"Nerelisin" Derse Peygamber

22 Temmuz 2016

'Hüzün yılı' geldi çattı. Önce can yoldaşı, Hira dönüşlerinin müjdecisi, uzun inzivaların sırdaşı Hz. Hatice (ra) vefat etti. Yanı başında duran, sessiz teselli pınarı uzaklara gitti. Sonra amcası Ebû Talib'in hüzünlü vedası geldi. "Sen sevdiğini hidayete eriştiremezsin" sızısıyla kesildi Elçi'nin nefesleri. Mütekebbirler karşısında beşerî dayanağı yıkıldı. Yapayalnız kalıverdi. Baskılar ağırlaştı, zulümler şiddetlendi. Hakaretler ağırlaştı.

Sabrın son sınırlarında gezinen Allah’ın Elçisi Mekkelilerden yüz çevirdi. Ümidini Taif’in göğünde aradı. Taze bir nefes alabilirdi hakikat Taif yaylasından. Yeni bir tebessüm umuyordu Taif'in narçiçeklerinden.

Gitti. Dil döktü. Derdini anlattı. İnsanlığın kurtuluşu için nefes tüketti. Kendisini şüpheyle dinleyenlerin de küstahça yüz çevirenlerin de ebedî kurtuluşuydu muradı. Başkaca bir önceliği yoktu. Olmadı da. İnsanı insana rağmen kurtarmaktı biricik projesi.

Ne var ki taş düştü nasibine. Taif’in kandırılmış çocukları âlemlere Rahmet Elçi’ye fırlattıkları taşların yarasını bir ömür taşıyacaklardı. Bilmiyorlardı. Taşlandı Elçi. Şefkatin pınarını bulandırmaya yeltendiler. Çiçekleri tebessüme getiren, meyveleri doyuran haberlerin Elçisi, Taif’te kanlar içinde yürürken, kim bilir, narçiçekleri ne kadar mahzundu!

Sonda bir bahçeye attılar kendilerini. Allah Rasûlü (sav)'nün ve evlatlığı Zeyd'in sığındığı bahçenin sahipleri, köle Addas’ı bir tabak üzümle yanlarına gönderdiler. Kin ve nefretle betonlaşmış vicdanlarının bir yerinde ince şefkat sızısı olmalıydı. Kim olursa olsun, bir insanı böyle çaresiz, böyle sahipsiz bırakamazlardı. Önyargının enkazında ezilmiş kalpleri az da olsa nefes alıyordu. Elinde üzümle, kalbinde hüzünle yaklaşan köle Addas, hayırlı bir tuzağa yakalanmak üzereydi.

Allah'ın Elçisi, elini üzüme uzatırken “Bismillah” dedi. Addas şaşırdı: “Ben bu sözü buralar da hiç duymadım." Bunun üzerine, “Nerelisin sen?” diye sordu Elçi. Addas: “Ninovalıyım."  Tebessüm etti bu cevaba: “Demek sen salih insan Metta oğlu Yunus’un halkındansın.” Addas heyecanlandı. Metta oğlu Yunus’u nereden bildiğini sordu. Cevap verdi: “Çünkü ben Allah’ın Elçisiyim ve o da Allah’ın Elçisi. Bunu bana Allah bildirdi.”

Sonra kan sızan dudaklarından can kokulu sözler döküldü: “Lâ ilâhe illâ ente, Subhaneke, innî küntü mine'zzalimîn.” (Enbiya, 87) Yunus’un kurtuluşunu hazırlayan duanın avuçlarına koydu nefesini. Sessiz bir kıyı yaptı bu cümleyi de, Addas’ın karanlıklar içindeki kalbini çağırdı. Sessizce. Sözsüzce. Tebessümle.

Bir ümidin kıyısından mahzunca geri dönerken, Yûnus (as)'un hatırasıyla karşılaştı Elçi. O da kavminden ümit kesmiş, bir başka diyara yelken açmıştı. Zifiri gecede, fırtınalı denizde, balığın karnında tutsak olmuştu. 'İç içe üç karanlık'ın sınavından kurtulan Yunus'un hatırına bir köle kazandı. “Efendisinden kaçmış köle” diye denize atılan Yunus (as)'un yerine köle Addâs'ı efendisinden kaçırdı. Taşlardan kaçarak iltica ettiği bahçede, üç karanlıktan Rabbine iltica eden Yunus (as)'un kıssasına mülteci oldu.

