“Bir açgözlülük saplantısı içindesiniz, mezarlarınıza girinceye dek süren.
Zamanı geldiğinde anlayacaksınız! Evet, zamanı geldiğinde anlayacaksınız!
O gün hayatın nimetlerine karşı yaptıklarınız için mutlaka sorguya çekileceksiniz!”
Tekasür; çokluk; para, çok giysi, çok ev, çok araba, çok bilgi, çok sevgi, çok eşya, çok arkadaş, çok eş, çok fikir, çok din -çok tanrı- anlamına geliyor. Daha güzeli, daha iyisi, daha pahalısı, daha markalısı derken sonu gelmiyor.
Peki, şimdi ne olacak. Her şey ne kadar çok…ken ne yapacak insan?
Sadece bir şeyin çokluğu durumunu düşünelim. Mesela paranın çokluğunu. Çok kazanmayı ve çok harcamayı. Daha çok kazanmak için kendini ve aslında her şeyini kaybetmenin hikayesini... Doyumsuzluğuna saplanmış kalmış olmanın ağıdını okuyalım.
Düşün bir:
Çok parası olmak ne demektir? İhtiyaçlarını güzelce karşılamayı bir kenara bırakırsan -eğer hakiki bir emek karşılığında kazanıyorsan- o emeği sarfederken bütünüyle “kendini” harcadığın anlamına gelir. Emeğinden, zamanından veriyorsun demektir. Yani çok kazanman, çok emek vermen, çok zaman vermendir. Kendini kendine veremeden, mesela kendinle tanışmadan, tanışsan bile kaynaşmadan, işinden başka özel ilgilerine, tamamen sen olan, safi sen olan yanlarına eğilemeden yaşıyorsun demektir.
Sadece bu mu? Yakınlarınla tam tanış olamadan, olsan bile gittikçe yabancılaşarak, sabah erken gidip, akşam geç dönerek; konuşup dertleşmeyi bırak, şöyle kaygısız bir çay içimi muhabbeti bile çok defa yapamaman demektir. Çocuklarını sensiz, eşini yalnız bırakmandır. Çok para senin baba veya anne olman değil, bir banka-kredi kartı, bir harçlık olman veya alınan pahalı bir eşya olman demektir. Sen yoksun. Onları kendi yerini doldursunlar diye, seni aramasınlar diye temsilen bırakıyorsun.
Dahası var. Çok para demek kendinden, kendi hayatından, yakınlarından dahası en başta Yaratan’dan kopman demektir. Gittikçe dingin ve enim konum yapılacak bir ibadete vaktin kalmaz. Hızla ve tam olarak halleşemeden ayrılırsın Allah’tan. Yoğunsundur. Yaratan’ın randevularını hep ihmale başlarsın. Sonrasında da ilkelerini işte birer birer. İlla bu olur demesek bile iyimser bir bakışla, genellikle böyle olur diyebiliriz. Genellikle olması da kınamak için yeter.
Bilirsin. Kendinle görüşemediğin pek çok geceler geçer. Ki başkalarıyla görüşebilesin. Gündüzleri konu bile edemezsin. Az paran varken senin güleryüzünden, muhabbetinden doyanları, artık daha çok pahalı hediyelerle, yemek ısmarlamalarla kandırmaya çalışırsın. Herkes bilir ki sen bir eşya veya lüks bir restorandaki yemekle kıyaslanamayacak değerdesin. İnsansın. Babasın. Annesin. Kardeşsin. İşte birinin sevdiğisin. Canısın diğerinin. Ciğerisin. Yavrususun.
