Doğduğu gün; yerin yüzü güldü, insanlığın ufkuna nur indi, zulümlerin izi silindi, zalimlerin gücü tükendi. Dünya gecesine ince bir hilal gibi ötelerin müjdesi eğildi. Ümitsizliğin kara perdesi yırtıldı.
Doğduğunda babasızdı; 6 yaşında annesiz kaldı. Bir öksüz burukluğuyla, bir yetim kırılganlığı ile yaşadı. Çocukluğu duru ve sade oldu. Kalbi çöl yalnızlığında kıvamını buldu. Hiçbir şeyin yerinde kalmadığı çölde geçici gölgelere sığınarak tanıdı hayatı. Çok sonraları “Ben ve dünyanın misali, bir ağaç gölgesinde dinlenen bir yolcu gibi” diyecekti.
Çocukluğun hatırını hep önde tuttu; bir kız çocuğu hayranlıkla elini tutacak olursa -ki çok oldu- o kız çocuğu elini bırakıncaya kadar elini ellerinden çekmedi, omuzlarına bir çocuk oturduğunda secdesini o kalkana kadar bitirmedi, bir taraftan çocukların ağlama seslerini duyduğunda namazı kısa kesti.
Çocukları da kuşları da sevdi. Çocukların önceliklerini ciddiye aldı, küçümsemedi. Çocukların kuş yüreklerine teselliler sundu; kuşu ölen çocuğu taziyeye gitti. Gözü de gönlü de çocukların gönlü hizasına eğildi. Yeri geldi, çocukla çocuklaştı, yeri geldi, en ağır şakaları sessiz bir tebessümle karşıladı.
Çocuk arkadaşları vardı. Zeyd bin Sabit gibi. Sonraları sorulacaktı Zeyd’e: “Sen Elçi’den ne öğrendin?” Çocukluğunun en tatlı hatırasını deniz diplerinden bin bir zahmetle çıkarılmış bir inci tanesi gibi koyuverecekti Zeyd önümüze: “Kuşların ne kadar güzel uçtuğunu…”
“Din adamı” değildi Peygamber. Ki bugünkü anlamıyla din adamı, belli alanların profesyonelidir. Hayır! Hayır! Hayır! O varoluşun cümlesiyle ilgiliydi. Yaprakların düşüşü, yıldızların dizilişi, suların akışı, kanatların süzülüşü, yağmurun indirilişi karşısında amatör bir ruhla heyecanlanıyordu.
Kötülüğün hükmettiği bir şehre arkasına dönüp Hira’ya tırmandı. Vicdanının sesini duymak için kendisinin kıyısına çekildi, kalbinin duru sularından içti. Yalnızlığı sevdi.
İdeal gençliğin neşesini ve sevincini Rabbine ibadette bulduğunu söylerken, ardında geceler boyu süren, haram ve yalana canı pahasına karşı duran kalbî direnişler bırakmıştı. Hazmetmediği hiçbir sözü diline dolamadı. Kalbi her daim dilini doğruladı. Söyledikleri ve eyledikleri hep aynı safta oldu.
Gençlik enerjisini kötülüğe direnmekte kullandı. Daha Kur’ân gelmeden, henüz vahiyle tanışmadan, haksızlıklara karşı tavrını ‘Hilfu-l Fudul’a, ‘Erdemliler Topluluğu’na katılarak gösterdi. Soylular arasında geçmiyordu adı; asaleti soyundan değil, huyundan geliyordu.
Yirmi beş yaşında bir delikanlı iken kendisinden on beş yaş büyük bir hanımla evlendi. O’nun genç yaşında hikmet, sevgi, şefkat, dostluk ve arkadaşlık üzerine kurduğu aile bağı ne güzel ki bugün her yeni çiftin aşkına maya oluyor.
Kadının incinebilirliğini her daim dikkate aldı; öyle ki “insanların en hayırlısı eşine en hayırlı olandır” sözü geçerliliğini hiç yitirmedi. Kadınlarına değer vermeyen toplumların vaad ettiği mutluluk asla gerçekleşmeyecekti. Haklı çıktı.
Gelin, Hira mağarasında görelim O’nu. Nur Dağı’nın tepesinde insanlığın kaderini değiştiren söze muhatap olduğu anın heyecanını paylaşalım: “Oku. Yaratan Rabbinin adıyla oku! O, insanı ‘alak’tan yarattı. Oku! Senin Rabbin kerimler kerimidir. O, kalemle yazmayı öğretendir, insana bilmediğini öğretendir.” Ne güzel ki insanlık o sözle değer kazandı. İnsan O’nun kalbinin arayışı ile onurlandı.
Hira’dan o ağır emanetle indiğinde, işi hiç kolay olmadı. Canını dişine taktı, dostlarını kaybetti, taşlandı, ayakları kanadı, hicret etti ama asla ümidini yitirmedi, merhametli bakışını kimseden esirgemedi. Kendini taşlatanlara bile “Allah’ım, bunlar cahiller topluluğu. Bilmiyorlar! Bunlara merhamet eyle!” diye dua etti.
