Türkçede çember biçiminde dizilmiş topluluk anlamında da kullanılan "halka" az sayıda bir grup insanı içermektedir. Arapçada topluluğun en az üç kişiden oluştuğu düşüncesi dikkate alındığında Kur'ân'da Hz. Musa (as)'nın yanındaki genç (Kehf, 18: 60) ya da Allah-u Teâlâ'nın katından bir rahmet verdiği ve tarafından bir ilim öğrettiği kul (Kehf, 18: 65) ile sohbeti gibi ikili görüşmeleri bu kapsamda değerlendirmemek daha doğru olur. Hz. Şuayb (as)'ın kızlarından birini verme arzusuyla Hz. Musa (as) ile görüşmesi, yine Kur'ân'da anlatılan Hz. Peygamber'in hanımlarıyla görüşmeleri "aile sohbetleri" olarak görülebilir. Kur'ân-ı Kerîm'de "sohbet halkası"na uygunluğu en belirgin iki kıssa anlatılmaktadır: Öldürülmekten korkup bir mağaraya sığınan Müslüman gençlerin mağarada aralarında sohbet ettiği belirtilen Ashab-ı Kehf kıssası ve zindandaki arkadaşlarıyla sohbet ettiği anlatılan Hz. Yusuf (as)'un kıssası. Biz bu yazıda, Seyyid Kutub'un -Fi Zilali'l-Kur'ân adlı tefsirini esas alarak- sadece Hz. Yusuf (as)'un zindandaki sohbet halkasını değerlendireceğiz. Sözgelimi, Hz. Yusuf (as)'un babasıyla, Mısır kralıyla vs. olan ikili görüşmeleri yazımızda yer almayacak. Ek olarak, Yusuf (as)'un hapishanedeki sohbet halkasının defalarca gerçekleştiği ve belli bir süreklilik ifade ettiği iddiasında da bulunmayacağız.
Kur'ân-ı Kerîm'de anlatıldığı kadarıyla, Hz. Yusuf (as)'un kardeşleri onu bir kuyuya atıp ondan kurtulmak istemekte (Yusuf 12: I O), bu planlarını uygulamaya koymakta, ardından bir kervan onu kuyudan çıkarıp Mısır'da bir yöneticiye satmakta ve Hz. Yusuf (as) önce evin hanımının (Yusuf, 12: 23) sonra başka kadınların kurdukları gayr-ı ahlaki tuzaklar ile karşı karşıya kalmakta (Yusuf, 12: 28) ve başına gelen bu musibetlerin üstesinden başarıyla gelmektedir. Ne var ki, Yusuf (as) bir süreliğine suçsuz yere de olsa hapse atılmaktadır. Kur'ân-ı Kerîm onunla birlikte aynı yerde hapis yatan kişilerle sohbetinden söz etmektedir. Sohbetin konusu o iki mahkumun gördükleri rüyadır. Hz. Yusuf (as)'un temiz, dindar, sürekli Allah'ı hatırlayan iyi bir kul ve ahlaklı bir insan olduğunu anlayan bu iki delikanlı (Kutub, 1991, VI: 258), ondan rüyalarının tevilini haber vermesini istemektedir: "Zindana onunla birlikte iki delikanlı daha girdi. Birisi dedi ki: 'Rüyada kendimi şarap sıkarken gördüm.' Öteki de dedi ki: 'Ben de başımın üstünde ekmek taşıdığımı, kuşların da ondan yediğini gördüm.' Bize bunun tevilini haber ver. Çünkü biz seni iyilik edenlerden görüyoruz." (Yusuf, 12: 36)
Hz. Yusuf, yukarıdaki ayette geçen iki delikanlının rüyalarının anlamını ilahi bildirim sayesinde izah etmektedir. O, dar bir zaman aralığında bile tebliğini ihmal etmemekte ve kendisine sorulanları, tutuklular arasında doğru inancını yayabileceği bir fırsat olarak görmektedir: "Yusuf dedi ki: Size yiyecek olarak verilecek bir yemek gelmeden önce onun tevilini size bildiririm. Bu, Rabbimin bana öğrettiği ilimIerdendir. Ben Allah'a inanmayan ve ahireti inkâr eden bir kavmin dinini terk ettim. Atalarım İbrahim, İshak ve Yakub'un dinine uydum. Bizim, Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmamız olmaz. Bu, bize ve