Umre: Hem Aşk Hem Emek (2)

20 Şubat 2017

Umre yolculuğumun Medine bölümünü daha önce bu köşede anlatmıştım. Şimdi Mekke bölümünü yazmak için notlarıma başvurduğumda, her bir notun somut bir sahne halinde gözlerimin önünde canlandığını ve beni içine çektiğini fark ediyorum. Nice dünyevi tasa ve hedefin uzağında olmanın sağladığı bir zihin berraklığı kazanıyor insan ihrama girerken ve tavaf sırasında. 

Kahvaltının hemen ardından toparlandık ve mümkün olduğu kadar erken çıkmaya çalıştık Medine’deki otelimizden, ihrama girip Mekke’ye gitmek üzere. Yine de gruptaki hasta ve yaşlıların bir araya getirilmesi kolay olmadı ve öğleden sonra ikiyi buldu çıkışımız. Çoğumuz Mescid-i Nebevi’ye veda etmeye gitmiş ve ancak dönebilmiştik.  İhram namazında İhlas ve Kâfirun sureleri okunacakmış; buna benzer bazı bilgilerin yazılı olduğu kitapçığı okudum bir süre. Yolculuk boyunca şaşırtıcı işler geldi başımıza, mesela umre yolculuğuna diyaliz paketleriyle gelmiş olan hasta ve yaşlı bir kadın, bir mola yerinde düşerek ayağını incitti. Yolun bir noktasında Cidde’deki akrabaları gelip aldılar bu sevimli yaşlı kadını. Birkaç tatsız olay daha yaşadık ama umre aşamaları sabırlı olmayı öğretiyor insana. Gece yarısını buldu Mekke’ye ulaşmamız.

Medine’den ayrıldıktan hemen sonra ihrama gireceğimiz (Mikat Yeri olarak bilinen)  Zülhuleyfe (Âbâr-ı Ali)’de mola vermiştik. Doğrusu çok farklı bir ruh haline bürünüyor insan. Hepimize ait ortak bir hareketi kusurlarından arındıran bir yürüyüşün içinde olduğumu hissediyordum. İhramdan çıkıncaya kadar ne bir saç telimi koparabilir ne de kokulu sabun kullanabilirdim.  Bu arada ak bir kale havası uyandıran Zülhuleyfe Mescidi’nin mimarisini çok beğendiğimi de belirtmeliyim. İhramlıya özgü hassasiyetleri güçlendiren bir karşılaması ve uğurlaması vardı. Ziyaretçilerin birbirlerine karşı davranışındaki incelik ve şefkat ise kalabalık bir ailenin fertlerine özgü bir muaşereti yeniden öğretiyordu. Ümmet olmanın icaplarını hatırlatan bir yolculuktu bu.

Mekke’ye havayı serinleten deli dolu bir yağmurla girdik. Öylesine heyecanlıydım ki o ilk karşılaşma anlarının izlenimleri konusunda, yağmur can sıkıcı bir perde oluşturdu şehirle aramda. Fark ettiğim kadarıyla ise Mekke’nin giriş bölgeleri ilk bakışta bakımsız ve dağınık göründü gözüme.

Kendi haline terk edilmişe benzeyen yoksulların yaşadığı mahallelerden söz ediyordu tecrübeli umre yolcuları.  Merkeze doğru ilerlerken sahneler tekdüze bir ifade kazanmaya başladı. Hakkında daha önce çok şey okuduğum ve duyduğum keyfî çok katlı yapılaşma, Kâbe’mizin, Asrı Saadetimiz’in şehrinin, küreselleşmenin parantezine kapanmaya mecbur edildiği izlenimini uyandırıyordu. Kâbe yakınlarında bulunan çok katlı oteldeki odama girer girmez hemen pencereye koştum. Gökdelen yapılaşmanın Mescid-i Haram’ı nasıl cendereye aldığı açık seçik fark ediliyordu. Kız kardeşim Aynur’la paylaştığımız odanın penceresinden göremedim Kâbe’yi, bunu elbette istemiyordum. Kâbe, yukarıdan izlenen bir manzara değil, ümmetin tavafla harmanlanırken kardeşliğini yeniden öğrendiği bir cazibe merkezi.

