Yalnızlaşmadan ve Yabancılaşmadan Müslüman Birey Olabilmenin İmkânı

22 Ağustos 2023

Bireyselleşmenin tarihsel kökleri

Bireyselleşmenin tarihî kökleri Batı’nın Kiliseyle yürüttüğü kavgaya kadar geriye götürülebilir. Zira Orta Çağ Hristiyan toplumu ister Katolik ister Ortodoks olsun, Kilise etrafında örgütlenmiş bir cemaat yapısına sahipti. Bu toplumsal yapıda Kilise çok önemli ve merkezî bir yer işgal ediyor ve toplum üzerinde belirleyici bir rol oynuyordu. Hristiyanlığın kurumsallaşmasından itibaren bu konumunu sürdüren Kilise, pozitif aklı merkeze almaya başlayan paradigma değişikliğiyle birlikte ciddi sorunlar yaşamaya başladı. Zira bu epistemik dönüşüm, Kilisenin dogmalarıyla pozitif bilimin doğrularının farklılaşması neticelerini doğurdu. Kilise, toplum üzerindeki yüzyıllara dayanan etkinliğine güvenerek mevcut kazanımlarını ve pozisyonunu koruma içgüdüsüyle değişime direndi ve pozitif bilim taraftarlarıyla kavga etmeyi tercih etti.

Kilisenin muhafazakâr ve değişime direnen tutumu, karşı tepkisellikle karakterize edilen yeni bir toplumsal sınıf ortaya çıkardı. Başlangıçta sadece Kilise otoritesine karşı tepki duyan bu kitle zamanla dini de sorgulamaya başladı. Kilise karşıtı kitlelerin bir kısmı yeni bir Hristiyanlık yorumuna yönelerek Protestanlığı ortaya çıkardı. Diğer grup ise pozitif bilimin yaygınlaşmasının da etkisiyle Kiliseye duyduğu tepki ve sorgulamayı dine de yönelterek deist, ateist ve agnostik tavırlar geliştirmeye başladı. Batı’da XIV-XV. yüzyıllardan itibaren yaşanan tüm bu süreçler, Ferdinand Tönnies’in ifadesiyle Kilise etrafında örgütlenen cemaat tipi toplumun her geçen gün zayıflamasına, bunun yerini bireyselliğin ağır bastığı cemiyet tipi bir toplum tipinin almasına neden oldu. Zira muhalif çevreler, kişinin benlik şuuru gelişirse Kiliseden bağımsız ve birey bilincine sahip yeni bir toplumun inşa edilebileceğine inanmışlardı.

Tabiatı gereği sosyal bir varlık olan insana toplumun bir parçası olduğu gerçeği unutturulmuştu. Bütün bunlarla birlikte söz konusu yeni insan her ne kadar başkalarına fiziki olarak daha az ihtiyaç duysa da biricik bir varlık olmasının bir gereği olarak psikolojik gereksinimlerini karşılamak için diğer bireylerle birlikte yaşamak zorundaydı.