insanlara Allah'ın bir lütfudur. Fakat insanların çoğu şükretmezler." (Yusuf, 12: 37-38). Hz. Yusuf (as)'un tutuklu oluşu, yöneticileri Rab konumuna yerleştirme, Rabliğin niteliklerini kendilerine mal ederek Firavunlaşmış olan bu tür insanlara boyun eğme temeline dayalı çarpık anlayışları ve bozuk inançları düzeltme, yükümlülüğünü kaldırmamaktadır. (Kutub, 1991, VI: 258) Zaten ilim sahipleri, kendilerine cahiller, yoldan çıkmışlar tarafından bir görüş sorulduğunda önce hidayetten, doğru yoldan söz eder ve öğüt verirler. (Zemahşeri, ts., II: 443)
Yukarıdaki ayetlerde Hz. Yusuf (as), bu iki hapishane arkadaşıyla sohbetine, onların kafasını kurcalayan konudan başlamaktadır. Önce, rüyalarının tevilini bildireceğini söyleyerek onları rahatlatmaktadır. Zira o, tıpkı ataları gibi sadece Allah'a kulluk ettiğinden, kullukta O'na hiçbir şeyi ortak koşmadığından söz eder. Allah da mükafat olarak kendisine özel bir bilgi bahşetmiştir. Böylece daha ilk planda, onların kendi dinine karşı güvenlerini kazandığı gibi, rüyalarını tevil [1] edebileceği -yani gaybten haber vereceği (Razi, 2000: XVIII: 109)- noktasında da güvenlerini kazanır. Hz. Yusuf (as)'un konuyu ele alış biçiminde izlediği yöntemde, kişilerin gönüllerine girebilme noktasında bir incelik; konuşması sırasında yaptığı geçişler ve kullandığı üslupta hoşgörülü bir nezaket göze çarpmaktadır. Kıssanın baş kahramanı Hz. Yusuf (as)'un, tüm olaylarda tanık olduğumuz ayırıcı niteliğidir bu (Kutub, 1991, VI: 258, 259).
Yukarıdaki ayette, Hz. Yusuf (as)'un "yenilecek yemeği daha gelmeden görebilecek ve gördüğünü bildirebilecek" denli özel bir bilgiye sahip olduğuna zindan arkadaşlarının güvenmeleri gerektiğini vurgulamaktadır: Bunun yanı sıra bu sözde -elbette ki Allah'ın, salih kulu Hz. Yusuf (as)'a bahşettiği nimete ve de ayrıca- geleceğe ilişkin haber verme ve rüya yorumlama gibi o dönemin karakteristik yapısına işaret vardır. Yine Hz. Yusuf (as), onların gönüllerini kazanarak Rabbinin yoluna davet edebilmek için onlara rüyalarını yorumlamada yararlanacağı özel bilgisini açıklarken kullandığı "Bu, Rabbimin bana öğrettiği ilimIerdendir" biçimindeki ifadesini de psikolojik açıdan tam gediğine yerleştirdiği gözlenmektedir (Kutub, 1991, VI: 259)
Hz. Yusuf (as)'un sohbetinde -yukarıda belirtildiği gibi- "Ben Allah'a inanmayan ve ahireti inkâr eden bir kavmin dinini terk ettim" demesi içinde yetiştiği kavme yani Mısır halkına (Nesefi, 2005, II: 186); baş vezirin ailesine, kralın kurmaylarına, kavmin ileri gelenlerine ve onlara tabi olan halka işaret etmektedir. Aslında karşısındaki delikanlılar da o kavmin dinindendir. Ama Hz. Yusuf, onların kişiliklerini hedef seçmemekte, tam tersine, onları rencide etmemek, kendinden nefret ettirmemek için, genel bazda söz konusu kavmin yanlışlarını hedef seçmektedir. Bu bir üsluptur, hikmettir, nezakettir, kişilerin gönlüne güzellikle girebilme yöntemidir (Kutub, 1991, VI: 259). Hz. Yusuf (as)'un "ahireti inkâr eden bir kavmin dinini terk ettim" diyerek ahiretten söz etmesi, insanlık var oldu olalı ahirete imanın, tüm peygamberlerin öğrettiği biçimiyle inancın temel öğelerinden biri olduğunu perçinlemektedir.
