Ramazan Nükteleri

26 Temmuz 2010

Sultan II.Mahmud Han asr-ı ricalinden bir zât, Ramazanda bazı ahbab ve tanıdıklarını iftara davet etmiş. Meşhur şair İzzet Molla da davetliler arasındaymış.

Yatsı ezanı okunmuş, cemaatle namaza başlamışlar. İmamlık eden zât, namazı neredeyse iki secdeyi bir edecek kadar acele kıldırıyormuş. Çok kısa zamanda sonuncu rekatın tahıyyatına gelmişler. O aralık dışarıdan bir adam gelip namaz kıldıklarını görünce:

"Hazır abdestim varken ben de cemaate yetişeyim" diye düşünüp safa dahil olacağı sırada cemaat selam vermiş. İzzet Molla dönüp adama şöyle demiş:

"Be adam! Biz içinde iken yetişemiyoruz, sen dışarıdan gelip nasıl yetişeceksin?"

*

Bir Ramazan akşamı Bedestenli Ahmet Ağa'nın evine çok misafir gelmiş. İftar anında ev çatırdamaya başlayınca misafirlerden biri;

"Aman Ağa! Galiba çatıda bir sakatlık var. Sakın bir kaza olmasın" der.

Ahmet Ağa:

"Efendim, çatı mübarek günü tesbih ediyor!.." cevabını verince misafir şöyle der:

"Aman Ağa! Tesbih ederken cezbeye gelip de secdeye kapanmaz inşaallah."

İki kafadar Ramazanda kadı kıyafetine girip köy köy dolaşmaya ve birkaç basit soru sorup, cevap veremeyen köylüleri falakaya yatırarak para kazanmaya başlamışlar. Kadı efendinin bu durumdan haberi olunca bunları yakalatmış ve;

"Bu sabah namazının, bu öğle namazının, bu ikindi namazının, bu akşam namazının, bu yatsı namazının" diyerek kırk sopa attırıp salıvermiş.

İki kafadar köyden uzaklaşınca birisi:

"Tabanlarım sızlıyor, şurada oturup biraz dinlenelim" deyince diğeri:

"Yürü, yürü! Dinlenmenin sırası mı şimdi? Kadı efendi Teravih namazını unuttu. Eğer hatırlarsa vay halimize."

Keçecizâde İzzet Molla, bir iftarda obur bir adamın yanına düşmüştü. Adam kıtlıktan çıkmış gibi yemeklere saldırdıkça, İzzet Molla'yı sıkıntılar basıyor, midesi bulanıyordu. Obur adam bir ara elmâsiye tatlısına öyle bir kaşık salladı ki, koca bir parça sıçrayıp İzzet Molla'nın kucağına kondu ve titremeye başladı. İzzet Molla dayanamadı:

"Mübarek tatlı, şu obur adamın hışmından bana değil, Allah'a sığın!"

Zamanının zariflerinden sayılan ve kibar konaklarını neşelendiren Şirket-i Hayriye kapıçuhadarı Hacı İzzet Efendi'nin bir kaza neticesinde sağ elinin orta parmağı bükülmez olmuştu. Bir gün bir yerde iftar ederken baklavaları süratle atıştıran aç gözlü bir softa, Hacı İzzet Efendi'yi lakırdıya tutup bir iki baklava fazla yemek için:

"Hacı Efendi, sizin orta parmağınız neden öyle dik duruyor?" diye sordu. Hacı İzzet hemen şu cevabı verdi:

"Sizin gibi aç gözlülerle yediğim zaman baklavanın birini alırken ötekine işaret koymak için!"

Şair Kerîmî, Ramazanda Fatih Camii avlusunda sergi açarmış. Tatlı dilli, zarif, latife sever bir adam olduğundan devrin rical ve kibârı, şairleri oraya gelirlermiş.

Kerîmî tarih düşürmede mahir olduğundan, bir gün bir zat ona bir vefat tarihi ısmarlar. Şair bugün, yarın diyerek uzatır. Adamın mezar taşı hazırlanır, ama tarih meydanda yok.

