Yayınları, Ank. 1985, s.28.

[23] İbn Hacer, Şemsuddin Ahmed b. Ali, el-Askalani; el-İsabe fi Temyizi's-Sahabe, Mısır, 1328, IV/160.

[24] İbn Mace, "Mukaddime", 17.

[25] Müslim, "Zikr" 38; Ebû Davud, "Vitr" 14; Tirmizi, "Kıraat" 12; İbni Mace, "Mukaddime" 17.

[26] Darimi, Sünen, "Fedailu'l-Kur'ân", 1.

[27] Ebû Davüd, "ilim", 13; Hanbel, Müsned, III, 63,96.

[28] Ebû Davud, "ilim" 1; Tirmizi, "ilim" 19. Ayrıca bk. Buhari, "ilim" 10; İbni Mace, "Mukaddime" 17.

[29] Buhari, "ilim", 10.

[30] Müslim, "Musafirin", 251.

[31] Serahsi Ebu Sehl Ebu Bekir Muhammed b. Ahmed, Mebsut, Trc. Heyet, İst., 2008, XXX/321. Naklen, Şevkani, el-Fevaidu'l-Mecmua, I/151.

[32] İbn Mace, "Edep" 16.

[33] Ebu Davut, "Cihat", 96; "Edep", 147.

[34] Buhari, "Enbiya", 54; "İstitabetu'l-Murteddin' 5.

[35] En'am, 6/50; Bkz. Hud, 11/31; Araf, 7/188.

[36] Vakıdi, Megazi, I/354; Ibn Sa'd, Tabakat, II/56, 3/454.

[37] İbn Hişam, Sire, IV/126.

[38] Vakıdi, l, 353-362; ibn Sa'd, II, 55-56; M. Yaşar Kandemir, "Hubeyb b. Adiyy", DİA, XVIII, 266-267.

[39] Vakıdi, Meğazi l, 360; İbn-i Sa'd, Tabakat, II, 56

[40] Tirmizi, "Züht", 33.

[41] Vakıdi, Meğazi, I/357; ibn Sa'd, Tabakat, VIII/302.

[42] Bakara, 2/152.

[43] Bakara, 2/40.

[44] Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV294; 2/310; İbn Hişam, Sire, IV/124.

[45] İbn Hişam, Sire, IV/138; İbn Hacer, el-İsabe, VI/2 1 7.

[46] Vakıdi, Megazi, 1/348; İbn Kesir, el-Bidaye ve'n- Nihaye, IV/83.

[47] Vakıdi, Meğazi I, 346-353; İbni-Hişam, Sire, II, 183-186; İbn Sa'd, II, 51-53; Ahmet Önkal, "Bi'r-i

Maûne", Md. DİA, 195-196; Haylamaz Reşit, Gönül Tahtımızın Eşsiz Sultanı, Işık Yayınları, İst. 2010, II/201-204.

[48] Nursi Said, Lemalar, Ank. İst. 2004, s. 349.

[49] Nursi, a.g.e., s. 349.