Ahiret inancı, bozulmamış semavi dinlerin her zaman temel unsuru olmuştur. İnkârcıların genel niteliklerini açıklamasının ardından Hz. Yusuf (as), kendisinin ve atalarının tabî olduğu imana dayalı inanç sisteminin genel niteliklerini "Atalarım İbrahim, İshak ve Yakub'un dinine uydum. Bizim, Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmamız olmaz. Bu, bize ve insanlara Allah'ın bir lütfudur. Fakat insanların çoğu şükretmezler" (Yusuf, 12: 38) diyerek açıklamaya devam etmektedir. Bu, Allah'a hiçbir ortak koşmayı içermeyen gerçek tevhid dinidir. Tevhide erebilmek, doğru yola ulaşanlara Allah'ın bir lütfudur. Çaba göstermeleri, istemeleri durumunda tüm insanların onurlanabilecekleri bir lütuftur bu. Bunun kökleri ve ipuçları, insanın doğasındadır. İncelikleri ve kanıtlan, insanların çevresindeki varlıklar alemindedir. Açıklaması ve tanımı, peygamberlerin getirdikleri mesajlardadır. Ama insanlar bizzat kendileri, bu lütfu anlamadıklarından, buna şükretmesini de bilmezler. Tatlı mı tatlı bir giriş... Dikkatlice ve yumuşak bir edayla adım adım ilerlemektedir Yusuf... Giderek, onların yüreklerinin ta içine girecek; inancını ve çağrışım ayrıntısıyla ve bütünüyle açacak; onların ve mensup oldukları kavmin inançlarındaki bozukluğu, yaşadıkları realitedeki bozukluğu gözler önüne serecektir. (Kutub, 1991, Vl: 259, 260)
Hz. Yusuf (as) sohbetinde, harikulade, son derece net ve aydınlatıcı birkaç cümleyle, tevhid dininin genel niteliklerini, bu inanç sisteminin temel prensiplerini mükemmel bir biçimde çizmekte ve şirk, tağut ve cahiliye sisteminin temellerini de son derece şiddetli bir biçimde sarsmaktadır: "Ey benim zindan arkadaşlarım! Ayrı ayrı birçok tanrılar mı daha hayırlı, yoksa her şeye hakim ve galip olan bir tek Allah mı? Sizin Allah'ı bırakıp da o taptıklarınız, sizin ve atalarınızın uydurduğu birtakım isimlerden başka bir şey değildir. Bunlara tapmanız için Allah hiçbir delil indirmiş değildir. Hüküm ancak Allah'a aittir. O, size, kendisinden başkasına tapmamanızı emretti. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bunu bilmezler." (Yusuf, 12: 39-40) Hz. Yusuf (as), karşısındaki iki gence "arkadaşlarım" diyerek, onların sevgisini kazanmaktadır. Buradan hareketle de, çağrısının özüne, inancının temeline inmektedir. Onları kendi inanç sistemine doğrudan çağırmak yerine, önce onlara " Ayrı ayrı birçok tanrılar mı daha hayırlı, yoksa her şeye hakim ve galip olan bir tek Allah mı" şeklinde nesnel bir soru yöneltmektedir. (Kutub, 1991, VI: 260-261) Bu soru "Allah mı hayırlı, yoksa O'na koştukları ortaklar mı?" (Neml, 27: 59) ayetini akla getirmektedir. (Kurtubi, 2003, IX: 192)
İnsanın özbenliğini, merkezinden vuran, şiddetle sarsan bir sorudur bu. İnsanın özbenliği tek bir ilah tanıdığı halde, birçok Rab ile karşılaşılması neyin nesidir? Kulluk edilecek, buyruğuna boyun eğilecek ve şeriatına uyulacak Rab olmaya gerçek anlamıyla layık olan sadece, her şeyden üstün tek Allah'tır. Tanrı birlenip, onun varlıklar dünyasında her şeyden üstün bir otoriteye sahip olduğu benimsendiğinde, buna bağlı olarak, Rabbin de birlenmesi ve onun insanların yaşamında her şeyden üstün bir otoriteye sahip olduğunun benimsenmesi gerekmektedir. Allah'ı bir ve her şeyden üstün kabul eden insanların, onun dışında birinin aykırı buyruğuna boyun eğmeleri ve Allah dışında bir Rab edinmeleri, bir an için bile olsa asla mümkün değildir. Rab olarak sadece ve sadece, evrendeki tüm yasaların sahibi ve evrenin yöneticisi durumundaki Allah tanınmalıdır. Tüm evrene söz geçirebilmekten aciz bir kimsenin, buyruklarıyla evrene üstünlük sağlayamazken, otoritesiyle insanlar üzerinde üstünlük sağlayan bir Rab konumuna geçmesi asla doğru değildir! (Kutub, 1991, VI: 261)