Şimdi Addas'ın yerine koyuyoruz kendimizi. Üzüm ikram ediyoruz taşlanmış Peygamber’e. Bir gölgelikte bir nefeslik huzur içinde Peygamber. Huzurun kıyılarına bırakıyoruz boğulan ruhumuzu. Bir anlık da olsa -sadece bir anlık ama- O’nun sevincine sebep olmak istiyoruz. Cümle sevinçlerin biricik sebebinin sevinci olmak için çırpınıyoruz. Oluyor da. Gözlerinin içine içine b/akıyoruz. Atıyoruz omzumuzdan lüzumsuz yükleri. Kederi düşürüyoruz ellerimizden. Alnımızın çizgilerinden çekiliyor kaygılar. Sonsuz bir tebessümün ovasına yayılıyor ruhumuz. Tek bir anın zirvesinde, göğün mavilerini emiyoruz. Kalbimizi dünya hapsinden kurtarıyor, kedersiz kuşlar gibi uçuruyoruz.

Üzümü utanarak bırakıyoruz yorgun avuçlarına. Beklediğimiz gibi Addas yerine koyuyor bizi. Şimdi adımızı soruyor. Kekeleyerek söylüyoruz, çünkü heyecanlıyız. Hayret! Adaş çıkıyoruz. “Muhammed!” kelimesi çıkıyor ağzımızdan. Her birimizin göbek adı "Muhammed" değil mi? Alnımıza çizili değil mi o sevdanın adı: “Mustafa!” Seviniyor. "Nerelisin?" diyor. Hiç çekinmiyoruz, söylüyoruz: "Yaralıyız!"  Âh, biz de Yunus (as)'un hemşehrisi çıktık. Yaralı değil miydi Yunus  (as) da…

Yunusça bir duanın firarisiyiz artık. Yok başka gidecek yerimiz. Hepimiz Taif'den dönen Allah'ın Elçisi'nin gözlerindeki o pırıltının özlemindeyiz. Geleceğin korkularını aşmak üzere, dünyanın ölüm yüklü dalgalarından sıyrılmak üzere, kötülüğü emreden nefsin avuçlarından uçmak üzere, dualı bir fısıltı taşıyor ânımıza. Şimdi o duanın avuçlarında yatışıyor yaralı kalplerimiz.

Yaralıyız işte… Ümidimizi kesmişiz kendimizden. Zifir bir gecedeyiz, geleceğimize ölüm yazılı. Ki gecemiz Yunus'un gecesinden bin kez daha korkulu. Denizimiz olmuş dünya. Her dalgasında binler ölü vuruyor kıyıya. Yûnus (as)'un denizinden belalı. Yutulmuşuz; elimiz kolumuz bağlı balığın karnında. Nefsimiz yutmuş kalbimizi; hırsın ve şehvetin, heves ve hevânın ağzında sonsuzluk ümitlerimiz boğulmakta. Kıyıya çıksak bile balığımız hep yanımızda. Bizimkisi daha tehlikeli Yunus (as)'un balığından…

Yunusça bir duanın firarisiyiz artık. Yok başka gidecek yerimiz. Hepimiz Taif'den dönen Allah'ın Elçisi'nin gözlerindeki o pırıltının özlemindeyiz. Geleceğin korkularını aşmak üzere, dünyanın ölüm yüklü dalgalarından sıyrılmak üzere, kötülüğü emreden nefsin avuçlarından uçmak üzere, dualı bir fısıltı taşıyor ânımıza. Şimdi o duanın avuçlarında yatışıyor yaralı kalplerimiz.

Diyor ki: "Ben Allah’ın Elçisiyim ve o da Allah’ın Elçisi…"  Sıcacık tebessümünde eritiyor acılarımızı. Yareli Yûnus (as)'un hatırasından bir yar eli değiyor yaramıza. Hâlâ orada…