Vatansız Bırakılan Bir İslam Alimi: Muhammed Hamidullah

23 Aralık 2009

Prof. Dr. Salih Tuğ ile Muhammed Hamidullah ve İslam Peygamberi Üzerine

ImageProf. Dr. Muhammed Hamidullah'ın yaşamı ve geride bıraktığı eserlerine baktığımızda insan ömrüne sığdırılması pek de mümkün gözükmeyen devasa bir ilim ve irfan mirası karşımıza çıkıyor. Hindistan topraklarında başlayan, Almanya, Fransa, Türkiye ve daha birçok ülkeye yayılan bir hikayeye sahip Hamidullah'ın, uluslararası hukuk literatüründe ‘haymatlos' olarak tabir edilen ‘vatansız' konumuna düşürülmesi Prof. Dr. Salih Tuğ'un da belirttiği üzere takdir-i ilahîden başka bir şey olmasa gerek. Kendi ülkesindeki tüm vatandaşlık hakları elinden alınan Hamidullah'ın gerek Batı gerekse Doğuda bulunduğu tebliğ faaliyetleriyle geniş bir coğrafyayı sonraları kendine yurt edinmesi pek az kimseye nasip olacak bir kaderdir.

Modern dünyayla yüzleşmelerde hayli travmalar geçirmiş Müslüman toplumlar için çıkış noktasına ulaşma ümitlerinden biri oldu Hamidullah. Onun Türkiye'de gördüğü yoğun ilgi ve teveccühü de bu bağlamda değerlendiren Salih Tuğ, Muhammed Hamidullah'ın "sadık dostu" olarak anıla gelmekte. Hamidullah'ın ülkemizde yetiştirdiği öğrencilerin başında gelen ve aynı zamanda onun İslam Peygamberi  adlı klasik eserini Türkçeye çevirerek önemli bir hizmete de imza atmış olan Prof. Dr. Salih Tuğ sorularımızı yanıtladı.

Hamidullah ilmi çalışmalarının yanına bir de tebliğ çalışmalarını eklemiştir. Kendisini diğer birçok İslam aliminden ayıran da bu tebliğ faaliyetidir. İsim yapmış, şöhret sahibi bazı âlimler zirve noktalara çıkmış olabilirler ama Hamidullah'ın çalışması günümüzde, bütün dünyada kendisini göstermiştir.

Hamidullah'ın bazı vasıfları var. Ancak bu vasıflara daha önce sahip olan kimselerin yapmadığı şeyleri ilaveten yapmış olması onu büyütüyor. Yani birçok kıymetli ve mümtaz şahsiyetler bu asırdan önce de muhakkak ki yetişmişlerdir. Ama Hamidullah ilmi çalışmalarının yanına bir de tebliğ çalışmalarını eklemiştir. Kendisini diğer birçok İslam âliminden ayıran da bu tebliğ faaliyetidir. Hamidullah Hoca âlim bir kimseydi. Kendisini çok iyi yetiştirmişti. Hindistan'da, Haydarabad şehrinde, yani Osmanlı Devleti ve Nizamlık Sarayı'yla da çok yakın temasları olan bir muhitte yetişmiş olması, ayrıca ailesinden anne ve baba tarafında çok sayıda âlim kimselerin bulunması da ona bazı kolaylıklar sağlamış olabilir. Onun taşıdığı vasıfları sayarak daha eskilerin -aynı vasıfları taşıdıklarını belirtmekle birlikte -tebliğ vazifesini onun kadar yaygın olarak bütün dünyada yerine getiremediklerini söyleyebilirim. İsim yapmış, şöhret sahibi bazı âlimler zirve noktalara çıkmış olabilirler ama Hamidullah'ın çalışması günümüzde yaygın bir biçimde, bütün dünyada kendisini göstermiştir.

-Çağdaş bir İslam âlimi olarak Muhammed Hamidullah neden önemlidir? Onu farklı kılan özellikleri nelerdir?