Tarih boyunca kimi zaman yeryüzünün sahte rableri Allah'ın otoritesini ve Rabliğini kendilerine yamamışlar; kimi zaman da cahil kimseler bilgisizlik, hurafe ve efsanelerin ya da baskı, aldatmaca ve propagandaların etkisiyle onlara böylesi bir otorite atfetmişlerdir. Yeryüzünün bu sahte rableri, ben merkezcilikten, salt kendini ve koltuğunu düşünmekten, kendi otoritesini sürdürüp güçlendirme noktasındaki o amansız hırstan kendilerini bir an için bile olsa sıyıramamaktadırlar. Bu sebeple de otoriteleri için, ama yakın ama uzak vadede, bir tehlike olarak gördükleri tüm güçleri, tüm potansiyelleri ortadan kaldırabilmek; aldatmacaları gün yüzüne çıkıp sona ermemesi için tüm güçleri, tüm imkânları kendilerine övgüler döktürmeye, kendilerinin borazanlığını yapmaya seferber edebilmekten başka bir şey düşünmemektedirler! (Kutub, 1991, VI: 261)
Her şeyden üstün olan tek Allah, evrendeki hiçbir şeye en ufak bir ihtiyaç duymayacak kadar güçlüdür. O, kullarının erdemliliğinden, kurtuluşundan, çalışmasından ve belirlediği ilkeler doğrultusunda ilerleme kaydetmelerinden başka hiçbir şey istememektedir. Onların bu yoldaki tüm çabalarını, Kendisine ibadet olarak saymaktadır. Kullarını yükümlü kıldığı ibadetlerde bile amaç, onların yaşamlarını ve durumlarını en iyi düzeye getirebilmek için, yüreklerini ve duygularını ıslah edebilmektir. Yoksa Allah'ın kullara hiçbir ihtiyacı yoktur. "Ey insanlar! Siz Allah'a muhtaçsınız, Allah ise müstağnidir, övülmeye layık olandır." (Fatır, 35: 15) İşte, her şeyden üstün tek Allah'a boyun eğmek ile çeşitli uydurma rablere boyun eğmek arasında böylesine büyük bir farklılık vardır. (Kutub, 1991, VI: 261, 262)
"Sizin Allah'ı bırakıp da o taptıklarınız, sizin ve atalarınızın uydurduğu birtakım isimlerden başka bir şey değildir. Bunlara tapmanız için Allah hiçbir delil indirmiş değildir. Hüküm ancak Allah'a aittir. 0, size, kendisinden başkasına tapmamanızı emretti. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bunu bilmezler." (Yusuf, 12: 40) diyen Hz. Yusuf (as), zindan arkadaşlarıyla sohbetinde cahiliye inancını ve cahiliyenin korkunç kuruntularını çürütmektedir. İster beşer türünden olsun, isterse beşer dışındaki ruhlar, şeytanlar, melekler, Allah'ın hakimi bulunduğu evrensel güçler türünden olsun, söz konusu sahte rablerin tamamı, rablik noktasında bir hiçtir. Rablik sadece ve sadece, her şeyden üstün ve tek olan, kulların yaratıcısı ve onların tümünden üstün bir konumda bulunan Allah'a aittir. Gelgelelim çeşitli cahili sistemlere ve ortamlara mensup kimi insanlar, söz konusu sahte rablere, kendi kafalarından bazı sıfatlar yakıştırmaktadır. Bunların başında da bu tür sahte rablere tanınan, hüküm koyma ve otorite yetkisi gelmektedir. Oysa Allah onlara ne böylesi bir otorite tanımış, ne de onların doğru olduklarına ilişkin bir delil indirmiştir. (Kutub, 1991, VI: 262)