Gecikerek gelmiştik, ihramdaydık daha, umre için hazırlandığımızda vakit gecenin birine yaklaşmıştı. Çocuksu bir neşe, çoğalan bir heyecan içinde takip ettik, aralarında bir de müftünün bulunduğu Diyanet görevlilerini. Halılar, sütunlar, zemzem çeşmeleri, zarif ve rengârenk giysili ziyaretçiler… Mescid-i Haram’da gruplar halinde ve aşamalı olarak yol alıyorduk, ne yazık ki Kâbe kot olarak aşağılarda kalmıştı. Lebbeyk Allahümme lebbeyk, lebbeyke lâ şerike leke lebbeyk, innel hamde ve’n-ni’mete leke ve’l mülk lâ şerike lek… Kapıları geçtik, duvarları aştık. Gruplar dalgalanarak ilerliyordu etrafımızda.  Bir sıra oluşturmuştuk, erkekler etrafımızdaydı, böylelikle dağılmadan Tavaf’ı tamamlayıp Sa’y’a geçebilecektik.  Bir yerde gözlerimizi kapatmamızı istedi Müftü Bey; Kâbe’yi çevre faktöründen bağımsız, yalın, kendi yakın bağlamı içinde görebilmeliydik. Bunun sebebi de apaçık süren yapılaşma kuşatması tabii; bir taraftan vinç uzanıyor, diğer taraftan gökdelen otelin gölgesi düşüyor tavaf alanına. Gözlerim, beklentilerimin uçsuz bucaklığıyla kamaşmaya hazırdı, ancak yanılmışım. Hayallerimin Kâbe’si birikmiş sayısız zengin imgeyle öylesine uçsuz bucaksız bir uzama sahip ki, görüş açımda bulunan etrafı katman katman kuşatılmış sade yapıyla bağdaştırmakta zorlandım ilk bakışta.  

Buraya gelirken “köle kadın” Hacer’i özgürleştiren koşunun, ilk şehitlerimiz Yasir ve Sümeyye’nin sabrı ve çilesinin,  Bilal’in kalbi yatıştıran ezanının, İkra sarsıntısının, Hatice sevdası ve Ayşe zekâsının, Ali sadakati ve Fatıma hüznünün, Ebubekir cömertliği ve Ömer adaletinin düşüncelerini taşıdım yanımda. Daha içten bir secde, gönle yatan bir kıraat, daha kusursuz bir kıyam ve rükû için buradayım. 

Niye geciktim bu kadar sanki nasıl oldu da geçti yıllar? Hafızam canlanıyor, muhayyilem harekete geçiyor. Bildiğim sahneler gözlerimin önünde canlanıyor. İmgelerin hücumu altındayım. Buraya gelirken “köle kadın” Hacer’i özgürleştiren koşunun, ilk şehitlerimiz Yasir ve Sümeyye’nin sabrı ve çilesinin,  Bilal’in kalbi yatıştıran ezanının, İkra sarsıntısının, Hatice sevdası ve Ayşe zekâsının, Ali sadakati ve Fatıma hüznünün, Ebubekir cömertliği ve Ömer adaletinin düşüncelerini taşıdım yanımda. Daha içten bir secde, gönle yatan bir kıraat, daha kusursuz bir kıyam ve rükû için buradayım. Hatalarım oldu, yanlış anlamalarım, tembelliklerim, çekingenliklerim ve zaaflarım. Bazen aşırı üzüldüm insan ilişkilerinde,  yanlış anlamaları giderememenin acısıyla günler geçirdim ve hep sana sığındım. Bazen dünya işlerine yetişememenin, mazlumların acılarını dindirme konusunda yetersiz kalmanın azabını yaşadım. Evin dünya âlem kadar, ben ise dünya âlemi layıkıyla tanımaya güç yetiremeyeceğimi biliyorum.  Sana sığınmak için buradayım, Allah Rasûlü’nün sözlerine dayanmak ve ilk Müslümanların mücadeleleri üzerine yeniden düşünmek için tavafın zikrine ihtiyaç duyuyorum.

