Tin: Seç Kendini Kendinden

İncir ve zeytinin yetiştiği memleketleri bir düşün. Dolaş hayalen. O bereketli topraklarda incirden ve zeytinden doyarak kimler yaşadı, kimler öldü, kimler geldi, kimler geçti… Kimler neler yaptı? Şu anda kimler neler yapıyor o topraklarda ve diğer memleketlerde?

Portakalı, kayısıyı, pamuğu düşün. Portakalın memleketini. Veya Hindistan cevizinin. Fark etmez. Verilen bütün nimetleri düşün. O nimetlerin sembolü olduğu toprakları, memleketleri, olumsuz uygarlıkları, olgun medeniyetleri, gelenekleri, kültürleri bir gözlemle.

Mesela Sina Dağı’nın eteklerinde,  hayatının, düşüncelerinin yalnızlığında tatmin olmayan ve kaynağının peşine düşen, O’nu arayan, anadan-babadan öte aslıyla tanışmak, konuşmak, halleşmek isteyen Kelimullah’ı düşün.

Sen de arıyor musun öz bağının düğüm noktasını?

Çözülüyor musun yaşadığın kentin eteklerinde zaman zaman?

Kıyıda, çarşıda, pazarda, işte-güçte, kalabalıkta, vaazda, camide, toplantılarda, eğlencede bunaldığın ve terk edip gidip her şeyi en derininde sızım sızım sızlayan kaynağının ilk ve son, ezel ve ebed g/özünü aradığın oluyor mu?

Musa (as) gibi “konuşmayı” O’nunla… Çok özlediğin oluyor mu?

Elinde Kelamullah/ Kur’ân olduğu halde “hiç konuşamamış olmak”tan zırıl zırıl ağlamaklı bir halde hatim duası ettiğin oluyor mu?

Hiçbir muhabbetten tatmin olmadığın, bütün iletişim araçlarını kırıp dökmek istediğin, televizyonları mahzene indirmek, radyoyu –tıpkı bir zaman gâvur icadı diye eve kabul etmeyen dedenin korkusundan babanın yaptığı gibi- karyola altına ittirmek; din adına, hayat adına, siyaset, bilim, sanat adına konuşup duranların çenesini, içinden dalga dalga yükselen sükûnetle kapatmak istediğin oluyor mu senin de?

Senin bir Sina’n var mı? Bir Hira’n?

Şöyle varlık kaynağınla, aslın ve sonsuzluğunla, seni dünyaya getiren, besleyip büyütenin, yetiştireninle, bütün araçları, aracıları, vesileleri, sebepleri geçe geçe görüşüp konuşmak, oturup her şeyini bir bir g/özden geçirmek, ne idüğünü iyiden iyiye dosdoğru sabitleyip öylece şehre inmek istediğin oluyor mu?

Sen de arıyor musun dilsiz bir dildaşlığı?

Yalan kıpırtıların hepsinin artık bir durulup dosdoğru bir devingenliğe evrildiğini göresin geldi mi senin de?

Dil kıpırdamadan nasıl gönül dolusu konuşulur, bir görmek mi istiyorsun?

Sen de Musa (as) gibi Sina’nı, Muhammed (sav) gibi Nur’unu, Hira’nı, İsa (as) gibi Zeytin dağlarını mı arıyor musun?

Güvenli toprakların, Mekke’nin, yakın ve uzak çevresinin ne kadar güvensiz hale getirildiğini sen de görüyor musun? İlahi bir tebeşirle güven dairesine alınan, imanın ilk ve hep doğduğu, yenilendiği ve dünyaya çoğaldığı, tevhidin doğum evinin memleketin ve diğer memleketlerin, uygarlıkların geçmişteki ve şimdiki hallerine bakıyor musun?

Dünya iyi için, iyiler için, iyilik için, yaşamak ve yaygınlaştırmak için yeterince güvenli mi?

İnsan Yaratıcısına güvenmiyor mu artık?

Yaratan insana güvendiği ve dünyayı ona bıraktığı, vakti gelince sorgulamak kaydıyla onun sorumluluğuna verdiği halde…

Düşünüyor musun bunu?

En güzel öz ve biçimde yaratılmış olan insanın, en çirkin öz ve biçime doğru gerisin geriye nasıl dönüp gittiğini sen de görüyor musun?

Tümüyle insanlığı tek bir insan gibi hayal etsen, insanlığın bütününü gözden geçirsen, karşına nasıl bir insan çıkardı bir düşün? Karşına insan mı çıkardı? İnsan geldiği bu çağda kendisinin en üstüne mi çıkabilmiştir? Kendisinin en altına mı inmiştir bir düşün? “ahseni takvim” mi, “esfele safilin” midir insanlık topyekûn şimdilerde, bir düşün.

Tümüyle insanlığın genel durumunu gözden geçirirken senin bir fert olarak bu duruma iyi ve kötü, olumlu ve olumsu katkılarını da gözden geçir.

Sen “ahseni takvim” ve “esfele safilin!”sin. İyilik ve kötülüğün güç kaynağısın. Kendinden imtihanlısın. Kendinden sorulu, sorgulu, cevaplısın.

Sen bir savaş meydanısın unutma. İyiliğin özüyle, kötülüğün özsüzlüğü seni meydan kılmış kendine. Böyle yaratılmışsın. Hem iyisin, çok iyisin. Hem kötüsün, çok kötüsün. Hem yükseksin, çok yüksek. Hem alçaksın. Çok alçak.


Tümüyle insanlığı tek bir insan gibi hayal etsen, insanlığın bütününü gözden geçirsen, karşına nasıl bir insan çıkardı bir düşün? Karşına insan mı çıkardı? İnsan geldiği bu çağda kendisinin en üstüne mi çıkabilmiştir?

İki özlüsün.

İyiliğin o sadeliği, sessizliği, emeği, amaçlılığı, anlamlılığı, borçlu mahcubiyeti, “olamadım” hüznü, alçacık gönlüyle; kötülüğün o sert ve çirkin kabuğu, yaldızlı ve ayartıcı aksesuarları, araçları, gereçleri, fani tatlar, hazlar, sığlıkları kıyasıya çarpışıyor içinde…

“Gerçek şu ki biz insanı en güzel şekilde yaratırız ve sonra onu aşağıların en aşağısına indiririz.”

Merdivensin sen. En alt basamağının dipsizliği ile en üst basamağının sonsuzlukları arasında hızla soluk soluğa inip çıkan, bazen başı bulut, bazen ayağı çamur olan bir varlıksın.

Hangi basamağında çömeleceksin?

Hangi basamakta öleceksin?

Karar ver. Ya olabildiğince bütün sığlıkları, kendine yakışmayanları, nahoşlukları, erdemsizlikleri aşağılarda yapayalnız, insansız bırak. Ya yukarılarda ol. Yaşa!

Ya despot bir kukla, bir diktatör, alçağın teki, huysuz, günahkâr, hazlarının zavallı sürüngeni, işsiz yaygaracı, emeksiz kargaşacı, hep ergen, sürünün kötüsü, bir gölge ol. Ya aşağılarda öl. Geber.

Ölüp gideceksin ne olduğunu bilmeden. Yorulmadın mı ey nefsli, bir aşağı bir yukarı gelgitten.

Seç artık kendini kendinden.