“Elif, Lam, Mim
Bu kendisinde şüphe olmayan, muttakiler için yol gösterici olan bir kitaptır.
Onlar gaybe inanırlar, namazı dosdoğru kılarlar ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infak ederler.
Ve onlar sana indirilene, senden önce indirilenlere iman ederler ve ahirete de kesin bir bilgiyle inanırlar.
İşte bunlar, Rablerinden olan bir hidayet üzeredirler ve kurtuluşa erenler bunlardır”. (Bakara, 1-5)
Peygamberimiz vasıtasıyla bu dünyada yiğit olanın kim olduğu açık bir şekilde anlatılmıştır. Burada hiçbir teyit ihtiyacı duymayan, belagatli bir ifade var. Ne bir kelime eksikliği, ne de fazlalığı. Özlü bir şekilde istenen hal, teslimiyet ve vermektir. Namaz da vermenin bir parçası olarak itaat etmek hayat bulmak için.
Kur’an hakikatin apaçık ortaya çıkması için indi ve o zamana kadarki üstünlük iddialarının hepsini geçersiz kılarak en yiğit kişi olan peygamberimize büyük cihadın nasıl yapılacağını beyan etti.
“Öyleyse kafirlere itaat etme ve onlara Kur’an’la büyük bir cihad ver”. (Furkan 52)
Cihad ayetlerini genelde kıtal yani kılıçla yapılan vuruşma, cenk olarak anlarız. Oysa burada Kur’an’la yapılan ‘cihad-ı ekber’den sözediliyor. Bu ezber bozucu sarsıcı söyleyiş neye karşılık gelir?
İnsanların adalet anlayışı sahip olmaya ele geçirmeye teslim almaya meyyal. Gücün zaferine dayalı bir anlayış hakim insanlığın medeniyet tarihinde. Bu yüzden de değişken bir iyi doğru güzel anlayışı var. Kimi zaman en fazla kan dökebilen en doğru, kimi zaman statü sahibi olanlar en haklı.
Kur’an peygamberimize hitab edilen ayetlerin birçoğunda bu dünyadaki hallerimizi, ilişkilerimizi, toplumsal temaslarda esas alınması gereken ilkeleri açıkladı. Aslında yapılmak istenen dünyevi kazanımlara dayalı olarak açıklanan ve ilan edilen üstünlük iddialarına dair bütün bildiklerimiz üzerine yeniden düşünmemizi sağlamak, heva ve hevesle oluşmuş zalimane değer yargılarını mahkum etmek ve gerçek yiğitliğin ve üstünlüğün nerede aranması gerektiğini bildirmekti. Peygamberimize biçilen rol de yiğit bir kul ve elçi olarak ayetlerde bildirilen, yanar döner olmayan, her zamanda ve mekanda geçerli olan sarsılmaz adalet anlayışını hayata geçirmesi, bunun mücadelesini vermesi idi.
Kur’an bize kim olduğumuzu, hangi eksiklerle ve zaaflarla malül olduğumuzu öğretiyor. Asıl itibarlı olanın kim olduğuna, şerefli bir hayatın nasıl yaşanabileceğine dair esaslı bir öğreti. Bu hayat tarzı takva olarak tanımlanmış. Takva baştan sona merkezden muhite, bireyin öz benliğinden dünyadaki bütün ilişkilere kadar yayılan bir hakkı ve adaleti teslim etme, ayakta tutma mücadelesi. Bu aynı zamanda inanmayanları da içine alan hiç kimseyi dışarıda bırakmayan bir adaletin mümkün olduğunu gösterir ki bu imkan dağ taş hayvan ve bitki dahil herkese sunulur. Emek isteyen ve yiğitçe sürdürülen bir hayattır önerilen. İnce ve zahmetli, bedel ödemeyi gerektiren bir çizgidir takip edilmesi izi sürülmesi gereken ama insanı mutmain edecek başka bir yol da yoktur, yaşayanların bildiği, yaşamayanların içlerinde bir sızı olarak hissettikleri gibi.
Mesela vermekten söz ediliyor. Hep alma dürtüsüyle hareket eden insan için ‘vermek’ fikrini içine sindirip gereğini yapmak hiç de kolay değildir. Kendini yeni bir insan olarak sil baştan inşa etmesi gerekir.
“Ve gerçekten Rablerine dönecekler diye, vermekte olduklarını kalpleri ürpererek verenler;
İşte onlar, hayırlarda yarışmaktadırlar ve onlar bundan dolayı öne geçmektedirler.
Hiç kimseye güç yetireceğinden fazlasını yüklemeyiz; elimizde hakkı söylemekte olan kitap vardır ve onlar hiçbir haksızlığa uğratılmazlar”. (Mü’minun 60 -62)
Vermek derken sadece mal ve mülkten infak etmek değildir kastedilen, her türlü verme ve vazgeçiştir. Canından, kanından, malından, zamanından, rahatından, bedenin arzularından, uzun emellerden vazgeçebilmek ve nefsinden feragatta bulunmak.
Bu yolda büyük ve küçük günahların nispetleri de önemli. Bir keresinde sevgili peygamberimiz küçük günahları biraz azımsar gibi gördüğü sevgili eşine “ Ya Aişe, çakıl taşlarını küçümseme (azımsama) , büyük dağlar küçük çakıl taşlarından oluşur” demişti. Günahlardan kaçınmak ciddi bir iştir çünkü.