Bir tarafta âyetlerin, menkıbelerin, hac yolcularının, kitapların ve filmlerin anlattığı görkemli bir sadelik içinde Kâbe var, diğer tarafta ise yüksek kulelerle çevrelenmiş, demirden katmanlarla muhasara altına alınmış gibi görünen Kâbe. Hazreti Muhammed (sav) işte buralarda geçirdi çocukluğunu, dedesinin gözetimi altında. Kâbe’nin tamiri de daha İslam’dan önce O’na nasip oldu. 

İtibar, güven, pratik zekâ, barışçıl tutum… İşte Hacerü’l-Esved, Hz. Peygamber’in bir yaygı içinde Kureyş’in önce gelenlerine taşıttığı ve yerine yerleştirdiği şahit taş. Ona selam vererek tavafı başlatacağız.  Doğrusu içim içime sığmıyor; geç kaldım, doğru, ama nihayet buradayım. Artık tavafın içindeydik ve attığım her adımda, dilimdeki duayla birlikte, bakışımla yaşadığım şaşkınlık hayrete dönüşüyordu. Birey olarak taşıdığım kaygılar ve soruların, amaç ve arzuların, heves ve gamların uzağında, ümmetin bir parçası olmayı yeniden tecrübe ediyordum. Göz göze geliyor ve aynı kelimeyi mırıldanıyorduk, yan yana ilerliyor ve birbirimize ancak kardeşlerin gösterebileceği desteği sağlıyorduk. Rengârenk simalarımız ve bakışlarımız uzak coğrafyaların engellerini aşarak aynı amaçta buluşuyordu; daha ne olsun. Ömrüm boyunca kalben olduğu kadar zihnen de anlamaya çalıştığım Tevhid kavramı gibi ümmet olma bilinci de hediye ediliyordu her adımımda. Renk, cins, köken, sınır, sınıf bilmeyen bir çeşitliliğin içinde eriyordu benliğim. Kimliğime yükletilmiş, farkına varmadan içselleştirdiğim şekilci yargıların ötesinde bir bakışı öğrenmenin hızlı atölyesiydi burası ve birlikte terennüm ediyorduk dersi.

Layık olanın nezdinde sürekli gerçekleştirmem gereken sorgulama özleşirken ağırlıklarımdan kurtuluyordum. Hafifleyen bedenim emanet olduğuna dair bilgimi doğruluyordu. Gerçekten iyi olmaya, kendisiyle hesaplaşarak günah yükünden kurtulmaya niyet etmiş insanların oluşturduğu uzam, betondan muhasaranın sebep olduğu tedirginliğe karşılık sağaltıyordu ağrılarımı. Ömrümün ilk ânı üzerine fikir yürütecek kadar başlangıç noktasına yakınlaşıyor ve böylelikle son nefesimin bulunduğu noktada gerçekte nasıl bir hayat sürdürmüş olmayı isteyebileceğim sorusuna cevap bulmaya çalışıyordum.

Hacerü’l-Esved’i görüyor ve selam veriyoruz, birlikte; ellerimiz kollarımız iç içe dalgalanıyor. Ebedi ve ezeli olana ilişkin sezgilerin, yaklaştıkça daima uzaklaşan hakikatle işaretlerin kaynaştığı yerde sıradan halimizin iyi niyetlerimizi zorlayıp sabrımızı taşıran gündeminden sıçrıyor,  başka bir varlık aşamasına yakınlaşmanın umuduna kapılıyoruz. 