Hz. Yusuf (as), bu çürük inanç sistemini yere sermek üzere yukarıdaki ayette olduğu gibi, "Hüküm ancak Allah'a aittir. O, size, kendisinden başkasına tapmamanızı emretti. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bunu bilmezler" diyerek son darbesini indirmekte ve doğruyu açıklamaktadır. Böylece şu soruların cevabı verilmiş olmaktadır: Otorite kimin olmalıdır? Hüküm koyma yetkisi kimin olmalı ve kime boyun eğilmelidir? Bir başka deyişle, kime "kulluk" edilmelidir? Hüküm koyma yetkisi, sadece ve sadece Allah'ın olmalıdır. İlahlığının her şeye egemen olması gereğince hüküm, sadece Allah'a özgüdür. Zira egemenlik tanrılığın niteliklerindendir. Egemenliğin kendisine ait olduğunu ileri süren, ister bir birey, bir sınıf, bir parti, ister bir grup, bir ulus, isterse uluslararası bir örgüt şemsiyesi altında tüm insanlar olsun- tanrılığın nitelikleri noktasından herkesten önce Allah'a savaş açmış demektir.
Tanrılığın baş niteliği durumundaki egemenlik noktasında yüce Allah'a savaş açan ve egemenliğin kendisine ait olduğunu ileri süren, yüce Allah'ı apaçık bir biçimde inkar etmiş olur. Böyle bir kimsenin kafir olduğu noktasında dinin kesin hükmü için, sadece bu ayetteki ifade bile yeterlidir! (Kutub, 1991, VI: 262) Kutub bu açıklamalarında "Hüküm Allah'ındır" (Yusuf, 12: 40) ayetine uygun bir şekilde -ki bu ayetin bağlamı kime ibadet edileceğine dairdir- şirk koşma tehlikesi karşısında güzel bir hassasiyet sergilemekle birlikte, egemenlik konusunda abartılı yorumlarda bulunmaktadır. Çünkü toplumu yöneten egemenler sonuçta insanlardan oluşmak zorundadır. Önemli olan onların egemenliklerini ilahi vahye uygun yürütüp yürütmedikleridir.
Ayetteki "İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bunu bilmezler" denilen kişiler müşriklerdir. (İbn Kesir, 1999, IV: 390)
Putperestliğin tek şekli yoktur. Allah'ın şeriatını egemen kılmayıp, bir kenara iterek, yasaları başka bir temele dayandırmak ya da sadece Allah dışında egemen konuma gelmiş makamdakileri, otoritenin kaynağı olarak görmek bile bu türden bir iddiaya kalkışmış bir konuma sürüklenmeye yeterlidir. Bunu yapan, tüm uluslar ya da bir grup insan bile olsa, durum değişmemektedir. İslam sisteminde ümmet, kendisine bir yönetici seçerek ona Allah'ın şeriatının hükümlerini uygulama yetkisini verir. Ancak bu, yasalara meşruluk kazandıran egemenliğin temelinde ümmetin bulunduğu anlamına gelmez. Tam tersine egemenliğin kaynağı sadece Allah'tır. Ne var ki, İslam araştırmacılarından bile pek çok kimse, hükümet eden yani yöneten ile otorite kaynağını birbirine karıştırmaktadır. İnsanlar bir bütün olarak, egemenlik yani hüküm koyma hakkına sahip değildirler. Bu hak sadece, bir olan Allah'a aittir. İnsanlar sadece, Allah'ın şeriatında bildirdiği hükümleri uygulamak durumundadırlar. Allah'ın şeriatında yer almamış (aykırı) bir hükmün ne doğruluğu söz konusudur, ne de meşruluğu! Doğru olan, sadece Allah'ın koyduğu hükümlerdir. (Kutub, 1991, VI: 263)
Kutub'un bu sözlerinden yola çıkarak dar bir sosyal hayat tasavvuru düşünülürse doğru olmaz. Sonuçta İslam, kendisini Müslüman olarak tanımayanların haklarını, ifade hürriyetlerini yok saymaz. İyiliği emir-kötülüğü nehiy gibi "hayra davet" de dinin umdelerinden birisidir. Ayrıca, Allah'ın şeriatında yer almadığı halde o şeriata uygun söz ve davranışların varlığı söz konusu olabilir. Bunları da meşruiyet dışına taşımak doğru olmaz.
