Milanolu Ahmed kardeşimiz, bir çocuğun gözlerinin içine girerek seyrediyor Peygamber’in hayatını. Çocuksu bir saflığın göğünde yükselen bir yıldız olarak resmediyor Peygamberliğin nurunu. Böylece çoğu siyerlere ister istemez egemen olan “savaşan peygamber” vurgusunun uzağında ağırlıyor okuyucusunu. Müslümanların üzerine çullanmış o gafletli sessizliği usulca yırtıyor, Peygamber’in imajına giydirilmiş puslu çerçeveyi iddiasızca kırıyor. Sessizliği kanatıyor.
Anladığım kadarıyla Vincenzo’nun aklı bizi kuşatmış, kuşattıkça da kendini meşru kabul ettirmiş ve meşrulaşınca da biricik yol diye dayatmış şablonlardan serazat. Şükür ki öyle…
Peygamber’in hayatını anlatan kitapların ana kaynağı olan İbni İshak’ın eseri, kaçınılmaz olarak savaşları öne çıkarır. “Kaçınılmaz olarak” diyorum çünkü İbni İshak bir tarihçidir ve tarihçiler enfüsî serüvenleri ve iç yolculukları değil, hariçteki olayları ve politik aksiyonları görür. Ayrıca İbni İshak, Peygamber’in hayatını anlatan eserini, Abbasi halifesinin siparişiyle hazırlamıştır ve muhatabı da politik ve askerî kişilikler olan prenslerdir. İşte bu yüzden sadece 53-54 gününü savaşlarda geçirmiş Hz. Peygamber’in ömrünü yıllardır ille de bir savaş fonunda seyrederiz. İslam âleminin klasiği haline gelmiş, daha iyisini hâlâ üretemediğimiz Çağrı filminin de yarası budur. Gören de sanır ki ömrü boyunca savaşmıştır Peygamber. İbni İshak’ın ana temasını izleyen yeni siyerleri okuyan da inanır ki Peygamber’in hayatı kılıç ve kalkan şakırtısından ibarettir.
Bunun sorumlusu, şüphesiz, kılı kırk yararak, ince eleyip sık dokuyarak ilk siyer prototipini ortaya koyan İbni İshak değil; o tarihçi olarak vazifesini yapmıştır. Asıl sorumlu, İbni İshak’ın politik bakışını, askerî çerçevesini hiç sorgulamadan biricik ve mutlak bakışı açısı sanan çağdaş akıldadır. Bu bakış açısını kıran Said Nursî anlatımı [münhasıran 18. Söz, 19. Söz olmak üzere] deşifre edilmeyi beklemekte.
Şu kesin ki Peygamber’in hayatında başrol vahyindir. Vahyin inişi ekseninde akar Peygamber hayatı. Göklü Söz’ün hakkını verecek içsel aksiyonlarla örülüdür nebevi hayat. Söz’ün insanlığa inişinin ilk ve en derin çalkantısını Peygamber yaşar. O Söz’ün sofrasını bekleyen kalbî açlığın ve ruhî susamışlığın heyecanı, Peygamber’in yüzünde okunur. “Hayatı Kur’ân” olan Peygamber’in biyografisini ancak vahyin omurgasına yapışarak izleyebiliriz. Yoksa, hayatımıza vahiysiz bir Peygamber imajını; vahiyle dirilen, vahiyle yoğrulan gerçek Peygamber’in yerine yerleştiririz. Bu sadece Peygamber’e yapılan haksızlık olmaz, kendimizi de Peygamber’den mahrum kılar ve kaybedenlerden oluruz.
Vahyin akışını kenarda bırakan biyografiler, savrulma yaşattılar bize. Sanki Peygamber, ana işlerinin arasında, part-time bir görevi yapıyormuş gibi hiç beklemeden, hiç özlemeden, hiç sevinmeden, hiç etkilenmeden ve hiç diyaloğa girmeden vahiy alıyormuş gibi siyer yazmak, olsa olsa vahiy karşısındaki lakayd duruşumuzu Peygamber’e yamamak olur.