Tarihi ısmarlayan zat bir gün hiddetlenerek:

"Be adam! Söyleyeceğin topu topu bir tarih. Bunu bu kadar uzatmanın manası ne? Bari yapmayacağım de de başkasına yaptırayım" der. Kerîmî ise şu cevabı verir:

"Canım ne yapayım? Uğraşıyorum, uğraşıyorum bir türlü herifi cennete sokamıyorum? Zorla değil ya girmiyor!"

Alışılmadık bir müzayede örneği....

Sultan IV. Murad Han'ın damadı Melek Ahmed Paşa Kuzguncuk'ta otururdu. Bu ailenin her sene tekrarladıkları bir âdetleri vardı. Konaklarındaki fazla eşyayı Ramazan ayında haraç-mezat satarlardı.

Bu mezadın iştirakçileri de pek sevinirler, aldıkları eşyaya karşı vereceklerini seve seve yerine getirmeye çalışırlardı. Belli günde münadî mezatçı bağırır:

"Bir altın kaplama sahan!..Haydi bir kapaklı altın sahan...Yok mu talibi?

"Kaça? kaça?..." diye merakla sorarlar. Mezatçı:

"Bir yetim okutmaya, bir yetim okutmaya...!"

"Benden iki yetim."

"Benden üç yetim okutmaya."

Mezatçı:

"Üç yetim okutmaya satıyorum, satıyorum, saaat, sattım! der ve bir altın kaplama sahanı üç yetim okutmak karşılığında satarlardı. Münadî başka bir eşya için:

"Bir murassâ kılıç, beş yetim okutmaya, satıyorum..." diye yeni bir rekabeti açar ve en çok yetimi kim okutmaya söz verirse o eşya da ona verilirdi.

Recâizâde Ekrem'in büyük kardeşi Celal Bey, nüktedan, önüne geleni hicvetmekten hoşlanan bir zattı.

Bir gün Bâb-ı Âlî'de, ileri gelen bazı devlet adamları bir araya gelmişler, sohbet ediyorlardı. Mevzu bir aralık servet ve ihtişamıyla meşhur olup fakat aynı zamanda ahlak ve seciyesi pek de mazbut olmayan zamane vezirlerinden birinin emsalsiz denecek derecedeki iftarlarına intikal etti: Sadaret müsteşarı Rauf Bey (Paşa) bu esnada Celal Bey'e dönerek:

"Siz, Paşa Hazretlerinin Ramazanlarını bilmezsiniz değil mi?" diye sordu. Celal Bey:

"Değil yalnız Ramazanını, ben onun Cemaziyelevvelini de bilirim!" cevabını verdi.

Bir Ramazan gecesi Meşrutiyet devrinin şöhretli simalarından Kör Kadri, Topal Faik ve Çolak Aziz, Şehzâdebaşı'nda bir çayhanede buluşarak o geceyi nasıl geçireceklerini görüşmeye başlarlar. Topal Faik der ki:

"Arkadaşlar, haydi bu gece Dârulelhan'a gidelim, doya doya saz ü söz dinleyelim.

Çolak Aziz itiraz eder:

"Yok canım, bu gecemiz biraz neşeli geçsin; Dârulbedâyi'ye gidelim de komedi seyredelim."

Bunlar aralarında Dârulelhan, yok Dârulbedâyi diye münakaşa edip dururken Kör Kadri:

"Yahu mademki bir alay sakat bir araya geldik, kalkın Dârulaceze'ye gidelim!" der.

Son devir meddahlarından Borazan Tevfik bir yaz Ramazanında Erenköyü'nden trene biner. Sıcak bir havada oruç başına vurmuş ve şişman olduğu için de sıcaktan bunalmış bir halde kompartımanın birine yerleşir. Meğer karşısında, eskiden beri tanıdığı biri Sâim (bu isim "oruç tutan" manasına gelir) diğeri Âbid (bu isim de "ibadet eden" manasına gelir) isimli iki kardeş oturuyormuş. Bu kardeşlerden biri Borazan Tevfik'e hitaben:

"Tevfik Bey!" der, "Galiba oruç seni fena sarsıyor."