Haydarabad'da okuduğu okullar itibariyle genç yaşta Arapça'ya ve Farsça'ya hâkim olması ve Hint kıtasının İngiliz tesiri altında yaşaması dolayısıyla da İngilizce'ye olan hâkimiyeti birçok kaynaklara ulaşmasını kolaylaştırmıştır. Herkese nasip olmayan bir araştırıcı zeka ve bir hukukçuya yakışan mantık ve muhakeme kabiliyetine sahipti Hamidullah. Bu çerçevede, geçmişte ve günümüzdeki olayları mukayeselerle anlatarak bugünün insanına tarihten mesajlar taşımaya muvaffak olmuştur.

Onun bitmek tükenmek bilmeyen enerji ve araştırıcı zekasına bir misal vereyim: Bir bayram günü ailesiyle birlikte şehir camiinde bayram namazını kılıyor ve bayramlaşıyorlar. Babası eve döndüğünde Hamidullah'ı diğer aile fertleri arasında göremeyince, "Bu bayram günü ailesiyle birlikte olması gereken Muhammed nerede" diye sert bir biçimde çıkışıyor. Babası bu şekilde Hamidullah'ı sorarken onun, evlerinin üst katında, bayramın birinci günü kaynaklar üzerinde ilmi araştırma ve çalışmalar yaptığını, babasının bunu duyunca sükûnet bulduğunu bize naklediyorlar. Genç yaşında, henüz daha doktorasını yapmamış olan Hamidullah'ın bu gayreti hayatı boyunca devam etmiştir.

-Hamidullah'ın bu araştırmacı kimliği eserlerine nasıl yansımıştır?

ImageOnun bu araştırmacı ve yorulmak bilmeyen zekasının bir örneği de mahallinde gerçekleştirdiği etütlerdir. Hz. Peygamber'in savaşlarını belki de ayet ve hadislerde yer alan bazı bilgilere dayanmak suretiyle hemen kısaca yazabilirsiniz. Kolaydır bu. 10-15 tane kitabı masanıza toplayarak da bu konuda bir kitap yazabilirsiniz. Ama o böyle yapmamıştır. Haydarabad'daki okulunda izcilik teşkilatına mensup olması vesilesiyle araziyi şekillendirme, arazide seyahat etme, araziyi tanıma, o araziyi değerlendirme biçimindeki maharet ve bilgilerini Hz. Peygamber'in savaşlarını kaleme almak için yaptığı arazi taramalarında kullanmıştır. Hadis ve ayetlerdeki bilgilerle beraber Bedir, Uhud ve Hendek Savaşlarını bizzat yerinde çalışmak suretiyle kaleme almıştır. Hendeğin nereden nereye uzanabileceğini araştırmış ve hatta hendekten kalmış olması muhtemel izleri aramıştır. O devirden kalmış taş ve kaya yazmaları üzerinde çalışmış, yerinde incelemeler yapıp fotoğraflar çekmiştir. Tabii, bu yerinde etütleri onu Mekke'ye de sevk etmiştir. Mekke'nin fethini en iyi bir biçimde yazan, topografik şartları da göz önüne alarak yerinde tespitlerle yazmaya çalışan bir kimsedir o. Hatta o, sadece Mekke'nin uzak kuzeyinde yer aldığı bilinen Huneyn Savaşı'nın gerçek yerini tespit etmeye çalışmıştır. Bilindiği gibi Huneyn Savaşı'nın tam olarak coğrafi yeri günümüzde de bilinmemektedir. Hamidullah bunu da araştırmak üzere çöllere dalmıştır.  

Birçok kimse onun bu ilmi çabasını infiradilik, kendi işine bakma olarak tenkide tabi tutmuştur. Yani sosyal faaliyetlere katılmama biçiminde anlamışlardır. Fakat öyle değildir. Sonraki dönemlerde -1947 ve sonrası- devletler hukuku profesörü olarak Haydarabad Nizamlığının İngilizler ve Hintlilerden “bağımsız bir devlet” olarak kabul edilmesi için Paris'te faaliyet göstermesi sosyal faaliyet değildir de nedir?

