Bugünün İslam dünyasının “varlıkla imtihanını” kaybettiğini düşünüyor musunuz, bu kitap sahabenin mesajını ve örnekliğini taşıması bakımından böyle bir misyon üstlenebilir mi? Bugünün Müslümanlarına nasıl bir fayda sağlamasını bekliyorsunuz?
Bu kitap, sadece tarihî ve biyografik bir çalışma olmadığı açıktır. Kitap, dolaylı da olsa maddî hayatımızı şekillendiren iktisadî gelişmeler sayesinde artan refahın karşısında bugünün Müslümanları, zenginliğin karşısında nasıl bir tavır almaları gerektiği noktasında normatif bazı açılımlarda bulunmaktadır. Madem örnek insanların başında sahabiler geliyor, o halde aralarından zengin olan sahabilerin cömertlikleri ve hayırseverlikleri de örnek alınmalıdır. Bugünün zengin Müslümanları, yoksulluğun olduğu kadar varlıklı olmanın da sosyal ve manevî yönden bazı sorumluluklar getirdiğinin idrakinde olmaları ve bu yönde hareket etmeleri halinde zenginliğin kendileri için manevî bir lütuf olacaktır. Aksi takdirde hırs ve cimrilikle varlığa kavuşan ve muhtaçları görmeyenler için zenginlik, ahiret açısından mutlaka bir felaket olacaktır. İslam coğrafyasında zengin olmuş Müslümanların kaçının bu şuura sahip olduğunu kestirmek hayli zor. Ancak şu bir gerçek ki zengin Müslümanların bulunduğu ülkelerin hemen hepsinde gelir dağılımı maalesef gayri-âdil. Bir başka ifadeyle Müslüman ülkelerde milli gelirin önemli bir kesimi çok az sayıda zenginlerin elinde olduğu için toplumsal yoksulluk ve sefalet had safhadadır. Hâlbuki Asr-ı Saadette herkesin asgari seviye bir geliri vardı. Refahtan, en alt kesimler de nasibi alabilmekteydi. Kısacası Asr-ı Saadetteki zenginlik, yoksulluğu ortadan kaldırmıştır.
O halde iktisat ilmiyle uğraşan bir ilim adamı olarak, sahabe üzerinden geliştirilmiş bir ekonomide sosyal adalet nasıl geliştirilebilir?
İslam’ın iktisat politikalarını inceleyenler kamusal ve özel iktisadî girişimlerin sosyal politikalardan bağımsız olmadığını göreceklerdir. Bu şu anlama geliyor: Medine’de Peygamberimiz tarafından kurulan ve çok kısa sürede geniş bir coğrafyayı idaresi altına alan İslam devletinin kamusal politikalarında iktisadî, malî ve sosyal politikalar birlikte yürütülmüştür. Zengin Müslümanlardan bir nevi zorunlu sosyal vergi mahiyetinde olan zekât alınmış ve muhtaçlara dağıtılmıştır. Birçok sosyal bilimcinin bildiğini zannettiği bu uygulama, bir lütuf değil modern sosyal devletlerinde bile tam uygulayamadıkları bir sosyal haktır. İslam devleti, bir aracı kurum olarak, muhtaç vatandaşların lehine bir sosyal transferde bulunuyor ve bugün bile hayal edilen bir uygulamayı gerçekleştiriyor. O da başta yoksullar olmak üzere herkese vatandaşlık gelirine bağlamasıdır. Dolayısıyla sosyal adaletin tesisi, zekât odaklı kamusal sosyal politikalarla sağlanabilmiştir. Ancak bunun ötesinde zengin sahabiler, bununla da yetinmemiş, hiçbir zorunluluk olmadığı halde sırf Allah rızasını kazanmak adına gönüllü olarak sadaka vermeye devam etmişlerdir. Sosyal adaletin daha da güçlendirilmiş olması, sivil alanda sosyal dayanışma ile mümkün olabileceğini zengin sahabiler cömertlikleri ile ispat etmişlerdir. Bugünün devletleri, Kur’ân ve Sünnet’ten esinlenerek ilk dört halifenin uyguladığı kapsamlı ve bütüncül sosyal politikalarını örnek almaları halinde sosyal adaleti daha kolay gerçekleştirebilirler. Bunun yanında sosyal yardımlaşmayı esas alan STK’lar üzerinden zengin Müslümanlar da hayır işleyerek, sevap kazanma fırsatını da yakalamış olurlar.
Zenginliğin böyle faydaları olduğuna göre günümüzün Müslümanları Allah'ın lütfu ile helal yoldan nasıl zengin olabilir ve bu zenginliklerini yine meşru yoldan nasıl sürdürebilir hale getirebilirler?
