Ömer'in Kılıcını Söz'le Kesiyor Elçi

25 Nisan 2016

Çekilir acı mıdır kurtuluşu için çırpındıklarının sana hakaret etmesi? Göze alınır çile midir merhamet kanatlarınla üzerine eğildiklerinin sana küstahça saldırması? Göklerden bir haber gelirse belki. Semadan indirilecek tesellinin bedeli ancak bu çile. Annelik ediyor Elçi hakikate. Sancısını çeke çeke taşıyor mesajı. Tenhada. Meryem’ce.

Kureyş’in büyüklerin o gün Harem'de toplandı. Yüreklerinde nefret vardı. Kin ateşi Mekke’nin ortasında yalazlandı: “Ebu Talib'in yetimi Muhammed atalarımızın dinini iptal etti. Putlarımıza ‘ne faydası var ne zararı’ diye hakaret etti. Gayretine dokunmuyor mu ey Ömer, bu denli kudret ve heybetin, izzet ve satvetin varken?”  Ömer'in cahiliye damarı uyandı. Kılıcını kuşandı.

Ne var ki kılıcın kaderi bıçağın kaderine benziyordu. Kılıcın da bıçağın da elinde değil kesmek. Yakmak da ateşin elinde değil. Az sonra öldürmeye niyetlendiği Muhammed (sav)’in ağzından duyacak Ömer bu gerçeği. Bilmedi ki Söz kılıcı da keserdi.

Hışımla kalktı. Adımları Muhammed’e doğruydu. Her an biraz daha yaklaşıyordu ateşli çelişkinin közüne. Bu sürpriz çıkışının sonundaki sürpriz noktayı tahmin edemezdi. Kılıcını çektiğinde, Ömer’in ömrü tam ortasından ikiye bölünecekti. Kılıç kesemeyecekti, vahyin keskin ucu kılıcı kesecekti.

Elçi'nin göğsünü genişletecek, darlığını giderecek haber sağanağı başladı. “Tâ-hâ” (Tâhâ, 1) seslenişiydi bu. İki hecenin dal ucunda tomurcuklanan bir bahar. Tâ’nın sertçe yırtışı sessizliği. Ardından Hâ’nın yumuşacık sarışı: “Biz sana bu Kur'ân'ı güçlük çekesin diye indirmiyoruz. (Tâhâ, 2)  O, yalnız içi huşu ile dolanlara bir uyarıdır.” (Tâhâ, 3)

Yolda biriyle karşılaştı Ömer. Adı Nuaym’dı. Merakla sordu Nuaym: “Ömer, nereye gidiyorsun?” Ömer’in kararını açık etmekten korkmuyor: “Kureyş’in büyüklerine ahmak diyen ve putlarımıza batıl diyen Muhammed’i öldürmeye…” “Bak, Ömer; hayret edilecek bir işe yeltenmişsin. Sonunu getiremeyeceğin bir sevdaya düşmüşsün. Sonunu getirsen de Haşimoğulları seni sağ bırakmaz. Var, işine git!” “Yoksa sen de mi” diye işkillendi Ömer,“…sen de mi Muhammed’in yanındasın?”

Muhammed (sav)’in yanında olmak, ağır bedel istiyor. Can vermeye kadar varıyor bedel. Yasir ve Sümeyye’nin hüznü henüz taze. Canlar yakıyor hicranları. İki şehidin düştüğü yerden diriliş nidası yükseliyor şimdi. Tâhâ tesellisi. Rahman, hüzünlü sürgünün kalbini kucaklıyor hece hece. Tâhâ durağında seslenişini tazeliyor. Yokuşun adresini gösteriyor Elçi’ye: “Sağırlara duyuramıyorsun diye bedbaht olma. Körlere gösteremiyorsun diye mahzun olma. Kalpsizlere anlatamıyorsun diye kahrolma!”

“Asıl sen akrabalarına bak” dedi Nuaym. Mümin kardeşlerinin sırrını verme pahasına. Yolunu değiştirmek istiyordu Ömer’in. Karakterini yokluyordu bir yandan. Eğer bir yanlışlık görüyorsa, yakınlarından başlamalıydı düzeltmeye. Dedi ki Ömer’e: “Kız kardeşin ve enişten de Muhammed’in dininden…” Samimiyet sınavıydı bu. Ömer’in kendisinden de saklanan güzelliğini fark etme vakti. Tohumun kabuğu kırıldı kırılacak.

Tâhâ d/okunuyor kalbin çeperlerine. İnsanın içinin içine serin bir eğilişle eğiliyor Söz. Anlaşıldığını söylüyor insana. Anlaşılmaya değer olduğunu hatırlatıyor. Yeryüzü yalnızlığının karasına ince bir tebessüm hilali olarak eğiliyor: “Sözü açığa vursan da vurmasan da O’nun için birdir; O insanın kendisine sakladığını da bilir, insanın kendisinden sakladığını da…” (Tâhâ, 7)  

Saklanamaz insan Allah’tan. Kendisini kendinden saklasa da Allah’tan saklayamaz. Allah’a karşı siperi yok. Ömer de saklanamıyor Allah’tan. Kalitesini açığa çıkarıyor yolunu değiştirerek. En Sevgili’nin dua ağına düşmüş adı bir kere. Israrla. Hiç durmadan. Ümit kesmeden. “İki Ömer’den birine hidayet ver Ya Rab…” diyor Peygamber. İki Ömer’den birincisi Hattaboğlu Ömer. Ağıza ilk düşeni. Duanın dal ucunda tomurcuklanan ilk meyve Ömer. Diğer Ömer, sonsuza kadar öbür yana düşüyor. “Ebu Cehil” kalıyor adı. “Hikmetin Babası” diye bilinirken, rahmetten yüz çevirdiği için “Cehaletin Babası” oluyor. İnadın kara aynasında kırılıyor bildikleri, kararıyor aklı. Sonsuz karanlıktan son anda bu tarafa düşüyor Hattaboğlu Ömer. Sevinçli aydınlığın ortasına atıyor adımını. Son anda. Adımlarını kız kardeşinin evine yönelterek. Son anda.