Teorik olarak cazip görünen bu strateji sanayi devrimiyle birlikte uygulamada bazı ciddi sorunlarla karşılaştı. Zira bir taraftan insanlardaki birey bilinci gelişirken diğer taraftan kapitalist bir bakış açısı hızla yayılmaktaydı. Bireysel mülkiyete ve sermaye birikimine imkân sağlayan kapitalizmin sonucu olarak yeni toplumun bireyselleşen üyeleri, bilimsel devrimlerin hızlandırdığı teknik ve teknolojik gelişmeler sayesinde yeni imkânlar elde ettiler. Söz konusu imkânların verdiği özgüvenle daha özgürlükçü ve bireysel bir yaşama kavuştular. Tüm bunlar modern bireyin, bir zamanlar sıkı sıkıya bağlı olduğu “cemaat”e olan ihtiyacını asgari düzeye indirdi. Bunun bir neticesi olarak o, bilerek ve isteyerek yalnızlığa yöneldi. Öte yandan kapitalist baronlar, daha çok tüketen bir toplum inşa etmek için özgürlük ve benzeri kavramlar üzerinden bireyselliği teşvik ettiler. Böylece bireyselleştikçe daha özgür olacağını düşünen ama aynı oranda da yalnızlaşan bir “yeni insan” ortaya çıktı. Bu kapitalist propaganda yalnızlaşmış bireyi aynı zamanda hazcı bir canavara da dönüştürdü. O, artık kendisini sürekli hazlarının peşinden koşmak zorunda hisseden, beğenmediği hiçbir şeyi yapmak istemeyen bir robota dönüşmüştü. Her gün yeni metalar satın alarak ve yeni hazların peşinden koşarak daha mutlu olacağını zanneden bu “yeni insan” tam tersine daha kaygılı ve depresif bir hâl almış, stres ve kaygı bozukluklarıyla baş edemez duruma gelmişti. Aslında bu sonuç sürpriz değildi. Zira tabiatı gereği sosyal bir varlık olan insana toplumun bir parçası olduğu gerçeği unutturulmuştu. Bütün bunlarla birlikte söz konusu yeni insan her ne kadar başkalarına fiziki olarak daha az ihtiyaç duysa da biricik bir varlık olmasının bir gereği olarak psikolojik gereksinimlerini karşılamak için diğer bireylerle birlikte yaşamak zorundaydı.

Müslüman kültürde bireyselleşme serüveni

Psikoloji bilimine göre insan, nevi şahsına münhasır bir varlıktır. Ancak bu, insanın toplumsal bir yönünün olmadığı anlamına gelmez. Zira sosyoloji bilimi, insanı “toplumsal bir varlık” olarak tanımlar. İnsan her ne kadar biricik bir varlık olsa da evlenme, çocuk sahibi olma ve benzeri dürtüleriyle diğer insanlarla bir arada yaşamaya mecbur ve istekli bir tabiata sahiptir. Bu özelliği insanın gruplara, kabilelere, milletlere ayrılmasını, öte yandan aile, devlet ve benzeri sosyal kurumlar oluşturmasını gerekli kılmıştır. Şu hâlde insan denen varlık bir yönüyle bireydir, biriciktir, kendine has özellikler barındırır. Diğer yönüyle ise toplumsallaşma ihtiyacı duyan sosyal bir varlıktır.

Kur’an-ı Kerim’de insanın bireysel ve toplumsal yönünün dikkate alındığını görmekteyiz. Hucurat suresinin 13. ayetinde, “Ey insanlar! Sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık, tanışasınız diye kavim ve kabilelere ayırdık.” buyrularak insanın bu iki özelliğine dikkat çekilmiştir. Bu realiteden hareketle Kur’an’da insan bir birey olarak muhatap alınmış ve sorumlu tutulmuştur. Zilzal suresinin 7. ve 8. ayetlerinde geçen, “Kim zerre miktarı hayır yapmışsa karşılığını görür. Kim de zerre miktarı şer işlemişse karşılığını görür.” ifadeleri bunun açık bir göstergesidir. Öte yandan Kur’an, insanın toplumsal gerçekliğini de dikkate alarak bu yönde emirler ve mesajlar vermiştir. Örneğin Âl-i İmran suresinin 103. ayetinde, “Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı yapışın; bölünüp parçalanmayın.” buyrularak Müslümanların birlikte hareket etmeleri ve bölünmemeleri gerektiğine vurgu yapılmaktadır. Şu hâlde Kur’an-ı Kerim’de insanın bireysel ve toplumsal her iki yönünün de dikkate alındığını ve bu ikisi arasında bir denge kurulduğunu söyleyebiliriz.

İslam toplumundaki cemaat, mezhep ve tarikat hiyerarşisi, her ne kadar bazı olumsuz örnekler barındırsa da hiçbir zaman Kilise’nin otorite ve baskı derecesine ulaşmamıştır. Bu durum İslam toplumunda ilgili kurumlara tepkinin çok daha zayıf kalmasına ve genel olarak bu oluşumların sahiplenilmesine sebebiyet vermiştir.

