“Seyahat eden sıhhat bulur” diyor Peygamberimiz. “Oruç tutan sıhhat bulur” da diyor. Buradan hareketle orucu ve yolculuğu eşanlamlı olarak okuyoruz Nebevî gündemde. Orucun yolu var, yolun da orucu var demek ki… Mümin olmanın, yani Allah’tan emin olmanın göstergelerini sayan Tevbe Suresi 112. ayetindeki “es-sâihun” kelimesi de hem “oruç tutanlar” hem “seyahat edenler” diye okunur. Anlaşılan o ki bir seyahatteyiz. İç yolculuğumuz başladı bile.
***
Öyle bir yol ki oruç, Allah’tan emin olmaya doğru yürütüyor bizi. Allah’la emin olmak için harekete geçtik. Allah’ın emin olduğu insan olmak için yola düştük. Varlığa ‘yolcu’ gözüyle bakmaya başladık bile. Ömrü bir ağaç gölgesinde dinlenmek gibi kısacık bilen Muhammedî nazarı kuşandık. Nimetlerin en küçüğüne minnet duyan, güzelliğin her vuruşuyla hayretler içinde kalan Muhammedî mahcubiyetin sofrasına yerleştik.
***
Yeni topraklara yeni gözlerle bakıyoruz. Orucun gözleriyle. Çözünürlüğü arttı bakışımızın. Daha çok piksel, daha parlak renkler, daha net çizgiler var etrafımızda. Her şey yenileniyor oruçlu bakışında. Alışkanlığın pası siliniyor, ilk kez tatmanın keskin tadı vuruyor damağımıza. Her şeyin saydamlaştığı, matlığını yitirdiği bir manzara var karşımızda şimdi. Su iyice berraklaştı; her damlanın arkasından “Allah’ın iradesi” görünüyor. Lokmanın dudağa dokunuşu ‘lütf-u İlâhi’nin dokunuşu oluverdi. O derece yakınlaştık Rezzak’a. ‘Bir başka’ yerde yürüyoruz şimdi. Aşka doğru adımlarımız.
***
Sözlerin yetmediği, ifadelerin kapatamadığı, cümlelerin bağlayamadığı bir yakınlık geldi oturdu yanımıza. Söyleyebildiklerimizden daha fazlasını söylüyoruz orucumuzla. “Dua ediyor” olmaktan çıktık, duanın kendisiyiz artık. Tüm varlığımızla bir avuç oluverdik de, Mûsâ (as) gibi, “katından indireceğin her hayrın muhtacıyım!” demeye durduk. Dudağımız, güzellerin dudağına sırdaş oldu. Nefeslerimizi En Sevgili’nin nefeslerine bitiştirdik.
***
Kontrollü bir kıtlık vaktine uğradık. Bile isteye razı olduğumuz açlık ve susuzlukla, bir başka tokluğu tatmaya niyetlendik. Dünyaya tokuz artık; gövdemizin telaşlarından azadeyiz. Arzın çekim alanından sıyrıldık, semanın cazibesine tutulduk. Kanatlarımızı takındık, hep altında kaldığımız ihtiyaçlarımızın üzerinden geçiyoruz artık. Çözdük ayak bağlarımızı, çekildik kör kuyulardan. Gövdesinin derdiyle dertlenenlerden ayrı bir yerde duruyoruz şimdi. Kalbimizin uçarılığına eşlik ediyor kalıbımız. Bulduğumuzdan fazlasını istiyoruz âlemden. Olduğumuzdan fazlası olmaya kanatlandık, irtifa kazanıyoruz. Dünya dar geliyor bize, cevap vermiyor isteklerimize, doyuramıyor kimse bizi. Her nefeste bir ‘lâ…” çekiyoruz âleme. “Yok, sizden bana fayda; ben başka dertlerin derdindeyim” dercesine.
***
Ruhumuzla baş başayız artık. Mahremimiz oldu kalbimiz. Düşürdük beden elbisemizi omuzlarımızdan. Belki ilk defa, ruhumuzla dolaşıyoruz yeryüzünde. Niyetimizle var olmanın tadına varıyoruz; eylemlerimizden istifa ediyoruz. Yapıp ettiklerimizi üst üste yığamayacağımızı fark ediyoruz. Biriktirdiklerimizle kendimize zırh yapmaktan vazgeçiyoruz. Dünya avuçlarımızdan kayıyor. Ağırlıklarımızı atıyoruz, ruhumuz yeniden üfleniyor bize. Taze bir nefes gibi alıp veriyoruz varlığı, katılıklar buharlaşıyor.
***
Bedenler eridikçe, gövdelerden soyundukça, gözenekler açılıyor ruhlarımız arasında. Gizli yollar buluyoruz kalpten kalbe. Kibrin kirli gömleğini taşıyamaz oluyoruz. Aynı kabın içinde yeniden yoğruluyoruz. Ürkerek de olsa, sevdiklerimizin ruhuna dokunmayı öğreniyoruz. Aramızda adı konmamış bir sözleşme var; sessiz sırdaşlar olmanın keyfiyle göz kırpıyoruz birbirimize.