-Sadece ilmi çalışmalara mı yoğunlaştı Hoca? Aynı zamanda aktivist bir kişiliği de vardı değil mi?

Birçok kimse onun bu ilmi çabasını infiradilik, kendi işine bakma, kendi işine çalışma olarak tenkide tabi tutmuştur. Yani sosyal faaliyetlere katılmama biçiminde anlamışlardır. Fakat öyle değildir. Sonraki dönemlerde -1947 ve sonrası- devletler hukuku profesörü olarak Haydarabad Nizamlığının İngilizler ve Hintlilerden "bağımsız bir devlet" olarak kabul edilmesi için Paris'te faaliyet göstermesi sosyal faaliyet değildir de nedir? Burada hoca araştırma yapmıyor, hukuki bir gerçeği müdafaa ediyordu. O zamanlar, yani 1947 gibi yıllarda Birleşmiş Milletlerin Paris temsilciliğinin merkez binasında Hamidullah, Haydarabad'ın otonom bir nizamlık olduğunu, Hintlilerle bir alakasının olmadığını savunuyor.  Burada bir sarayın bulunduğunu, müstakil bir idarenin olduğunu -ki onların da dayanakları Osmanlı Sarayı'dır ve oradan gitmiş iki gelinle de Haydarabad Nizamlığı müşerref olmuştur- savunup Haydarabad'ın bağımsız hale gelmesi için çalışıyordu. Ve devletler hukuku profesörü olarak tezini Paris'te Birleşmiş Milletler Temsilciliği'nde müdafaa ediyordu. Ama kader şu ki, İngiliz himayesi altında özerk bir yapıya sahip yarı bağımsız olan Haydarabad Nizamlığı Hint işgaline uğrayınca Türkiye'ye yakın bir mesahası olan bu özerk yönetim sona erdiği gibi Nizam ailesi de buradan çıkarılıp, Haydarabad bir Hind eyaleti haline getirilmiştir. Buna karşın yaptığı müdafaalar ve savunduğu tezler dolayısıyla yeni Hind hükümeti tarafından Hamidullah'ın  pasaportu Paris'te elinden alınıp, vatansız (Haymatlos) konumuna düşürülmüştür. Artık Hindistan'a girmesine imkan yoktur. Bu âlim kişi Haydarabad'daki Osmaniye Üniversitesi'nden yeteri kadar bilgiyle ayrıldıktan sonra doktorasını önce Almanya'da tamamlamış (1935] ve arkasından aynı senelerde Paris Üniversitesi'ni, yine konusu devletler hukuku olmak üzere bir ikinci doktorayla bitirmiştir. Yani iki doktora peşinde koştuğu sırada sosyal faaliyetlere zaman ayırmış ve Haydarabad'ın müdafaasını yapmıştır. Ama bu faaliyetleri gözden kaçıyor. Haydarabad'ın Birleşmiş Milletler çerçevesinde bağımsız bir ülke olarak yerini alması için sarf ettiği gayreti görülmüyor.

-Bu sosyal ve siyasi tecrübeleri onun ilmi çalışmalarına nasıl yansıdı sizce?

Bu kader (Haymatlos statüsü) onu  Paris'e, Batı'ya yerleşmeye sevk etmiştir. Bu bir zorunluluk neticesi olmuştur, Hamidullah Batı'ya yerleşmeyi kendisi tercih etmemiştir. Ailesi orada bulunmakla beraber 1947'den sonra artık ülkesine adım atamamıştır. Ama tarih ve kader öte yandan onun Batı'da İslam'ın bir mübelliği gibi çalışmasına vesile olacak bir kapıyı da ardına kadar kendisine açmıştır.