Kur’an’da durum böyle olmakla birlikte İslam’ın, kabile asabiyetine dayalı bir cemaatçi topluma geldiğini göz ardı etmemeliyiz. İslam öncesi Arap kabile geleneğinde bireyin neredeyse hiçbir hükmü yoktu ve kişi kabile üzerinden bir kimlik kazanabiliyordu. Aslında sosyologların ifade ettiği gibi Orta Çağ toplumlarının genel karakteristiği cemaatçi bir yapı arz etmeleriydi. Kuşkusuz Kur’an’ın bireyi de dikkate alan perspektifi vahyin ilk muhataplarının dikkatinden kaçmadı. Onlar, Kur’an’ın ruhuna uygun olarak hem bireyi hem de cemaati dikkate alan bir din yorumu ortaya koymaya çalıştılar. Ancak Orta Çağ’ın genelinde yaygın olan cemaatçi bakış açısının da etkisiyle İslam toplumunda süreç birey aleyhine, cemaat lehine gelişmeye devam etti. Taassubun arttığı, Şiî-Sünni çatışmasının alevlendiği ya da bilgi düzeyinin gerilediği dönemlerde cemaatçi söylemler daha da kuvvetlenerek birey toplum ya da birey cemaat dengesi âdeta yok edildi.

Görüldüğü gibi İslam tarihinde Müslümanlar kendilerini daha ziyade cemaat, mezhep ya da tarikat üzerinden tanımlama eğiliminde olmuşlardır. Bu nedenle İslam toplumunda bireyselleşme çabalarının çok yeni olduğunu ve Batı’daki gelişmelerin etkisiyle ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Her ne kadar yaygın gelenek cemaatçi bir yapıya dayansa da İslam’da Kilise benzeri bir kurumun olmayışı bu cemaatçi yapının ciddi bir sorun hâline gelmesini engellemiş ve geciktirmiştir. Zira İslam toplumundaki cemaat, mezhep ve tarikat hiyerarşisi, her ne kadar bazı olumsuz örnekler barındırsa da hiçbir zaman Kilise’nin otorite ve baskı derecesine ulaşmamıştır. Bu durum İslam toplumunda ilgili kurumlara tepkinin çok daha zayıf kalmasına ve genel olarak bu oluşumların sahiplenilmesine sebebiyet vermiştir. Cemaat karşıtlığı ve bireyselleşme talepleri de Batı ile kıyasladığımızda daha yavaş olmuş ve geriden gelmiştir.

Günümüzde doğrudan kendi iç dinamiklerimizden kaynaklanmış olmasa da İslam toplumunda bireyselleşme yönündeki taleplerin her geçen gün arttığı, bunun bir sonucu olarak da kurumsal dindarlığa karşı bir tepkiselliğin ortaya çıktığı gözlenmektedir. Bu nedenle sorunu görmezden gelmek yerine ciddiye alarak meseleye çözüm üretme gayreti içerisinde olmak gerektiğini düşünmekteyiz.

“Ben” bilincine sahip Müslüman bir toplum inşa etmenin imkânı

Kur’an’ın kurucu ilkelerine dönerek birey toplum ya da birey cemaat dengesini sağlıklı bir zeminde inşa etmek mümkündür. Bu noktada dikkat etmemiz gereken ilk nokta, sorunu ciddiye alıp çözüm yolları aramak olmalıdır. Aksi takdirde bireyselleşme talepleri karşısında Kilise’nin düştüğü hataya düşmemiz kuvvetle muhtemeldir. Kilise, kendisine karşı tepkiler ve bireyselleşme yönünde talepler arttıkça bunları baskı ve güç kullanarak sindirme yoluna gitmiş, ancak bu tutum sorunu çözmediği gibi daha da büyütmüştür. Bizdeki bireyselleşme yönündeki tepkisel refleksler Batı toplumuna kıyasla çok daha yüzeyseldir. Bu yüzeysel tepkileri dikkate alıp çözüm önerileri geliştirmek yerine Kilise’nin yaptığı gibi güç kullanma, baskılama, ötekileştirme ve sindirme yönünde adımlar atıldığında bu yüzeysel tepkiler her geçen gün derinleşecektir.