***
“Ölümümden sonra okunsun!” diye sırlı mektuplar yazar ya kimileri. Gizli sandığa saklar, mühürler zarfları. Söyledikleri dünyalık hesapların uzağında duyulsun diye. Cümlelerinin sonu, alışılmış çıkarlara bağlanmasın diye. Dünyadan vazgeçmiş birinin vazgeçilmez ifadeleri olarak okunsun diye. Ölümünden sonra sadık bir dil olsun diye âleme. Bunun gibi işte; sanki gizli bir sandığa koyuyor bizi Sahibimiz. Suskunlukla zarflıyor sözlerimizi. Dünya hesabını bitirmiş, menfaatlerin güdümünden çıkmış bir mektup gibi, ölümümüzden sonra açılmak üzere yazıyor bizi. Yeniden.
***
“Yara almamış bir mutluluk hiçbir darbeye karşı koyamaz”mış. Öyle diyor bilgeler. Yaralıyor bizi oruç. Kim bilir, belki de yaralanmaktır mutluluğun kendisi. Yara alabilir olmakta saklıdır saadet. Çünkü yaralanınca fark ediyoruz tenimizi. Kanayınca anlıyoruz kalbimizin çırpınışlarını. Acıdıkça öğreniyoruz dünyadan gidebilir olduğumuzu. Yara almayanlardan Nemrut çıkıyor, Firavunlaşıyor dertsizler! Yaralandıkça, yola düşüyoruz. Yolcu olmanın hafifliğini giyiniyoruz; uçarı bir hâl kazanıyoruz dünya üzerinde. Oruçla açtığı yaralarımıza ümit fidanları dikiyor Sahibimiz.
***
Bir de beklemeyi öğretiyor bize oruç. Durup demlenmeyi sevdiriyor. Aynı heyecanın eşiğine baş koyduruyor bize. Hız ve haz çağının kirli gösterdiği ‘bekleme’nin itibarını iade ediyor. Aynı vaktin ipine diziyor koca bir şehrin insanlarını. Doğudan batıya dalga dalga bir sevinç dalgasıyla kıpırdıyor yeryüzü. Ruh denizine dönüyor âlem. Suda eriyor cümle ayrılıklar. Ayrışmış kalpleri yeniden bağlıyor birbirine oruç. Şehrin iki yakasını bir araya getiriyor. Birbirine düğümlüyor insanlığı iliklerine kadar.
***
Kimyamıza müdahale ediyor oruç. Yeniden bağlıyor bağlarımızı. Özgül ağırlığımızı yeni baştan belirliyor. Çekirdeğimize yeni parçacıklar koyuyor. Sayılmak için çırpınıp durduğumuz yeryüzünde, ilk defa tartılmaya başlıyoruz. Yapıp ettiklerimizle değil, yapamayışımızla değer kazanıyoruz. Eylediklerimiz üzerinden değil, eylemsizliğimizle seviliyoruz. Gövdemizle değil, ruhumuzla yer kaplıyoruz. Ettiklerimizin büyüklüğüyle değil, niyetlerimizin sadeliği ile göze giriyoruz. Başkalarına görünme telaşımız bitiyor, Allah’a görünmenin serin huzuruna razı oluyoruz.
***
İnsanız, kendimizi hapsetmekte pek mahiriz, parmaklıkların ardına kolayca koyuyoruz kendimizi. Süslü isimler veriyoruz parmaklıklara. Arkasında çaresizce kalışımızı güzelleştirmeye çabalıyoruz. Geliyor oruç ve kesiyor o parmaklıkları. Yıkıyor zindanımızı. Unuttuğumuz firarı başlatıyor, avunduğumuz köşelerden yüz çevirtiyor, medet umduğumuz yüzlere küstürüyor kalbimizi. Ötelere kilitliyor bakışımızı, kendimizi hapseden parmaklıkların arasından bakmaya başlıyoruz. Sonraya, sonsuzluğa… Çare yok çünkü dünyadan. Doyurmuyor artık yeryüzü. Cennette açılan, cennete açılan o sofrayı 11 ay boyunca özleyişimizden belli…
***
“Titrek bir damla” gibi gelip oturuyor iftar sevinci oruçlunun yüzüne. Gitti gidecek bir kabarcık. Söndü sönecek bir parıltı… Dünyanın yüzüne konmuş cennet tebessümüyüz artık. Dünyada ama dünya ötesinden gelmiş bir huzur busesine yanak olmuşuz. Mümine yakışır hüzünlü bir tebessümün nemlenmiş teniyiz. ‘Dünyanın öte yüzü’ne elçiyiz artık. Ne güzel! Gülüşümüz gülistana açılır; dünyanın tüm dikenlerini severek ağırlayan ince bir güle dönüyor hâlimiz.
***
Tuttuğumuz yoldur artık oruç. Biz onu tutuyoruz, o bizi yolda tutuyor. Yolumuz oruca çıktıkça, orucumuz yol ediyor bizi.