Hz. Yusuf (as), sohbetinde hüküm koyma hakkının sadece Allah'a ait olduğunu açıklamasının ardından yukarıdaki ayet te belirtildiği gibi şöyle demektedir: "O, size, kendisinden başkasına tapmamanızı emretti." (Yusuf, 12: 40). Bu açıklamayı Arap insanının anladığı biçimiyle anlayabilmemiz için öncelikle, sadece bir olan Allah'a özgü kılınan "ibadetin" anlamını iyice kavramamız gerekmektedir. Ayette bunu ifade için kullanılan "a-be-de" fiilinin sözlük anlamı: Kur'ân'daki tağuta tapanlar (Maide, 5: 60) ifadesinde olduğu gibi itaat etmek (İbn Manzur, ts., III: 273), boyun eğmek ve alçakgönüllü olmaktır. Başlangıçta bu fiilin, İslam'daki terim anlamıyla dinin gereklerini yerine getirmeyi içermesi söz konusu değildi. Sadece, sözlük anlamıyla alınması söz konusuydu. Zaten bu ayet ilk indiği sırada, dinin gerekleri tümüyle henüz bildirilmediğinden, söz konusu fiilin o anda terim anlamını da içerebilmesi mümkün değildi. Dolayısıyla bu fiille ifade edilmek istenen, o an için sözlük anlamındaki kapsamdır. Ki bu aynı zamanda, terimsel anlamda da aynen yer alacaktır. Bununla anlatılmak istenen; gerek kulluk noktasında, gerek yasalar ve ahlaki davranışlar noktasında, sadece Allah'a itaat etmek, sadece O'na boyun eğmek, sadece O'nun buyruklarını benimsemektir. Dolayısıyla kulluğun gerçek göstergesi, tüm bu konularda sadece Allah'a boyun eğmektir. Zira Allah, yaratıklarından herhangi bir kimseye değil, sadece kendisine kulluk edilmesini istemiştir. (Kutub, 1991, VI: 263)
Hz. Yusuf hapishane arkadaşlarıyla sohbetinde, harikulade, net mi net, aydınlatıcı birkaç cümleyle bu dinin genel niteliklerini, bu inanç sisteminin temel prensiplerini mükemmel bir biçimde çizmekte ve cahiliye sisteminin temellerini de şiddetli bir biçimde sarsmaktadır. Tağut, ilahlığın en başta gelen niteliği durumundaki "Rablik" iddiasında bulunmadıkça yeryüzündeki varlığını koruyamaz. Bu amaçla o, insanları kendi buyruğu ve hükmüne köle kılma; kendi düşüncesine ve yasalarına boyun eğdirebilme peşindedir. Dolayısıyla, söz konusu iddiasını, gerçek düzlemde pratiğe dökebilme sevdasındadır. Bunu diliyle açıkça söylememiş olabilir belki ama, uygulamaları bu noktada sözden çok daha güçlü bir kanıt ve gösterge durumundadır. (Kutub, 1991, VI: 264)
Tağut ancak, insanların yüreklerinde dosdoğru din ve gerçek inançtan eser kalmadığı sırada ortaya çıkıp varlığını sürdürebilir, Hükmün sadece Allah'a ait olduğu; zira kulluğun sadece bir olan Allah'a yapılması gerektiği; kulluğun hükme boyun eğmek anlamına geldiği; bunun aslında kulluğun bir göstergesi olduğu vb. esaslar insanların inançlarında gerçekten yer ettiği zaman tağutun varlığını sürdürebilmesi asla mümkün değildir. (Kutub, 1991, Vl: 264, 265)
