Tekvir: "Nereye Gidiyorsun?"

Yolun sonunda ne var?

Hz. Peygamber’in, O’nunla çağların ötesinden yaptığımız bir sohbetinde “Kıyamet sahnelerini seyretmek istiyorsan/ız Tekvir, İnfitar ve İnşikak isimli surelere bir bak/ın” dediğini hatırlarım.

Şimdi Tekvir suresinin satırlarında mukabeleye devam ediyorum.

Daha başlarken “Neler oluyor? Hiçbir şey eskisi gibi yerli yerinde değil! Güneş nerde? Ya yıldızlar? Dağlara yaslanan kentler? Barbar uygarlıklar ve medeni barbarlıklar... Hepsi, hepsi neredeler?” soruları arka arakaya gelir zihnime. Daha “neler oluyor böyle?” demeye kalmadan Allah (cc) sorar. “Bu Kur’ân aşağılık bir şeytan sözü değilken siz hepiniz/sen nereye gidiyorsun?”

Tekvir suresi bir hazırlık duyurusunu andırır.

“Sonumuz ne olacak?” sorusunu sık sık soranlar için verilmiş bir cevaba benzer. İnsanın sonunu bilmesi, sonunu seçebilmesine de imkân verdiği için, başlangıcı düzene koyacak bir son/uç bilgisi olarak Kitap’ta yer alır. Hayatın sonlandırılacak olması can sıkıcı bir mevzu gibi dursa da sonlanmayacağını düşünmek; sonsuzluk da bir o kadar hazmedilmesi, bir yere oturtulması güç, muğlak/ henüz yaşayıp görünceye değin pek de algılayamayacağımız bir konu gibi durur.

İşte Tekvir suresi de o sonu başlatır. Kıyamet sahnelerini şimdiden hayalimize almamızı salık verir. Gelecekte şimdi ayaklarımızın, elimizin altında sabit duran, baki/ kalıcı gibi duran hiçbir şeyin böyle sabit, böyle yerli yerinde durmayacağı söylenir. Zemini kıyamet/ büyük dünya depremine göre etüdü yapılmış hiçbir yer yoktur. Hiçbir mimari o ilahi devrimden, depremden arta kalmayacaktır. Bu durumda akla düşen şey; ‘zorunlu deprem sigortası’ denilen şeyin uhrevi karşılığı; sanırım her şey yıkılsa da ayakta kalacak olanın ne olduğudur.

Gerçekten de yıkılmayan, yok olmayan, kalıcı olan hakiki bakıyemiz nedir biz insanların?

Buna göre aslında varlık bütünüyle bir yolculuktadır. Tıpkı insan gibi...

Yoldadır. Yürüyordur; duruyor sanılsa da. İşte o yolun sonunda böyle olağanüstü gelişmeler olacaktır. Güneş karanlığa defnedilecek. Sistem dağılacak. Dünya ayaklanacak. Dağlar daha belirgin büyük adımlarla uygarlıkları, kentleri, güç ve iktidarları ile birlikte yerinden oynayacak. Dengeler değişecek. Denge diye bir olgu kalmayacaktır belki de.

Hep bir gelecek hazırlığı için hayatı telaşa verme gibi görünür ilk bakışta bu tarz sureler. Özellikle kıyametten bahsedenleri. Her biri bir sonu haber veren birer habercidir. Bir an, insan için sadece ve sadece geleceğin önemli olduğu, başkaca hiçbir şeyin, mesela ‘şimdi’nin önemsiz olduğu hissini yaşatırlar. Haber vermeleri; insanın şu an üzerinde yaşadığı, gözlerine resimler koyan mevcut, alışılmış, bir bağ kurulmuş bütün manzaraları yıkmakla; dağları yerinden oynatmak, kurulu düzenleri sarsmak, insanın yürüdüğü yeri, toprağı, zemini ayaklarının altından çekivermek, güneşin gözlerinin karararak yere düşmesi, bütün bir sistemin çökmesiyle başlar. Yıldızların sanki geçici dünya hayatının popüler ışıltılarının sönmesi anlamında bir bir ayakları kayar. Her biri artık duygusal bakışların heyecanla baktığı şehri tam ortasından bölen bir kaykay gösterisi zevki olmanın çok ötesindedir. Bir dehşeti oynamaktadır dünya artık. Dağlar, dağa yaslanmış olanlar, dağ gibi yığılı servetler, iktidarlar, kurulu düzenler yıkılır başlara. Garip, hiç beklenmedik, inanılması güç gelişmeler olur. Denizler mesela artık serinlik veremez hale gelir. Her şeyin bilindik yapısı değişime uğrar. Her şeyin sonu önünden çok başka türlü gelir. Ve elbette insanlığın da sonu gelir. İnsanın...

Dünya dönmez artık. Durur. Hayat da.

İnsan yol almaz artık. Durur.

Yapıp ettikleri yeterince birikmiştir. Hesabı görülecek kadar.