Aslında müşrikler bu adam dinimize saldırıyor diye feryat ederken samimi değillerdi, yürekten bağlı oldukları hakkaniyetli olduğuna inandıkları bir tanrı değildi müdafaa ettikleri. Onları öfkeden çıldırtan şey çıkarlarının , ayrıcalıklı konumlarının elden gitme olasılığı, vermek üzerine yapılan çağrıların yarattığı endişeydi. Zalimliğe dayalı yiğitliklerine halel gelmişti, gölge düşmüştü güçlerine ayetlerin açıklanmasıyla. Yiğit olan üstün olan kimmiş yeniden tanımlanıyor, toplumun zulüm üzere işleyişi tersine çevrilmek isteniyordu. Güç ve saltanatın görkemi köklerinden sarsıldı.
Peygamber değişmekten söz ediyor, değişimin yasalarını açıklıyordu vahye dayanarak. Bundan böyle yiğit olmak istiyorlarsa Sünnetullah’a tabi olmaları gerekliydi.
“Bu böyledir, çünkü Allah, bir topluma bahşettiği nimeti ve esenliği, o toplum kendi gidişini değiştirmedikçe asla değiştirmez, ve bilin ki Allah her şeyi işiten ve her şeyi bilendir”. (Enfal 53)
“Gerçek şu ki, insanlar kendi iç dünyalarını değiştirmeden Allah onların durumunu değiştirmez ve Allah insanlara (kendi kötülüklerinin bir sonucu olarak) bir felaket tattıracağı zaman hiçbir şey bunun önünde duramaz. çünkü onların, kendilerini O’na karşı koruyabilecek kimseleri yoktur”. (R’ad 11)
Sonuçta sorumluluğu baştan kabul eden insan, sonradan ağır gelince bu akitleşmeyi inkar etmekte, zoru görünce çizgiden çıkmakta. Oysa zorlukla beraber kolaylıklar var ve sarp yokuş aşıldıktan sonra hak ve hakikate uygun hareket etmek doyumsuz bir mutluluğa dönüşür ve kalplere sürur verir. Bu uygarlıkların ve bireylerin alçalıp yükselmesindeki sebep sonuç ilişkisini de açıklar. İki yanlıdır burada değişimin yasaları. Muhammed Esed’in açıklamasıyla insanlar kendi nefislerini fesat ve yozlaşmaya terk etmedikçe Allah yardım ve esirgemesinden onları mahrum bırakmaz, buna karşılık yine Allah, bilerek isteyerek günah işleyen kimseler, kendi içlerindeki eğriliği, olumsuz eğilimleri değiştirerek bunu hak etmedikçe rahmet ve inayetini nasip etmez. Bu en geniş anlamıyla birey ya da toplumların iç dünyalarındaki biçimlenmelere göre nasıl yükselip alçaldıklarını gösterir ve Sünnetullah’ı dile getirir.
“Gerçek şu ki, Biz (akıl ve irade)emanetini göklere, yere ve dağlara sunmuştuk, ama (sorumluluğundan) korktukları için onu yüklenmeyi reddettiler. O(emanet)i insan üstlendi, zaten o, her zaman (kendisine)haksızlık etmeye ve aptallığa yatkın biridir”. (Ahzab 72)
Burada ‘emanet’ için birçok şey ileri sürülmüşse de en yakın mana, doğruyu eğriden ayırma yeteneği, akıl ve irade dolayısıyla birbirinden farklı iki eylem ve hareket tarzı arasında seçim yapabilme yetisi.
İnsanlık tarihi yiğit olanın kim olduğunu açıklamak için yazılmış kitaplarla dolu. Baş yapıt dediğimiz edebi metinler de böyledir, bu çabadaki güçleri nispetinde değer kazanırlar. Bunların ilki Homeros’un İlyada’sı. Yunanistan’daki Akhalar ile Batı Anadoludaki Truvalılar arasında geçen bir savaşı anlatır. Bütün destanlar gibi yiğit olanın kim olduğunu anlayabilmek için söylenmiş şiirler ya da baladlardır. İlişkilerdeki temaslardaki iyi ve doğru olanla yanlış ve alçakça olanı ortaya koymak için. MÖ. 8. yüzyılda söylenmiş yüzlerce dize sonraki yüzyıllarda yazıya geçirilmişti. Akhaların başkomutanı olan Kral Agamemnon en yiğit savaşçısı Akhillius’un sevdiği kıza göz dikince savaşın seyri değişmiş araya kuşku ve üzüntü girmişti. İşin içine giren tanrılar da çözememişti sayısız insanoğlu arasında yumak olan sorunları.
Bu destanda kimin doğrulardan yana olduğu analiz ediliyor. İnsanlığın varoluşundan bu güne hepimiz yiğit olanın kim olduğunu anlamaya çalışıyoruz. Aslında Dede Korkut kitabı, Gılgamış Destanı ve daha birçok yazıt ve yapıt yiğit davranışın peşine düşmüştür. Fakat bu meseleyi en mütekamil biçimde gözler önüne seren, iz’an sahiplerine açıklayan, Kur’andan aldığı feyizle hayatıyla da örnekleyen, “bir elime ayı bir elime güneşi verseniz davamdan dönmem” diyen sevgili yiğit peygamberimiz oldu.
Kaynaklar