Hayat, Müslüman da olsa gayrı müslim de olsa, bir ferdin kendi akıl, gayret ve enerjisi ile tanzim edilmez. Aynı zamanda takdir-i ilahî de insanları bir yere sevk eder. Kaderin Hamidullah Hoca'yı sevk ettiği yer Paris'tir. Batıdaki çeşitli yerlerde, Birleşmiş Milletler'deki bu mücadelesinin başarıya ulaşamaması sonucu, tebliğ vazifesine sevk edilmiştir kader tarafından. Bu âlim kişi evvelki asırlarda İslam muhitlerinde yetişmiş diğer âlimler gibi sadece bilen bir kimse değil, aynı zamanda tebliğ maksadıyla Müslüman olsun olmasın insanlara, kendi bildiklerini nakleden, onlara bir şeyler öğreten bir kimse de olmuştur. İşte bu kaderdir. Bu kaderi Hamidullah Hoca gibi yaşayan kaç kişi var ben bilemem.

Hamidullah dünyalık peşinde koşmamıştır. Hoca’nın bu konuda bir başka özelliği hiç bir eserinden telif ücreti almamasıdır. Yayınlayacağı eseri için kendisine teklif edilen telif ücretinin baskı masraflarına harcanmasını ister, böylece kitabın okuyucuya daha ucuz bir fiyata ulaşmasını sağlayarak tebliğ fonksiyonunu da icra etmek isterdi.

-İlmi kişiliğinin dışında ne tür özelliklere sahipti Muhammed Hamidullah?

ImageTabii onun bu âlimlik sıfatı hakkında şüphesiz çok şey daha söylenebilir. İlmi kişiliğinin yanında onun yakından müşahede ettiğim bir özelliği de fâzıl, yani fâzılet sahibi ve zâhid bir kimse olmasıdır. İlim adamları genellikle kendi araştırma alanlarının içinde boğulur ve kaybolurlar. Ama Hamidullah öyle değil. Araştırma alanlarının ve ilmi sıfatının üzerine çıkmak suretiyle fâzıl ve zâhid bir Müslüman olarak -âlim, fâzıl, zâhid ve müslüman bir kimse olarak- hayat sürmüş ve bununla birlikte eski devirlerde yetişmiş, âlim, zâhid, fâzıl kimselerin yaptıklarının üzerine bir de tebliğ vazifesini koymuştur. Bu tebliğ faaliyeti öncelikle yayınladığı eserlerinde görünüyor. Yayınladığı eserler Fransızca, Almanca, İngilizce, Arapça, Japonca, Türkçe gibi saymakla bitmeyecek dillerde kendisini göstermektedir. Eserlerinde ana kaynaklardan edindiği bilgileri ilmi tahlillerden geçirerek insanlara aktarmış, bu yolla tebliğini gerçekleştirmiştir. İşte bu pek az kimsede görülür. Hamidulah Hoca asrımızda bu meziyetin önde gelen sahiplerindendir. Bir insan için âlim, fâzıl, zâhid, müslim demek kolaydır. Bu vasıfları elde edebilirsiniz. Ama bu bilgileri içinizde taşırsınız ve ölünce de sizinle beraber gider. Hoca ise bıraktığı eserlerle genç nesillere ve kendi dönemindeki insanlara faydalı olmaya çalışmıştır ve bundan sonra da faydalı olacaktır.

Fransa'da kaldığı beş katlı konakta bir de 80 yaşlarında bir hanım yardımcısı vardı. Bu hanımla Paris'te görüştüğümde Hamidullah için "Bu kişi sadece bir âlim değil, (onun tabiriyle "saint") aynı zamanda ulu bir kimse, bir velidir" derdi. Dünyalık peşinde koşmamıştır hoca. Hoca'nın bu konuda bir başka özelliği hiç bir eserinden telif ücreti almamasıdır. Sadece ben değil başkaları da bu duruma şahit olup doğrulamışlardır. Onun usulü şöyleydi: Yayınlayacağı eseri için kendisine teklif edilen telif ücretinin baskı masraflarına harcanmasını ister, böylece kitabın okuyucuya daha ucuz bir fiyata ulaşmasını arzu ederdi. Telif ücretini kitabın maliyetinden düşürerek tebliğ fonksiyonunu da icra etmek isterdi. Eserlerinin herkesin eline ulaşmasını isterdi.