Kız kardeşinin kapısına dayandığında öfkeliydi. Kararlıydı da. Ta ki içeriden kulağına o ses dokunana kadar. Apansız ve savunmasız yakalandı Tâhâ’nın serin sarışına. Dikkatle dinledi. Hiç insan sözüne benzemiyordu duyduğu. Elçi’nin yakın arkadaşlarından Habbab, Tâhâ’yı talim ediyordu içerde. Mekkeli mağrurlardan korktukları için kapıyı kilitlemişlerdi.

Kapının kilidi açılmadan, Ömer’in kalbinin kapısı aralandı. Soğukta bıraktığı kalbine, karanlıkta unuttuğu aklına bir ışık vurdu uzaktan. Kapının eşiğinde, Ömer’in yazgısı Mûsâ’nın yazgısıyla buluştu.

Mûsâ’nın haberi ulaştı mı sana? (Tâhâ, 9)  Hani bir vakit, ehline demişti ki, 'gözüme bir ateş ilişti, ondan size bir haber getireceğim ya da bir yalın şule alıp geleceğim, olur da ısınırsınız.” (Tâhâ, 10)

Söz'ün kalbinde eridi Ömer’in inadı. Oracıkta düştü kılıcı elinden. Öfke silindi kalbinden. Yatıştı şaşkınlığı. Huzurun göğsüne koydu başını. Fıtratının nehir yatağında akan nehrin çağıltısıyla uyandı. Kıyıya vurdu merakı: “Neydi okuduğunuz? Haydi, bana da okuyun!”

Söz’ün yurduna iltica etti Ömer. Kırıldı mahpusluğu. Üstü altına geldi hayatının. Sadrına inşirah nehri aktı. Yatağına kırgın dev ırmağın zümrüt yeşili bakışı geri döndü. Fırtına kırdı yalancı yelkenleri, sonsuz sükûnet limanının ayakucunda dindirdi hırçınlığını. Teslim oldu Ömer. Kan ter içindeki yanağını serinletti gözyaşları. Kalıbından taştı kalbi. Ruhunun semasından inen yağmur şiirin tohumunu uyandırdı: “Sınamayı seversin, bu senin eski oyunun/ Bense yanılmaya tutkunum/ Hem sana tutkunum/ Hem ortadayım…”*

Elinde zamane kılıçları. Paslı hevesler dokunuyor ruhlara. Kanlı şehvetler tutuyor kalbin ayaklarını Muhammed (sav)’e yürümekten. Ömer’e açılan yolda yürüyecek kalbi çağırıyor şimdi insan.  İçine “bir ateş ilişti gözüme”/”ânestu nârâ” ümidini taşıra taşıra…

Şiir ki insanın iç sesi. Hicranının rengi. Göklü Söz'ün yurduna yürüyor her insan. Ömer gibi. Hışımla. Yalın kılıç. Öfkeli. Kendi büyüklüğünde boğulmuş olarak. Kibrini, önünde kilitli bir kapı diye bularak. Şimdi, her insan, Ömer’in “Hz. Ömer” olmaya yürüdüğü yolu adımlıyor. Ömür boyu, bir Ömer yürüyor içinde insanın. Söz’ün ucunda kesilmeye yazılı yazgısı; kelimelerin açtığı yaralara kan[a]maya doğru akmakta. Başka yerde zorluk var. Başka sözlerde umutsuzluk… Başka kelimelerde yurtsuzluk… Başka seslenişlerde bedbahtlık…

Elinde zamane kılıçları. Paslı hevesler dokunuyor ruhlara. Kanlı şehvetler tutuyor kalbin ayaklarını Muhammed (sav)’e yürümekten. Ömer’e açılan yolda yürüyecek kalbi çağırıyor şimdi insan.  İçine “bir ateş ilişti gözüme”/”ânestu nârâ” ümidini taşıra taşıra…

Varınca onun yanına, şöyle nida edildi Mûsâ’ya (Tâhâ, 11): ‘Benim, Ben Senin Rabbin; çıkar nalınlarını; Tûva vadisinde yürümektesin.” (Tâhâ, 12)

Ne Mûsâ’ca yürüyüş bitti ne Ömer’ce adımlar kesildi bu vadide. Çıkaracak mıyız başımızdan dünün hüznünü ve yarının korkusunu acaba? Her acıda, her sendeleyişte, her tereddütte, her günahta, her düşüşte ağlıyor şair. Hâlâ…

“Şimdi bu kalp inci Leyla’ya nasıl sunulur
Bu sedef denizine yağmaz o eski yağmur
Lütuf ve kerem sahibi Leyla
Göğün ve yerin sahibi Leylâ
Ne söyleyeyim-ki sözüm muhtaç sana
Buradasın
Uyanıksın
Varsın ya!”*

 

* Ânestü Nârâ, Şükrü Karaca