Borazan Tevfik, hiç düşünmeden şu cevabı verir:

"Ne yapayı? Siz iki kardeş vazifeyi (biriniz orucu, diğeriniz ibadeti) aranızda taksim etmişsiniz. Bana gelince hem sâim (oruçlu), hem (kâim) olmak mecburiyetindeyim. Eh, bu sıcakta da kolay iş değil."

Bir zat Ramazanda hiç evine gelmez, boyuna davetli davetsiz iftarlara gidermiş. Bir akşam evine birisi gelerek:

"Bu akşam sizin efendiyi filan yerde iftara davet ediyoruz, buyursunlar" deyince, evin hanımı:

"Ramazan neredeyse bitecek, efendiyi gören yok. Siz görebilirseniz söyleyin, bir gece de kendi evinde iftara buyursun!" demiş.

Devlet dairelerinden birinde bir kalem müdürünün maiyetinde çalışan memurlar:

"Bizim şefe bir akşam baskın yapalım, iftara gidelim" diye karar vermişler. İftar topuna beş dakika kala şefin evine varmışlar. Adamcağız şaşırmış, ama belli etmeyip "buyurun" demiş. Doğru hanımına koşmuş:

"Hanım, bir misafir baskını var" demiş. Hanım:

"Efendi üzülme. Top patlayınca: Adetimiz böyledir, evvela namaz kılarız de. Birinci rekatta Yasin suresini, ikincisinde Fetih suresini oku. Yalnız kapıyı aralık bırak, pilavın yağını koyunca sesinden anlar, namazı bitirir, misafirleri buyur edersin" demiş.

Hakikaten maharetli hanımın dediği gibi yapılmış ve davetsiz misafirler yemeğe oturduklarında kendilerini doyuracak kadar yemeği görünce hayret etmişler.

Ramazan olur da Bektaşî'yi anmamak olur mu?

Bektaşîye sormuşlar:

"Ramazanla nasılsın?"

Cevap vermiş:

"Pek iyiyiz erenler; ne fakir, mübareği incitiyorum ne de o fakire dokunuyor" 

*

Bir gün bektâşîye niçin oruç tutmadığını sormuşlar:

"Vallahi tutmak isterim ama halim, mecalim yok" demiş.

"Peki iftara çağrılırsan gider misin?" demişler.

"Aaaa. Tabii ne yapar, yapar giderim" demiş.

"Canım bu nasıl olur? Allah'ın emrini dinlemiyorsun da, kulların davetine icabet ediyorsun" diye sitem edilince de:

"Eee, Cenab-ı Hak, merhametlilerin en merhametlisidir. Kullarının günahlarını affedebilir. Fakat insanlar en küçük ihmalde güceniverir. Bunun için davetleri kaçırmam" cevabını vermiş.

Ramazan hilâli, görülmeyince oruç tutmanın caiz olmayacağı meselesini bilen bir tiryaki, hilâli görmemek için evin pencerelerini kapayıp perdeleri sımsıkı örter; geceleri mahalle kahvesine giderken de başını önüne eğermiş. Nasılsa bir gün su birikintisi içinde hilâlin aksini görünce ürkerek şöyle demiş:

"Hey mübarek! Gözüme mi gireceksin? Anladık işte Ramazan başlamış!.."

*

İstanbul mizahının önde gelen isimlerinden Muhsin merhum bir akşam Deli Fuat Paşa'nın konağına iftara gider. Top zamanı yaklaşır, sofraya oturulur. Biraz sonra top atılır, oruç bozulur. Herkes kendine mahsus iki türlü zeytin, iki türlü peynir, dört türlü reçel, kandil çöreği, kazan yağlı simitle girişirler, arkadan çorba gelir. Paşa ev sahibi olmasına rağmen sofraya riyaset eylediği için çorba evvelâ kendisine takdim edilir. Fuat Paşa bir kaşık alır.