Hz. Yusuf (as), sohbetinde iki zindan arkadaşının kafalarını kurcalayan konuyla bağlantılı olarak konuşmaya başlayıp, onlara vermek istediği öğüdü mükemmel bir biçimde noktalamaktadır. Sonra da, onlara daha da güven verebilmek için, öğüdünü bitirir bitirmez, rüyalarının gerçekte onlar için ne ifade ettiğini de hemen söylemektedir: "Ey hapishane arkadaşlarım, biriniz eskisi gibi efendisine içki sunacak, öbürünüz ise idam edilecek ve başını kuşlar kemirecek. Sorduğunuz iş (bu şekilde) kesinleşmiştir." (Yusuf, 12: 41) Yusuf, nezaketinden, ayrıca böylesi bir şer ve kötülük karşısında elinden bir şey gelmeyeceğinden ötürü, hangisini müjdeli haberin ve hangisini de bir musibetin beklediğini açıkça belirtmemektedir. Ancak onlara, Allah'ın kendisine lütfettiği bilgiye göre bu meselenin kesinliğini vurgulamaktadır. Yani bu iş, Allah'ın belirlediği gibi noktalanacaktır. (Kutub, 1991, VI: 265)
Görüldüğü gibi birçok imtihandan geçmiş olan Hz. Yusuf (as), adeta imkansızlıkları imkana dönüştürmekte, tebliğini hapishanede de olsa sürdürmektedir. Hapishanedeki sohbet halkasında zindan arkadaşlarım şeklindeki hitabından onun bulunduğu ortamdakilerle irtibat kurduğu, onların güvenini kazandığı ve onlar arasında danışılan kimse haline geldiğini göstermektedir. Kendisinden talep edilen makul şeyleri karşılamaya çalışırken, asla tebliğini unutmamakta ve tevhid geleneğinden ve şirkin kötülüğünden söz ederek çevresindekilerin ahiretini kurtarmayı merkezde tutmaktadır.
Kaynakça
İbn Kesir, Ebu'l-Fida İsmail b. Ömer (ö. 1373), Tefsiru'l-Kur'âni'l-Azim, 8 c., 2. bs., Daru Tayyibe-tin Li'n-Neşri ve't-Tevzi', Riyad, 1999
İbnu Manzur, Ebu'l-Fadl Cernaluddtn, Lisdnu'l-Arab, 15 C., Daru Sadır, Beyrut, ts.
Işıcık, Yusuf, Kunanıı Anlamada Temel bir Problem Te'vil, Esra Yay., Ist., 1997.
Kurtubi, Ebu Abdillah Muhammed b. Ahmed el-Erisari (ö. 671 h), el-Cami' li Ahkami'l-Kur'ân, II c., Daru Alemi'l-Kürüb, Riyad, 2003.
Kutub, Seyyid (ö. 1966), Fi Zildli'l-Kur'an, (çev. Mehmet Yolcu ve diğerleri), 10 C., Dünya Yay., İst., 1991.
Maverdi, Ebu'l-Hasan Ali b. Muhammed (h. 450/1058), en-Nüketü ve'l-Uyim, 6 C., Daru'l-Kütübi'l-İlmiye, Beyrut, ts.
Nesefi, Mahmud Hafız ed-Dtn (ö. 710), Tejsiru'n-Nesefi (Medarikut-Tenzil ve Hakaiku't-Te'vil), 4 c., Daru'n-Nefais, Beyrut, 2005.
Razi, Fahruddin (h. 606/1209), et-Mejatihu'l-Gayb, 32 c., Daru'l-Kutübi'l-İlmiye, Beyrut, 2000.
Zemahşeri, Mahmud b. Ömer (h. 53811407), el-Keşşaj an Hakaiki Cavamidi't- Tenzil ve Uyuni'l- Ekavil fi Vucûhi't-Te'vil, 4 c., Daru İhyait-Turasi'l-Arabi, Beyrut, ts.
[1] Kur'ân'da tevil yorumun karşılığı değil, bir şeyin akıbeti, sonucu anlamındadır. Bkz: Işıcık, Yusuf, Kur'ân'ı Anlamada Temel bir Problem Te'vil, Esra Yay., İst., 1997, s. 41.