Bir karşılaşmamızda Nurettin Topçu Hamidullah Hoca'nın seyri sülûkunun olup olmadığını bana sormuştu. Rahmetli Nurettin Topçu da Hamidullah için "Bu 'başka' bir adam" der ve onun hep başka bir kişi olduğunu zikrederdi.  Ben de deminden beri onun bu başkalığını söylemeye çalışıyorum. O başkalığı tespit etmiş Nurettin Topçu, ama onun ne olduğunu bilemiyor. Evet, Hamidullah Hoca'da bir başkalık vardı. Bana göre onun en önemli özelliği vaktini hiç boş geçirmemesiydi. Uyku, yemek ve kütüphanelere gidip gelirken geçirdiği vakit haricini hep ilmi çalışmalarına ayırırdı. Herkesin dünyevi meşgaleleri varken Hoca bunları her zaman elinin tersiyle reddederdi. Bu sebeple de çalışmalarına ayıracağı çok vakti olurdu. Yani hayatını geçirdiği yaklaşık 90 sene böylece 180 yahut 300 senelik bir ömre bedeldi. Çünkü ne vaktini boşa geçirir, ne de boş konuşurdu.

Oryantalistlerin İslam’ı çürütmek için üzerine hücum ettikleri noktaları, maksatlı bir şekilde üzerine geldikleri konuları biz açalım, kendi insanımız ve dünya insanı için ortaya koyalım derdi. Yani onun amacı oryantalistlerin bizim meselelerimizi bulandırmalarını önlemekti aslında.

-Hamidullah'ın oryantalistleri düşünerek, onları muhatap alarak kitaplarını kaleme aldığı yönünde eleştiriler var. Bu konuda neler söyleyebilirsiniz?

Onun âlim sıfatına ilaveten söyleyeceğim bir şey var: İslam'la ilgili her çeşit meselenin Müslümanlar tarafından ortaya konması gerektiğine inanırdı. Hiçbir şeyin üstünün örtülmemesini savunan bir tezi vardı. Faiz meselesinde, el kesme meselesinde, Hz. Zeynep meselesinde, Peygamberimiz'in gençliğiyle ilgili meselelerde, kurban kesip kesmeme ile ilgili meselelerde, O'nun şemaili hakkındaki nakiller konusunda, vs..  Bunların Müslümanlar tarafından yerli yerine ve gerçeğe uygun bir biçimde değerlendirilmesi gerektiğini savunurdu. Bunların bir Müslüman ilim adamı sıfatıyla detaylarıyla araştırılmasını isterdi ve böyle bir yol izlerdi. Bunu biz yapmazsak İslam'ı üstünkörü bilen, Arapça'dan bihaber, hadislerin tamamını göremeyen mütecaviz insanların bu konuları suistimal edebileceklerini düşünür ve bu tür bahislerde Müslümanların söz sahibi olması gerektiğini ısrarla savunurdu. Keza kendisi de böyle yapmıştır. Mesela Mirac meselesi hakkında herkes bir şeyler söylüyor ve müsteşrikler (oryantalistler) de olur olmaz şeyler söylüyor... Salman Rüşdi'nin Şeytan Ayetleri'nde oluğu gibi... Ya da Salman Rüşdi'nin yaptığını Türkiye'de yapmaya çalışan Yasak Tümceler kitabının yazarı Abdullah Rıza Ergüven gibi... Nitekim dedikodulu bahislerin istenildiği gibi işlenmesi kolay, bunu herkes yapabilir. Hamidullah Müslümanların bunlardan kaçmamasını isterdi. Bu konuların üzerine biz Müslümanlar olarak varâlim, kendi ilmî görüşlerimizle bu konuları biz aydınlatâlim derdi. İşte Hoca'nın üstünü örtmeyelim dediği şey budur. Mirac'ı da, el kesmeyi de, zina yapanların taşlanmasını da ve hadislerin daha sahabe devrinde kaleme alınması gerçeği ve daha birçok konuyu da açıkça konuşâlim derdi. Oryantalistlerin İslam'ı çürütmek için üzerine hücum ettikleri noktaları, maksatlı bir şekilde üzerine geldikleri konuları biz açâlim, kendi insanımız ve dünya insanı için ortaya koyâlim derdi. Yani onun amacı oryantalistlerin bizim meselelerimizi bulandırmalarını önlemekti aslında.