Burada değerli ve önemli olanın ölçüleri bambaşka; o nedenle de yetişkinlik çağımızla birlikte üzerimize yüklenen toplumsal baskıların uzağında bir arınmışlığı hissettiriyor bakışlar, değişler, değiniler, temenniler. Hacerü’l-Esved’i görüyor ve selam veriyoruz, birlikte; ellerimiz kollarımız iç içe dalgalanıyor. Ebedi ve ezeli olana ilişkin sezgilerin, yaklaştıkça daima uzaklaşan hakikatle işaretlerin kaynaştığı yerde sıradan halimizin iyi niyetlerimizi zorlayıp sabrımızı taşıran gündeminden sıçrıyor,  başka bir varlık aşamasına yakınlaşmanın umuduna kapılıyoruz. Bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak, bundan sonra asıl yaşamak istediğimiz hayata yakın düşmek için daha mutmain bir yürekle vazgeçecek ve geride kalanlar gibi yepyeni diye önümüze yığılan paketleri de tavaf adımlarının tecrübesiyle sorgulayacağız.

Kâbe’nin üzerimdeki etkisi üzerine sonsuzca yazabilirmişim gibi geliyor. Kaybettiğimi yeni fark ettiğim ama hep eksikliğini duyduğum değer ancak onun etrafındayken bana yakınlaşabilirdi. Memleketimde ağırlığını duyuran siyasal gerimin üzüntülerine Asr Suresi perspektifinden bakabilmeye yardım ediyordu Mescid-i Haram karşılaşmaları.  Bildiğimi sandığım şeyi daha açık seçik fark ediyordum: Hayatın anlamı sandığımızdan daha önemliydi kuşkusuz, ancak sadelik içinde anlaşılabilirdi. İslam’ın “renk körü” olduğunu söylemişti Malcolm X, ilk kez çıktığı Hac yolculuğundan dönüşünde. İnsan olarak her birimiz diğerimize göre daha üstün veya eksik özelliklere sahibiz. Farklılıklarımız bazen ödüle dönüşüyor bazen de cezaya. Şimdi burada hepimiz geride bıraktığımız hayatımızda sevinç veya keder sebebi olan özelliklerimizle yetinemeyeceğimizi ve geri döndüğümüzde de hayat tarzımızı tazelenmiş bir bakış açısıyla yeniden kavramamız gerektiğini bilerek O’nun rızasını diliyoruz, birlikte.  Dünyevi imtiyazlar tavaf ehlinin umurunda olmaz, burada başka türlü kıymet hükümleri geçerli. Bu uzamı birlikte oluşturuyoruz, Kâbe’ye tutunarak; oysa fizikî çevre vinçlerle, tower’larla kendi gerçekliğini öne sürmeye devam ediyor. Kâbe’nin çevresinden söküldükten sonra ancak yüzde 70’i yerlerine monte edilen Osmanlı revakları vahim bir hata için uyarıda bulunurmuş gibi hüzünlü görünüyorlar gözüme.  

Eskiden Mescid-i Haram etrafındaki sürüp giden inşaatlar yüzünden Suudi Arabistan’ı sorumlu tutardım sadece. Şimdi sorumluluğun hepimizi ilgilendirdiğini düşünüyorum. İçimiz hiç rahat etmemeliyken elimizden geleni yaptık mı sanki Mescid-i Haram konusunda! Hiç bitmeyecekmiş gibi süren inşaatın kapatma, çevreleme ve kuşatma faaliyetinin sesleri ne teknoloji ne de şehircilik üslupları açısından bir umut vaat ediyor. Sadece Kâbe’nin Sahibi’nin koruyuculuğuna güvenerek umutlarımızı koruyabiliriz.

Tavaf sırasında hem gökyüzü hem de yeryüzüne yayılamıyor bakışlarımız; beton perdeler önümüzü alıyor. Sa’y’da ise ne yazık ki Hz. Hacer’in iki tepe arasındaki yürekten yükselen bir duaya benzeyen koşusunu sadece hayal edebileceğimi görüyorum. İki tepe zamanında yapılaşmaya açılmış, geriye kalan ise bizi beton bir galeride koştuktan sonra bir cam vitrinin gerisinde karşılayan bir miktar kayalık. Bir taraftan alınacak dersler çok fazla, hayranlık uyandıran bir olgunun sahnesinde: Umrenin önemli bir bölümü köle kılınmış ancak özgür ruhlu bir kadının imanı ve takvası üzerine düşünmeye sevk ediyor.