"Bu ne?" der. "Böyle çorba mı olurmuş? Götürün bu çorbayı, o ahçı olacak kerataya verin de kendi içsin!".

Çorba gider. Onu müteakip hindi ciğeri ile yapılmış Enderun yumurtası gelir. Paşa bundan da tadar tatmaz gürler...Biçâre davetliler yutkunurken gelen börek baklava da aynı akıbete uğrar. Deli Fuat Paşa'nın kötü dediğine iyi demek kimin haddine düşmüş! Herkes açlıktan guruldayan karnını dinleyerek neticeyi bekler. Nihayet sofracılar pilavı getirirler. Paşa kaşığı daldırır.

"Allah kahretsin" der. "Böyle pilav..."

Pilavın başına ne geleceğini anlayan Muhsin, hemen yerinden fırlar.

"Efendimiz" der, "sofraya oturduk oturalı bütün yemekleri ahçı bendenize ihsan buyurdunuz. Lûtf u ihsanınızı bu kulunuza da teşmil buyurarak şu pilavı da bana buyurmaz mısınız?"

*

Sadrazam Arnavut Ferit Paşa, bir Ramazan Muhsin merhumu, gelen misafirleri ağırlamak üzere teşrifatçı gibigörevlendirir. Paşa, gayet hesabî olduğu için herkesin ettiği masrafı merak eder ve "filana ne kadar harcanır" diyeceğine "filan ne bozar" diye sorardı. Paşanın hesabîliğinden sıkılan Muhsin, Ramazanı tamamlamadan sıvışmak ister. Bir bahane icad ederek veda eder. Paşa cebinden bir yarım Kremis altını çıkarır:

"Muhsin Bey! der, sen ayda ne bozarsın?"

Muhsin dayanamaz:

"Efendim, der, bendenize ramazaniyelik olarak şu yarım Kremisi verecekseniz hiç şüphesiz aklımı bozarım!"

*

Derviş Ahmet oruçlu imiş, hem de niyeti kavi oruçlu imiş. Yaz sıcak, tekkenin duvarı yıkık. Çare yok yapacak. Tam öğle güneşinde tab ve takati kesilmiş. Hararetten dili kurumuş. Nasıl gelirse gelsin diye kalaylı maşrapayı küpe daldırdığı gibi dudak kenarlarından kılla kaplı yanmış sinesine akıta akıta içmiş. Bir ses duymuş:

"Ne yaptın be? Ramazan..."

Yangınını teskin etmekten gelen büyük hazla şöyle demiş:

"Evet Ramazan, biliyorum; fakat bu mübarek her sene gelir, Derviş Ahmet ise bir defa!..."


*

Afyon tiryakisi bir adam, bir yaz Ramazanında saat onbirden sonra kahve cezvesini mangala sürüp afyonunu da elinde yuvarlayarak akşamı beklermiş. Bir aralık karısı yanına gelip adamın haline acıdığından avutmak için şöyle demiş:

"Efendi! Müjde ezan yaklaştı, müezzin minareye çıkmış!"

Bîçare tiryaki, "Hay Allah senden razı olsun" diyerek cezveye sarıldığı gibi afyonu da dudaklarının arasına almış. Bu halde kulakları ezanda iken başı ucundan bir sinek vızıldayarak geçince, ezan okunuyor zannıyla afyonu yutarak fincanı da eline almış. Hanımı bir de dönüp bakar ki adam orucu bozmuş!

"Ne yaptın efendi! Daha ezana çok vakit var! Galiba kulağının dibinde sivrisinek vızıldadı!" deyince, tiryaki kahvesini çekiştirerek şöyle demiş:

"Allah Allah! Ne yapalım! Varsın günahını sivrisinek çeksin!"

*

Ramazanlarda davetli davetsiz, tanıdık tanımadık yerlere iftara gitmenin âdetten olduğu, ancak bunun iyi niyetli bir şekilde yapılırken zaman zaman işin münasebetsizliğe vardırıldığı zamanlarda, hulûskârın biri refakatinde hane sahibinin tanımadığı bir adam bulunduğu halde bir zâta iftara giderken, yolda biri bunlara rastgelir ve yanındaki arkadaşını tanıması sebebiyle yanlarına sokularak nereye gittiklerini sorar:

"Filan zâta gidiyoruz" derler.