-Bugüne kadar birçok siyer eseri kaleme alındı ama Muhammed Hamidullah Hoca'nın "İslam Peygamberi" adlı eseri bu alanda kısa sürede bir klasik haline geldi. Onu bir başucu kitabı haline getiren, diğer çalışmalardan farklı kılan özellikleri nelerdir?

Birinci sebep olarak Hoca'nın ilmi yetişmişliğini söyleyebilirim. Çok iyi hocalardan ders aldığını, ailesindeki ve Haydarabad Osmaniye Üniversitesi'ndeki hocalarının mümtaz kimseler oluşunu bu konuyu izah etmekte faydalı olduğunu söyleyebilirim. Ama bir şey daha var ki Hamidullah'ın kendisi de verileni çok iyi alıp değerlendiren, mantık ve muhakemesinde çok iyi işleyen bir kimseydi. Bu vasıflarıyla meseleleri çok iyi vaz eden bir kimse oluyordu. Bu başarı, bu fark onun hem iyi yetişmişliğiyle ve hem de bütün âlimlerde olması lazım gelen ilimleri toplamasıyla ve ayrıca sağlığının yerinde olmasıyla alakalıdır. (Ben sağlığının yerinde olması üzerinde çok duruyorum çünkü gözümün önünde birçok genç kabiliyetler uçup gitti. Genç yaşlarında gittiler ve işleri yarım kaldı. Edebiyat Fakültesi'nde, İlahiyat Fakültesi'nde ve birçok üniversitedeki kimi âlimler genç yaşta hayata veda ettiler. Ama Hoca dediğim gibi 90 yaşlarına kadar yaşadı. Vaktini hiç boş geçirmeksizin yaşadı.) Bu iyi yetişmişliğinin, mantık ve muhakemesinin yerinde olmasının yanı sıra fâzıl, zâhid bir Müslüman olması da onu ayrıcalıklı kılıyordu. Hiçbir şeyden ve ilimden korkmuyordu. Biraz evvel söylediğim gibi hiçbir şeyin üstünün örtülmemesi, her şeyin olduğu gibi açıklanması şeklindeki tarzı onu ayrıcalıklı kılıyordu. Aynı zamanda geniş bir bakış açısına sahipti. Mesela hicretten sonraki dönem için Peygamber Efendimiz kervanların yolunu kesen haydutlarla beraber olmakla suçlanıyordu. Böylece sulh peygamberi harp peygamberi haline gelmişti. Kervanlar meselesinden dolayı bir kısım oryantalistler tarafından O (sav), bir yol kesici olarak itham ediliyordu. Ama Hamidullah Hoca bir devletler hukuku profesörü olarak olayı ele alıyor ve diyor ki Hicaz bölgesinde ana hükümet, Mekke'deki müşrik kabileler arasında paylaşılmıştı. Orada bir hükümet, bir şehir devleti vardı. Bu şehir-devlet Müslümanlara tahammül edemedi ve boykotlar sonucu onları bütün mallarına da el koyarak Mekke'den çıkarıp hicrete mecbur ettiler. Ve böylece Hz. Muhammed (sav), peygamber olarak Medine'de bir şehir-devlet kurmaya başladı. Müslümanlar ve gayrı müslimlerle anlaşma yaparak bir anayasa ortaya koydu. Bu anayasa çerçevesinde Müslümanların işleri tıpkı o Mekke'deki kabilelerin yaptığı hükümetin iş bölümüne dayalıydı. Yani Medine'de kurulan hükümet Le gouvernement en exil, yani sürgündeki hükümet şeklinde çalışıyordu. Çizdiği bu çerçeve hukuki bir izaha dayanıyordu ve Mekke şehir-devletiyle Medine şehir-devleti savaş halindeydi diyor Hoca. Hz. Muhammed (sav) de Mekke'nin komşu ülkelerle iktisadi ilişkilerini kesmek suretiyle Mekke'yi savaşsız dize getirmek istiyordu. Çünkü Mekke O'nun için, içinde Kâbe'nin de bulunduğu kutsal bir alandı. Hz. Peygamber bu kutsal alanın hırpalanmasını istemiyordu. Senelerce bekledi bu yüzden. Ve sonunda Mekke savaşmaksızın, kan dökülmeksizin fethedildi. Ve böylece Mekke şehir-devleti sona erdi ve Hicaz tek bir hükümet çatısı altında toplandı. Şimdi bakın o yol kesme şeklinde anlatılan kervanlar meselesini Hamidullah Hoca böylece hukuki açıdan ele alıyor, nasıl bir hukuki zemine oturtuyor. Hamidullah Hoca'nın hiçbir şeyin üstü örtülmemesinden kastı da buydu. İster dini hassasiyetlerle hareket edenler olsun, ister oryantalistler, meseleye bir etiket yapıştırıveriyorlar. Onun eserlerindeki ve "İslam Peygamberi"ndeki fark bu işte. Meselelerin üzerine giden, disiplinlerarası bir bakış açısına sahip bir üslupla ve ilmi esaslarla hareket etmesi, meseleleri örtmek yerine açıp açıklığa kavuşturmak şeklindeki yöntemi onu farklı kılan temel özellikleriydi. Diğer eserlerinde de aşağı yukarı böyledir.