Peygamberimiz, bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuşlardır: “Şu mal caziptir. Kim onu hak ederek (helal yoldan) alırsa, kendisi için mübarek kılınır. Kim de onu aç gözlülükle elde ederse, bereketini görmez.” Onun için bizler hakkımızda hayırlı ve topluma faydalı olması şartıyla zenginliği talep etmeliyiz. Aksi takdirde mevcut olanla yetinmekte fayda vardır. Harama bulaşmaktansa, helalinle yetinmek ve Allah’tan başkasına muhtaç olmamak da büyük bir marifettir. Ancak şu da bir gerçek ki kişi, rızkına kanaat edip rızkın bereketli olması için dua ederse Allah, o kişiye karşı çok lütufkâr da olabilir. Zaten karşılığında kulluğun dışında bizden hiç bir şey beklemeden lütfu keremiyle en büyük ihsan, ikram, iyilik, yardım ve güzellikte bulunan yalnız Allah’tır. Eğer kişi, zenginliği sırf kendisi için değil aynı zamanda hayır için de talep ediyorsa ve bunu yerine getirebileceğine inanıyorsa Allah’a, tıpkı Hz. Sa’d bin Ubade’nin yaptığı gibi şöyle duada bulunabilir: “Allah’ım! Bana izzet bahşet; cömertlik olmadan izzet olmaz, mal (zenginlik) olmadan da (yeterince) cömertlik olmaz. Allah’ım! Az mal bana yaramaz, ben de onunla salah bulmam.” İsterseniz ben size kısaca helal yoldan zengin olmanın ve bunun nasıl sürdürebilir olduğunu maddeler halinde sunayım.
1. Kişi, dinî emirlere samimiyetle riayet ederse zengin olabilir. Bunun için ilk önce tövbe istiğfar ederek, haramdan kaçınmalı ve helale sarılmalıdır. Namazlarını kılmalı, dua etmeli ve sabretmelidir. Sık sık Kur’ân-ı Kerîm okumalıdır. Oruç tutmalı ve sahura kalkmalıdır.
2. Manevi ve ahlâki duruş açısından doğru bir bakış sergilerse zengin olabilir. Bunun için malın bir imtihan ve emanet olduğunu anlaması lazım. Rızkın sadece Allah’tan geldiği bilincine varması lazım. Takva, tevekkül, rıza, kanaat, şükrü ve mütevazılığı elden bırakmaması lazım. Böbürlenmemeli ve kimseyi kıskanmamalıdır.
3. Sosyal ekonomik yönden doğru davranışlarda bulunursa zenginliğine zenginlik katabilir. Bunun için başta muhtaçlar olmak üzere herkese selam vermelidir. Zekâtın yanında tasadduk da bulunmalıdır. Muhtaçlara borç vermeli ve borçluların borçlarını ödemelidir. Anne-baba, yaşlılar, yoksullar, engelliler ve yetimler olmak üzere korunmaya muhtaç insanlara her türlü iyilikte bulunmalıdır.
Geleneğimizde “çok mal haramsız olmaz” diye bir anlayış vardır, kitabınızın arka kapağında da bu tip deyimlerin yanlışlığına gönderme yapmışsınız, sizin incelemelerinize göre bu böyle midir?
Hak ölçülerini esas almayan bir sosyal sitemde helal yoldan ileri derecede zengin olmak hayli zor gibi görünmektedir. Zengin olanların önemli bir kesimi de helal-haram kıstaslarını dikkate almadıkları için toplumda öyle bir algı oluşmuş olabilir. Ancak bu ifade, bu tespitin ötesinde kanaatimce farkına varmadan yanlış bir mesaj da yansıtıyor. O da şudur: Madem zenginlik, ancak haram yoldan elde edilebiliyor o halde Müslüman, zengin olacağına yoksul kalsın daha iyidir. Böyle bir sonuç, Müslümanları tembelliğe sürükleyebilir ve pasifleştirebilir. Müslüman, nasıl ki ilim için ta Çin’e kadar gitmeli ise helal yoldan para kazanmanın yollarını aramalı ve gerektiğinde helal kazanç için uzaklarda rızkını aramalıdır. Allah, Hz. Ömer (ra)’in ifadesiyle gökten para yağdırmaz. Rızkı veren Allah’tır. Çalışmak, sadece sebebe yapışmaktır. Sebeplere yapışmak ise hem vahyin, hem de Sosyal Sünnettin bir parçasıdır. Her halükârda biz dünyada yaşadığımız sürece rızkımızı aramakla yükümlüyüz. Karamsarlığa kapılmamıza gerek yok. Çünkü takdir edilen rızık, bizi er veya geç bulacaktır. Allah, onun için Müslümanları iş veya ticaret yapmalarını emretmektedir. Kur’ân-ı Kerîm’in ifadesiyle “Allah’ın nimetlerini aramak” için sağlıklı Müslümanlar, gerektiğinde uzun yolculuklara bile çıkmalıdırlar. Helal rızık elde etmek niyetiyle ticaret maksadıyla evinden veya yurdundan uzaklaşanlar, Allah yolunda cihat edenlerle eşdeğer görülmüştür. Muzemmil Suresinin 20. ayeti bakın ne diyor: “Allah, içinizden hasta olanları, Allah’ın lütfundan rızık arama üzere yeryüzünde dolaşacak olan kimseleri ve Allah yolunda cihat edecek olanları şüphesiz bilir.”