Yaklaşık 30 yılını İtalya’da İslam’ın anlaşılmasına ve anlatılmasına harcayan ciddi ve sözü dinlenir bir bilim adamı Vincenzo. Aynı zamanda İtalyan Müslümanlarını temsil eden siyasi bir aktör. Vincenzo’nun ayakları ne kadar sağlam basıyorsa yere, yüreği de o kadar çocukça kanatlanmaya hazır.
Avrupalı Müslümanlar belgeseli için verdiği söyleşide İslam’ın politik bir cephe olarak sunulmasından yakınıyor. “İslam, politik duruşumuzun kalkanı haline gelmemeliydi” diyor. Hakikatin taraftarlık tuzağına düşmeden, birilerinin tekeline hapsedilmeden sunulması gerektiğinin altını çiziyor.
Tahmin ediyorum; Vincenzo’ya Yesrib’de Bahar gibi çocuk yüzlü bir siyer yazmayı sorumluluk olarak yükleyen şu sözleridir: “İslam, politik bir dille değil, poetik bir dille anlatılmalı.” Yesrib’de Bahar, Vincenzo’nun özlediği poetik dile başarılı bir kurguyla, akıcı bir anlatımla, yüreğe dokunan detaylarla yaklaşıyor.
Vincenzo’nun şiirsel dille anlatma sorumluluğu, sandığımızın aksine, apolojik, yani savunmacı bir gerekçeye dayanmıyor. “Çünkü” diyor Vincenzo, “dinî olan aynı zamanda şiirsel olandır.” Bir “çünkü” daha ekliyor sözüne, “yaratılış şiirseldir; biz ise yaratılışın bir parçasıyız.”
Ardına düştüğü şiirsel dili; Peygamber’in hayatına Medine’de dâhil olan, Peygamber’in Yesrib’e hicreti sırasında henüz onlu yaşlarda olan Zeyd bin Sabit’in çocukça heyecanları içinde inşa ediyor Vincenzo. Zeyd bin Sabit, gerçek bir karakterdir. Çocuk ruhunun uçarılığı, yazara roman için kurgusal serbestlik de sunuyor. Hicret öncesi Yesrib’deki politik gerilim ve duygusal tablo, Zeyd etrafında kurduğu karakterlerin diliyle, gerçeği incitmeden ve roman tadını bozmadan ustalıkla veriliyor. Öyle ki okuyucu, Peygamber’in Yesrib’e gelişini çocukça sevinçlerin fonunda, kendi içinde büyüyen doğal bir heyecanla karşılıyor.
Varoluşun şiirselliğini Peygamber’in bak dediği yerden bakmaya endeksliyor Vincenzo. Böylece, kâinattan kopuk, hayattan uzak çağdaş Müslüman bakışını onarmaya yelteniyor. Kitabı yazmaya kendisini iten o sözü hiç unutmuyor. “Bir çocuk sahabesine sorulduğunda ‘Peygamber’den ne öğrendin’ diye, ‘ben O’ndan kuşların ne kadar güzel uçtuğunu öğrendim’ der.” Yaratılana da ayet olarak bakmanın ifadesidir bu ve ne yazık ki çağdaş siyerlerin ana-akım söyleminde hakkıyla yer bulmaz kendine. Yazık ki savaşa ve politikaya boğulur Peygamber’in hayatı.
Evet, evet, sessizliği kanatmak, Vincenzo’nun yaptığı bence bu Yesrib’de Bahar’da… Razı olunmuş ve hiç sorgulanmamış politik ve askerî temalı siyerlerin üzerindeki tozu silkeliyor. Savaş yok mu Yesrib’de Bahar’da? Var elbet, niye olmasın ki? Biz Peygamberimiz savaştı diye utanacak değiliz ki… Peygamberimiz savaşmaktan başka bir şey yapmadı demeye getirdiğimiz için utanmalı ve mahçup olmalıydık.
O mahcubiyetsizliğin beslediği sessizliği kanatıyor işte Vincenzo…