Bir karşılaşmamızda Nurettin Topçu Hamidullah Hoca’nın seyri sülûkunun olup olmadığını bana sormuştu. Rahmetli Nurettin Topçu da Hamidullah için "Bu 'başka' bir adam" der ve onun hep başka bir kişi olduğunu zikrederdi. O başkalığı tespit etmiş Nurettin Topçu ama onun ne olduğunu bilemiyor.

Sosyolojik esaslar çerçevesinde bu konuda şunları söyleyebiliriz; Türkiye'de Cumhuriyet'in kuruluşuna kadar gelmiş olan bir Osmanlı devri var. Onun kültürel yapısının yanında bir de siyasi yapısı var. Cumhuriyet'te inkılaplar sürecinde ise başka bir kültür politikası ortaya çıkıyor. Bu süreç Türkiye'yi başka bir kültür muhitine sokmaya çalışıyor. Tek parti devrinde 1946'lara kadar bu kültür politikası ile geliniyor. Yani İslamî değerler ve İslam'dan sıyrılmak isteniyor. Hakaret edilmiyor ama bir köşeye konmak isteniyor İslamî değerler. Ortada muhalefet imkânı da yok. 1946'dan sonra çok partili hayatla birlikte ortaya çıkmaya başlayan hürriyetçi, demokratik, çoğulcu ve katılımcı esaslar üzerine oturan siyasi yapı neticesinde Türkiye'de bir dini uyanış başladı. Çok parti devrinden önce de bu uyanış yahut arayış vardı. İnsanlar dinlerini öğrenmek istiyorlardı. İmam-Hatip mektepleri ve İlahiyat fakülteleri kapatılmıştı ve insanlar hocaların dizleri dibinde oturmak suretiyle kurumsal olmayan yaygın biçimde ferdi çabalarla din eğitimi almaya çalışıyorlardı. İslamiyetle ilgili kültür böylece tamamlanıyordu. Ama çok parti devrinin çok kültürlü, hürriyetçi, liberal vasıfları olan katılımcı yapısında halkın, dinini öğrenmek biçiminde müthiş bir temayülü vardı. Bunu ancak o günleri yaşayanlar bilir. Mesela ilk defa radyoda mevlit okunduğunda ben İstanbul'daki kahvelerde kalabalık insan yığınları görüyordum, mevlit dinlemek için oraya toplanmış olan. Mevlidi duyduğu anda orada dinlemeye başlıyor insan, kendine göre bir arayış içerisinde çünkü. Ben bu konuda şöyle düşünüyorum; insanlar birilerine tutunmak istiyorlardı, Hamidullah Hoca olmasa bile kim olursa olsun bu böyle olacaktı. Gerek dahildeki yerli âlim kimseler, gerekse yabancılar olsun insanlar bu kimselere tutundular. Mesela bu kişilerden bir tanesi de Muhammed Tavid Tancî'dir. Ankara İlahiyat Fakültesi'ndekiler ona tutundu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'nde de Hamidullah Hoca'ya tutundular.