Değiştim mi? Sorusunu sormaktan kaçmak demektir çok kazanç. Çünkü değişmişsindir genel olarak. Eski sen değilsindir. Yanağından makas alamaz rüzgâr, güvercinlere yem atmayalı çok zaman olmuştur, hiç bir kedinin başını okşamadan yaşamak nedir iyi bilirsin. İyi bilirsin çiçek toplamamanın ne demek olduğunu. Toplu taşım aracına nasıl binilir, nasıl inilir, nasıl yer kapmaca oynanır onu da bilmezsin. Tramvaydaki anonsu, durak isimlerini, güzergâhı da... Yol kenarındaki dilencilerin çocuklarının neden hep uyuyor ve uslu olduğunu, simit kokularının birbiriyle yarışını filan bilmemek demektir çok parası olmak.
Yol kenarında beklerken üşümeyi, görgüsüzce yağmur birikintisinin üstünden geçen kabalığın sende bıraktığı kiri de bilmezsin. Bildiklerin bellidir. Sınırlıdır. Daha çok rakamdır. Ve türevleri işte. Muhasebecilerine güvenemezsin. Gönlün borsada. Aklın kasada. Tedirginsindir. Senin kendinden, hayatından, yakınlarından çalarak elde ettiğin bu varsıllığı kimler senden alacak diye... Hep tedirginsindir.
Çok kazanmak hayatı dokunmadan yaşamaktır. Ne koklayabilir, ne dokunabilir, ne sarılabilir, ne okşayabilirsin hayatı. Bir nevi ölmek gibi. Sen yaşarsın da hayat senden yana ölür. Küser. Geri çekilir. Yaklaşmak istemez. Çimen çekilir ayaklarının altından. Rüzgâr ve yağmur öpmez gözlerinden. Çocukların odalarına kapanır. Eşin başka şeylere açılır. Sen yoksundur. Cüzdanınız zengin hayatınız yoksuldur.
Beraberlikler az sayıda olabildiği için gittikçe soğuk törenlere dönüşür. Gösterişe. Görüşmeye değil görmeye dönüşür. Öyle uzaktan. Üstünkörü...
Tam bir yüktür çokluk. Çokluğun içinden ihtiyacını alıp, gerisini paylaşmak zorundasındır. Yani daha çok kaznaıyorsan başkaları için ve sadece paylaşmak için kazanıyorsun demektir. Tabii ki müslümansan böyledir. Paylaşmadığın tam bir baş belası olarak sana ve hayatına geri döner. Sözgelimi temel bir emir olan zekât; temel ihtiyaçlarını karşılamış, belli bir limite ulaşmış insanların başkalarının temel ihtiyaçları için ihtiyaç fazlasını, başkalarının az-l-ığına/ maddi yetersizliğine katkıda bulunması için paylaşmaktır. Dahası da var. Zekât kesinlikle olması gerekendir. Kesinlik arzetmeyen paylaşımların, gönüllü olanlar ise hayatın akışkanlığı kadar tabii olarak hep olması beklenir. Adı anılmaksızın. Gizlice, hep. Yemek gibi, içmek gibi bir eylemdir ki İslam başlı başına, her fırsatta paylaşmaktır. Hem de herşeyini. Paylaşılabilecek neyin varsa.
Böyledir çokluk. Yokluğun başıdır, varlığın en tepesi. Bir noktadan sonra kazandığın sandıklarını, tek tek neleri kaybederek kazandığını anlarsın. Anlarsın kazanılan her fazlalığın aslında bir azlık, yoksulluk olduğunu...
Doyumsuzluk doymaz. Fakat kanaattir doyan.
Sadece para değil. Herşey için geçerlidir aynı hikâye... Bir tek hikmet hariç diye bilirim.
Tekasür; çok para, çok giysi, çok ev, çok araba, çok bilgi, çok sevgi, çok eşya, çok arkadaş, çok eş, çok fikir, çok din -çok tanrı- anlamına geliyor. Daha güzeli, daha iyisi, daha pahalısı, daha markalısı derken sonu gelmiyor. Peki, şimdi ne olacak. Her şey ne kadar çok… -ken ne yapacak insan?
Çok seçenek seçememektir. Kendini bile seçemezsin. Hangisi senin başındı. Hangisi senin kalbin. İçlerinden... Hangisi ilahındı. Hangisi hayatın...