Biz Hz. Peygamber'i fakir olarak tanıyoruz, ama aslında özellikle Hz. Hatice ile evliliği ile birlikte refah seviyesi bir hayli yükselmişti; zira Hz. Hatice mülklerinin yönetimini sevgili eşine devretmiştir, Peygamberimiz'in bu varlığı nasıl tasarruf ettiğini biliyor muyuz? Hz. Hatice (r.anha)'nin vefatından sonra Peygamberimiz bu varlığı nasıl kullanmış? Çünkü risalet öncesinde olduğu gibi daha sonra da mütevazı bir hayat yaşadığını biliyoruz.
Duha Suresinde Cenab-ı Hak, Peygamberimize “Allah, Seni yoksul iken, (Hz. Hatice’nin malı ile) zengin etmedi mi?” diyerek, Peygamberimizin aslında hem manevî hem de maddî himaye altında olduğu belirtilmektedir. Kureyş kadınları içinde soyca en üstün, şerefçe en büyük, servetçe en zengin olan Hz. Hatice (r.anha) validemiz ile evlenmesi tamamen Allah’ın bir lütfudur. Hz. Hatice (r.anha) validemiz, Peygamberimizin bereketli girişimleri ile daha da zenginleşti. Ancak eskisinden farklı olarak Hz. Hatice (r.anha) validemiz, Peygamberimizin sosyal duyarlılığı sayesinde daha da cömert olmuştur. Evlerinde her akşam yoksullara yemek yedirmek âdet hâline gelmişti. Peygamberimizde zaten var olan gönül zenginliği, Allah’ın murat etmesiyle maddî zenginlik ile birleştirildi. Maddî ve manevî zenginliği birlikte yaşayan Hz. Muhammed (sav) ve sevgili eşi, birden Mekke’nin en cömert ailesi oluverdi. Mallarını Allah yolunda harcamaları, özellikle vahiyden sonra kat be kat artmış oldu. Servetleri, işkence gören kölelerin azat edilmesi, yetimlerin mutluluğu, aç ve susuz kalanların ihtiyaçlarını karşılamak ve üç yıl boyunca uygulan boykottan zarar gören Müslümanların maddî sıkıntılarını hafifletmek için sarf edildi. Boykota uğrayanların ihtiyaçlarını gidermek için Hz. Hatice (r.anha) validemiz, bütün servetini nihayetinde bu uğurda harcadı. Başkaları aç iken, O ve eşi tok bir gün geçirmediler.
Son olarak neler söylemek istersiniz?
Peygamberimiz, “Ahir zamanda insanlara daha çok para pul gerekecek. Ta ki, onunla din ve dünyalarını ayakta tutabilsinler” buyurmuşlardır. Demek oluyor bugün biz dünya ve din ihtiyaçlarımızı karşılayabilmek için maddeten özgür olmalıyız ve yine maddeten başkalarına faydalı olabilmeliyiz. Bu bağlamda kulluk şuuruna vakıf olan ve dolayısıyla her şeyi inancına hizmet ettirmeyi gaye edinmiş Müslümanların Allah’ın lütfu ile zengin olmaları, İslam dininin izzetini her alanda korumak açısından son derece önemlidir. İktisadî gelişmenin çok önemsendiği ve toplumsal refahın bir gelişmişlik kriteri olarak benimsendiği küresel bir dünyada, Müslümanların gerek ilmî, gerekse maddî alanda yetersiz ve zayıf kalmaları, İslam’ın yüceliğine gölge düşürür. Günümüzün Müslümanları, küresel rekabetin yoğun olduğu bir dünyada kendi değerlerini korumak ve yaymak istiyorlarsa, hem manevî, hem de maddî yönden güçlü olmalıdır. Onun için şuurlu bir Müslümanın, dünya için değil ama dünyada yaşadığı sürece adandığı dava için yani Allah’ın dinini yaşamak ve yaşatmak için güçlü olması gerekmektedir. Dolayısıyla bu halis niyetlere sahip olan Müslümanların zengin olmak istemelerini sadece takdirle karşılamamalıyız, aynı zamanda teşvik de etmeliyiz.