Özellikle insanın, “kız çocuğuna”, kadına, masumiyete, şefkate, nezakete, kırılganlığa karşı ikinci sınıf insan muamelesi yapmış olması büyük bir sorgulama konusu olarak karşısına çıkar. Sadece cinsiyet kaynaklı üstünlük ilanı, tıpkı şeytanın “ben ateşim, elbette toprak insandan üstünüm” demesine benzer. Erkeğin birinci sınıf insan/ üstün kul olarak kendini hemen her şeyde, din algısında bile öne çıkarması, hakları kendine, ödevleri diğer cinsiyete yüklemek suretiyle egemenliğinin keyfini sürmesi muhakkak karşısına çıkacak uhrevi bir sorudur. Bu soru elbette şimdiki zaman gündeme alınması gerektiğini hatırlatır. Yeni dönemde, yeni hayatta yapılan yanlışlar gözler önüne serilecektir. Zaten kıyamet; kesin bir adalet için yapılan ilahi bir devrim gibidir.

Kur’ân’ın soruları, bir gün toplu bir şekilde sınava girilecek ve kitapçıklarda işaretlenecek türden değildir. Hayat içinde yaşanarak cevapları verilir veya verilmez türdendir.

Son bir değerlendirme zamanı... Ve insan böylesi bir telaşlı günde o güne kadar önem verdiği, hiç yanından ayırmak istemediği, en değerlisine bile, “on aylık gebe devesine” bile en ufak bir ilgi gösteremeyecek kadar telaşa düşmüştür. Şu an, şimdisinde nelerin çok değerli olduğunu sorgulatır bu sure insana. Şu an hangi şeye, kime değer veriyorsan o gün ona bile ilgisiz kalacak duruma düşeceksin. O gün sana bir değer katan tek şey; kulluğun, yani Allah önündeki duruşun, insan olma çaban olacak, der.

Çöker insan yere. Düşünür kendi kendine tam burada... “Benim uğruna herşeyimi verdiğim, değer dediğim şeyler gerçekten de buna değer mi? Benim hakiki değerlerim nelerdir? O gün ben kimsesiz kalakalmışken bana sahip çıkacak olan şeylerim... Nelerdir?”

Kur’ân şeytani bir söz değilken “Nereye gidiyorsun?” sorusu sorulur insana. “Fe eyne tezhebun?/ Nereye gidiyorsunuz?” sorusu yol sorgulaması gibidir. Farklı farklı yollar bulmuş ve o yollarda, o izlerde yürüyen, koşan, yorulan, oturan, yatan, çöken insanlara sorulur.

...

İşte o Kur’ân’ın bahsedip durduğu gelecek gelmiş çatmıştır. Kaderin son günü...

Ahiret ilk bakışta bir sondur. Yeni bir başlangıca gebe olsa da.

Sonuçtur. Dünya yaşamı boyunca hemen hergün yapılan tercihler yığınının toplamından, nedenlerden ortaya çıkan tabii sonuç. İnsanın kendi elleriyle yapıp ettiklerinin tümünden kazanılan yeni bir hayatın ilk adımı... O ilk adımın yönünü belirleyen adımların sonuncusu.

Ahiret edip eylemelerimizle kendimize hazırladığımız bir gelecek, yaşam madalyonumuzun ikinci yüzü. Ne varki sadece iyi bir gelecek olarak bakarsak şimdimizi es geçmemiz, adeta hiç yaşamamamız, özellikle yaşamın tadı diyebileceğimiz farkındalığın uzağında, gözleri hep ufka asılı olduğu için gözünün önündeki güzellikleri hiç göremeyen bir dünya körü, yaşam engellisi mi olmamız gerekiyor? Hiç sanmıyorum. Geleceğin bu denli önemli gösterilmesi ve iki de bir “Yakındır, geliyor, geldi gelecek, hazır mısın?” şeklinde gün içine telaş vermesi, hepsi hepsi şimdi iyi nitelikli yaşamaya davettir.

O halde kıyamet sureleri, iyi bir gelecek hazırlığı olduğu kadar, iyi bir ‘şimdi’nin de yaşanmasını ister. ‘Şimdi’yi, ‘an’ı en güzelinden, en doğrusundan yaşamaya çağırır.

O yüzdendir ki Tekvir suresinin ikinci bölümünde, kıyamet sahnelerinden hemen sonra; insanın ‘şimdi’sini, bu dünya hayatını dosdoğru yaşamasını insana teklif eden, üstün yaşam ilkeleri olan vahye karşı güven telkin eden ayetler vardır.

Kur’ân şeytani bir söz değilken “Nereye gidiyorsun?” sorusu sorulur insana. “Fe eyne tezhebun?/ Nereye gidiyorsunuz?” sorusu yol sorgulaması gibidir. Farklı farklı yollar bulmuş ve o yollarda, o izlerde yürüyen, koşan, yorulan, oturan, yatan, çöken insanlara sorulur. Şu an içinde bulunduğunuz yol ve yürüyüş biçiminizin gerçekten sizi nereye götürüyor olduğunu biliyor musunuz? Yolunuzun sonuna dair bir bilginiz var mı? Bu konuda bir basirete sahip değilseniz nasıl bu kadar rahat yürümeye devam edebiliyorsunuz? Gibi sorular çoğalır bu sorudan.

Tekvir suresi, bir yol bilincidir. Okuyanı her zaman yürürken durdurup sorar: “Nereye?”