Mekke’den Yesrib köyüne doğru yürürken; dostları azdı, imkânları dardı, ümitsizlenmek için her sebep vardı; ama Yesrib’i Medine şehrine dönüştürdü, bütün çağlarda insanlığa barış ve mutluluk ümidi olan medeniyet meşalesini ateşledi.
Medine’de yıllardır süren kan davalarını sona erdirdi, amansız kardeş kavgalarını bitirdi, Muhacir ve Ensar’ı samimi kardeşler kıldı. İnsan ilişkilerinin en ince detaylarını gergef gibi ördü, kalplerin en ince acılarına tabip ihtimamıyla dokundu, her iki cihanın saadetini ilmek ilmek dokudu. İnsanlığın iki yakasını bir araya getirdi. Dünyanın fani astarını ahiretin atlasına dikti.
Ne garip ki yüzyıllar sonra O’nu anlatan kimi sevenleri, sadece savaşlarıyla hatırlayacaktı. Sanki ömrü savaşta geçmişti. Oysa iki ay bile etmiyordu savaş günleri. Barışta yaptıkları hiç mi anlatılmaya değmezdi. Sevenleri bile O’nu “savaş peygamberi” algısına mahkûm ederken, sevmeyenleri neler yapmazdı ki…
Bir sürgün olarak ayak bastığı Medine’yi açık üniversiteye dönüştürdü. Kadınıyla erkeğiyle herkes o üniversiteye gönüllü öğrenci oldu. Cehaleti ve yobazlığı, taklitçiliği ve kabalığı sildi süpürdü, insanlığın ufkuna merhameti ve şefkati indirdi, geleneklerinde son derece inatçı kavimlere nezaketi ve cömertliği öğretti.
Bedir’de, Uhud’da, Hendek’te, Mute’de, Tebük’te en zor şartlarda, kanlı savaş cephelerinde adaletin ve hakkın hatırını önde tuttu. Barışın değil sadece, savaşın bile nezaketi vardı. Ölüm-kalım sahnelerinde bile insafın sancağını düşürmedi elinden. Şiddetli taraftarlık ortamlarında bile şefkati ve hürmeti esas aldı. Nice saldırganlığı ve kırgınlığı sıcacık tebessümüyle eritiverdi.
İnsanlığın yitiği incelikleri savaş dehşetinin ortasından seçip ayırdığı sahnelerden örnekledi. Savaş hengâmesinde çocuğunu yitirmiş bir kadının telaşlı koşturmasını gösterip sormuştu bir keresinde: “Şu kadın hiç çocuğunu ateşe atar mı?” “Elbette, hayır!” Atmazdı. Verdiği cevap Allah’la korkutanları hâlâ utandırır: “İşte Allah’ın kuluna merhameti bu kadının çocuğuna merhametinden az değildir!”
Öyle insanlar yetişti ki O’nun dergâhında… Hazreti Ebû Bekir: Sadakatin, doğruluğun ufku oldu. Hazreti Ömer: adaletin ve dengenin adı oldu. Çocuklara Ömer adı koymak, adaletle hükmetme duası oldu. Hazreti Osman hayâ ve iffet burcunda bayrak oldu. Hazreti Ali ilim ve cesaretin kaynağı oldu. O’nun yetiştirdiği her bir sahabe insanlığın fazilet göğünde eşsiz birer yıldız oldu.
Affediciydi. Kin tutmadı. Öfkesine yenilmedi. İntikam derdine düşmedi. Zayıfken değil sadece, kuvvetliyken de nazikti. Zafer ahlakının en zarif örneğiydi. Hudeybiye Müsalahası’nda, Mekke’nin Fethi’nde her şeye rağmen insanın vicdanından, insana üflenen ‘hazreti insan’ cevherinden ümit kesmeyen sabırlı bir kardeş oldu. Düşmanlarını affetti. Öfkenin özne olmasına asla izin vermedi. Yeryüzünde hep iyiliğin kazanacağı ümidini ayağa kaldırdı.
Kısa ve öz, duru ve diri Veda Hutbesi’nde insanın temel acılarını teşhis etti ve ebedî bir reçete yazdı. Yeryüzünü kana bulayacak, fesat çıkaracak kin ve nefret düğümlerini çözdü. O gün bugündür insanlık adına hacca giden her mümin “Hepiniz Âdem’densiniz ve Âdem ise topraktandır” sırrına gönüllüce şahit oldu.
Sonunda veda ederken dünyaya, insanın çıkarıldığı onurlu yolculuğun adını fısıldadı: “İle’r-Refikil Âlâ; En yüce Dost’a...” Ölümden ölesiye korkan, kendi varlığını değersiz gören insanın ümidiydi bu cümleler. O Dost’a gider de sevenlerini yolda bırakır mıydı hiç? Dost’a giden kapıyı miracıyla açmıştı ve kapıyı kimseye kapanmasın diye telaştaydı. En son araladığında dudağını o ‘kapı aralığı’na işaret etti: “Gözümün nuru namazı unutmayın!”