Bütün bir hayat tecrübemi uzağımda tutan bir çocuk saflığının hatırasıyla yönelmeye çalışıyorum Sa’y için oluşturulmuş beton koridora. Geçmiş ve gelecek yok, herkes aynı yaşta, bütün zaaflarımız ayaklarımıza dökülmüş, riya nadiren bulunabilir olmalı ve muhakkak ki öğreniyoruz yeniden: Yüzlerimizi Doğu’ya veya Batı’ya çevirmek değil iyilik…

Bütün bir hayat tecrübemi uzağımda tutan bir çocuk saflığının hatırasıyla yönelmeye çalışıyorum Sa’y için oluşturulmuş beton koridora. Geçmiş ve gelecek yok, herkes aynı yaşta, bütün zaaflarımız ayaklarımıza dökülmüş, riya nadiren bulunabilir olmalı ve muhakkak ki öğreniyoruz yeniden: Yüzlerimizi Doğu’ya veya Batı’ya çevirmek değil iyilik…

Tavafı aşk, Sa’y’ı ise kelime anlamının da gösterdiği gibi dünyevi çabayla açıklıyor Ali Şeriati. Kâbe aşk merkezi ve biz bunu yine Hacer’den öğrenmiştik. Memedeki çocuğuyla birlikte Allah’ın emirlerine teslimiyeti sırasında izlediğimiz seyir ancak aşkı işaret ediyor. Bununla birlikte iki tepe arasında koştuğu sırada, suyun arayışı içindedir Hacer.

Emzikli çocuğuyla bir başına bırakıldığı yerde ne azığı ne eşi dostu vardı. Kâbe’nin etrafını çevreleyen gökdelen otellerin ilk katlarındaki alışveriş merkezlerinin en ilkel olanı bile bulunmuyordu onun imtihan sahnesinde. Teslimiyet işleri oluruna bırakmak değil, sa’yıyla bunu bize öğretiyor. Onun gerçekleştirdiği şekilde teslimiyetin kolay olmayacağını fark etmek bile bir aşama sayılır şimdi; susuzluk nedir yaşamadık ki… Onun imtihanı yokluktu, biz varlıkla imtihan olunuyoruz. Yüreğimizin geniş, gönlümüzün mutmain, vicdanımızın rahat olması nasıl mümkün olacak? Sa’y’a gelirken ve dönerken adım başı zemzem içebileceğimiz çeşmeler çıkıyor önümüze. Ve elbette her tarafta klima esintileri bir ferahlık sağlıyor. Statülerimizi, amaçlarımızı, zaaflarımızı ve kısır tartışmalarımızı bırakıp geldiğimiz yerde Hacer’in verdiği dersler üzerinden kendimizi sorgularken yaşadığımız hafifliği ne zamana kadar koruyabiliriz?

Bu derslerden biri “Biz” üzerinden düşünmek; oysa daha şimdiden kurduğum cümlelerde “Biz” ile “Ben” adılları birbirine karışıyor.  

Ardımda çeşitli tecrübeler, pişmanlıklar ve yanılgı utançları bırakmış olarak geldim buraya. Tavafta ve Sa’yda dünyevi zaferler ve yenilgiler, mutluluklar ve üzüntüler, kazançlar ve kayıplar başka türlü görünüyorlar.

Ben”in, kalabalık gündemleri ve uzun emellerinden arınırken “Biz” olmaya olabildiğince yakınlaştığı yer, Mescidi Haram. Her birimiz gece ve gündüz, günün her saatinde, grup olarak veya yalnız başına oraya koşuyorduk, kaybettiğimiz bir sevgiliye kavuşma anının telaşıyla... Oradaydım aylar önce, şimdi buradayım ve bazen hâlâ oradaymış gibi cümleler kuruyorum; öyle olacağını söylemişlerdi.