Kur’an bize birey toplum dengesini kurabileceğimiz bir perspektif sunmaktadır. Buradan hareketle “yeni insan”ın bir yandan kendisini birey olarak değerli görebileceği ama aynı zamanda İslam ümmetinin bir ferdi olmaktan gurur duyabileceği bir İslam yorumu ortaya koymak pekâlâ mümkündür.

Bu noktada dikkat etmemiz gereken hususlardan biri de XXI. yüzyılda yaşadığımızın farkında olarak sosyolojik dinamikleri dikkate almaktır. Bilim insanlarının Z kuşağı, yeni insan ve benzeri şekillerde tanımladığı günümüz insanı, değerleri, ön kabulleri, bakış açısı ve sosyokültürel çevresi itibarıyla Orta Çağ’ın insanından oldukça farklılaşmış durumdadır. Bu nedenle sorunu görmezden gelmek, değersizleştirmeye çalışmak ya da Orta Çağ’daki cemaat yapısına geri dönerek sorunu çözebileceğimize inanmak aslında hiçbir şey yapmamak ve söylememekle eşdeğerdir. Şüphesiz bu, yeni olan her talebi haklı ve doğru kabul etmek anlamına da gelmemektedir. Yapmamız gereken şey, bu çağın insanı olduğumuzun bilincinden hareketle Kur’an ve sünnet perspektifini merkeze alarak “yeni insan”ın anlayıp kabul edebileceği modern bir dil ve söylem geliştirmektir. Bu noktada İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin duruşu bize ışık tutacaktır. O, kendisine, “Sahabe bize yetmez mi?” diye soran öğrencisine mealen, “Şayet biz onlarla aynı şartlarda yaşasaydık yeterdi. Ancak bizim şartlarımız onların şartlarından farklıdır.” diyerek değişen toplumsal koşulların önemine işaret etmiştir. Kuşkusuz onun buradaki amacı sahabeyi hafife almak değil, kendi döneminin ve çağının insanı olduğuna, yeni toplumsal şartları dikkate alarak çözüm odaklı bir yaklaşımı benimsediğine vurgu yapmaktır.

Kilise’nin tahakkümünden kurtulma ve bireyselleşme çabalarının Batı toplumunda yabancılaşma ve aşırı bireyselleşme gibi sorunlar ortaya çıkarması, Kilise ya da “cemaat”e topyekûn bir karşı çıkışı benimsemiş olmalarından kaynaklanmaktadır. Bizdeki bireyselleşme yönündeki arayışların ise aynı sonucu doğurması beklenmemelidir. İslam toplumunda Kilise gibi ruhani bir kurum olmadığı için bizdeki tepkiselliğin dozu oldukça düşüktür. Öte yandan Kur’an bize birey toplum dengesini kurabileceğimiz bir perspektif sunmaktadır. Buradan hareketle “yeni insan”ın bir yandan kendisini birey olarak değerli görebileceği ama aynı zamanda İslam ümmetinin bir ferdi olmaktan gurur duyabileceği bir İslam yorumu ortaya koymak pekâlâ mümkündür. Bunu başarabilirsek benlik şuuruna ermiş ama aynı zamanda İslam ümmetinin/toplumunun bir ferdi olmaktan gurur duyacak bir Müslüman tipinin ortaya çıkması son derece olasıdır.

Böyle bir Müslüman tipi, birey bilinciyle içinde bulunduğu toplumu/cemaati sorgulayacak, bu ise istismarların minimize edildiği daha sağlıklı bir toplum/cemaat tipinin ortaya çıkmasını sağlayacaktır. Öte yandan o, içinde yaşadığı İslam toplumunun ya da “cemaat”inin bir ferdi olmayı sürdüreceği için dinî açıdan sosyalleşmesini gerçekleştirecek ve modern insanın içine düştüğü yalnızlaşma ve yabancılaşma gibi hastalıklara düçar olmayacaktır. Böylece geniş Müslüman topluluk içerisinde hem birey olmanın hazzını ve mutluluğunu hem de kuşatıcı sosyal bir çevreye ait olmanın psiko-sosyal kazanımlarını aynı anda yaşayabilecektir.


(Makale, Diyanet Aylık Dergi’nin Haziran 2023 sayısından alıntılanmıştır.)