-Muhammed Hamidullah'ın Türkiye'deki ilahiyat camiası üzerinde bıraktığı etkilerden söz edebilir miyiz?

Bu güç eğitim öğretim işlerini çözen yegâne adam değildir Hamidullah, ama çözenler arasında önemli bir kimsedir. Türkiye'deki çalışmalara da çok büyük katkısı vardır.

-Hamidullah'ın Hz. Muhammed (sav)'i ele alış tarzında diğer siyer yazarlarından bir farkı var mıydı?

Şöyle söyleyebilirim; Hamidullah Hz. Muhammed (sav)'i 

Image

Mekke camiasında Abdullah ve Âmine'den doğmuş bir insan, bir çocuk, büyüyüp gelişen, toplum içerisinde yaşayan bir insan olarak ele alıyor ilk başta. Bu insanın üzerine de bir seçilmişlikle, Allah'tan aldığı vahiyleri insanlara ulaştırma vasfını koyuyor. Hz. Adem'den beri gelen din İslam dinidir Hamidullah Hoca'ya göre. Bütün peygamberlerin temsil ettiği din İslam dinidir. Ama Musevi denir, ama İsevi denir, İbrahimî dinler denir, bu gibi şeyler söylenir. Bunlar bir tarafa, Hamidullah Hoca'nın görüşü Âdem'den beri bütün peygamberlerin getirdiği dinin bir zincir şeklinde devam ettiği ve en son gelen dinin de son halka olduğu şeklindeydi. Bu peygamberi peygamber olarak taklit etmek mümkün değildir, çünkü peygamberlik görevi artık sona ermiş, vahiy kesilmiştir. Onu peygamber olarak taklit etmek mümkün değil, ama onda örnekler bulmak mümkündür Hamidullah'a göre. İster ailevi, ister sosyal, ister ticari, ister eğitim alanında olsun, günlük yaşayışımızın her alanında onun bıraktığı örnekler vardır. Kur'an'da da söylendiği gibi bizim için peygamberlerde örnek hareketler vardır. Hamidullah Hoca'ya göre de Peygamber Efendimiz'in bu örnekliği sebep-netice niteliğinde ilişkilerdir. Yoksa onun vahiy alıp mucizelerle desteklenmesi bize ait bir vasıf olamaz. Bunlar peygambere has hasletlerdir. Ama biz sebep-netice ilişkisi neticesinde başarıya ulaşmak mecburiyetindeyiz. Bu konuda örnek olarak da Peygamberimiz'i esas almalıyız; siyer de zaten burada başlıyor. Hareketlerimizi tayin ve tespit eden Kur'an-ı Kerim'dir. Ayetlerde yer alan genel hukuki normlar vardır. Bu genel ve bağlayıcı normlar vasıtasıyla biz hareketlerimizi ve kendi sosyal ve ferdi nizamımızı kurabiliriz. Kurmalıyız.

Sonuç olarak, bu sebep-netice ilişkisi içerisinde Peygamberimiz'i tanıtmak istemiştir Hamidullah Hoca. Hz. Rasûl'ün vahiy ile irtibatını gayet güzel anlatmıştır. Ama onun bu yaşayışındaki örneklikler bize sebep-netice ilişkisi içerisinde gelen örneklerdir. Taklit edeceğimiz örnekler onun siyerindedir diye bir anlayışa sahiptir Hamidullah.