Bu adam iftara gidilen zâtı hiç tanımadığı halde "Ben de giderim" diyerek bulara katılır.

Derken öteden biri daha çıkagelip yine içlerinden bazılarıyla tanışıklığından faydalanarak "Nereye gidiyorsunuz?" diye sorar. Söylerler.

"Beni de götürünüz" der.

Hulûskârlar derler ki:

"Öyle ama zaten yanımızda bir tufeylî (asalak), bir de tufeylinin tufeylisi var. O zâta seni ne sıfatla takdim edelim." Adam:

"Sizin takdiminize hacet yok. O beni pek iyi tanır." diyerek peşlerine takılır.

Hane sahibi hasis bir adamdır. Böyle üç dört kişinin, bilhassa bilmediği adamların geldiğini görünce pek ziyade canı sıkılır. Hulûskâra ilk refiki için sorar:

"Bu efendi kimdir?"

"Efendim, ahbabdan filan efendi. Zât-ı âlinize gıyaben hulûsu vardır." Hane sahibi ikinciyi göstererek:

"Ya bu adam kimdir?"

"Efendim, o da bu zâtın bildiği imiş!"

Hiddetle üçüncüsünü sorar:

"Ya bu teres kimdir?"

En son peşlerine takılan bu adam arkadaşına der ki:

"Gördünüz mü? Beni nasıl tanıdı..."

*

Sağ elinin verdiğini sol eline duyurmayanlar...


Ramazan günlerinde çoğunlukla zenginler tebdil-i kıyafetle hiç tanımadıkları mıntıkalara giderler, tenha zamanları kollayarak bakkal, manav dükkanlarına girer ve sorarlarmış:

"Zimem defteriniz (veresiye defteri) var mı?"

Esnaf bu defteri çıkarınca gelen şöyle dermiş:

"Lütfen baştan sondan veya ortadan şu kadar sahifenin yekununu yapınız."

 Esnaf söyleneni yapar, gelen de kesesini çıkarır ve hesabı ödermiş. Ardından da:

"Silin borçlarını... Allah kabul etsin!" der ve çeker gidermiş.

Borcu ödenen, borcu ödeyenin kim olduğunu, borcu sildiren de kimi borçtan kurtardığını bilmezmiş. Çünkü hepsi sadece ve yalnız Allah rızası içinmiş...

*

Adamın biri ramazan günü erik yiyormuş. Bunu gören başka bir adam:

"Yahu, Müslüman olan böyle oruç yer mi?" demiş.

Adam:

"Hayır oruçluyum" cevabını verince diğeri, avurdunun şişliğini işaret ederek:

"Ağzındaki nedir?" diye sormuş.

Adam:

"Eriktir" demiş, "İftara kadar yumuşasın diye ağzımda tutuyorum."

*

Üçüncü Selim bir Ramazan günü, saltanat kayığıyla Kâğıthane deresinde dolaşırken birkaç kişinin köprü başında sofra kurarak demlendikleri gözüne ilişir.

Saltanat kayığının görünmesiyle ne yapacaklarını şaşıran adamlar, hemen işret tepsisinin üzerine bir örtü örttükten sonra hep birden namaza dururlar. Muziplikten hoşlanan Padişah, önlerinden geçerken kayığını yavaşlatır. Eğilecek olurlarsa kadehlerinin, sürahilerin şangırtısı duyulacak, belki örtü açılıp her şey meydana çıkacaktır. Bu sebeple uzun süre ayakta dururlar. Hünkâr kıs kıs gülerek yanındakilere:

"Bu namazın hiç rüku ve secdesi yok mu?" diye sorar.

Yanındakilerden biri:

"Efendim der, ne yapsınlar, mazurdurlar. Secde edecek olurlarsa bir daha başlarını kaldıramayacaklarından korkuyorlar."