“Ve Musa'nın halkı, o'nun yokluğunda, süs eşyalarından yaptıkları, içinden boğuk bir ses çıkaran bir buzağı heykeline tapmaya başladılar. Bunun kendileriyle ne konuşabileceğini ne de onlara hiçbir biçimde yol gösteremiyeceğini görmüyorlar mıydı sanki? Öyleyken yine de ona tapmaya devam ettiler, çünkü zalim kimselerdi onlar: Sonradan yoldan çıktıklarını fark ederek pişmanlık içinde ellerini dizlerine vurup da, "Doğrusu, Rabbimiz acıyıp da bağışlamazsa, biz gerçekten ziya-na uğramış kimselerden olacağız!" deseler bile. Ve Musa, halkına döndüğünde, öfke ve üzüntü içinde onlara, "Benim yokluğumda ne kötü bir yol tutmuşsunuz böyle!" dedi, "Rabbinizin buyruğunu bir kenara attınız, öyle mi?" Ve Kanun levhalarını yere attı, kardeşinin başından yakalayıp kendine doğru çekti. Harun: "Ey anamın oğlu" diye sızlandı, "halk beni güçsüz gördü ve neredeyse öldüreceklerdi beni: bunun için benim acımla düşmanlarımı sevindirme ve beni zalimler topluluğuyla bir tutma! [Musa]: "Ey Rabbim” dedi, "Beni ve kardeşimi bağışla ve bizi rahmetine kabul et: çünkü sen merhametlilerin en merhametlisisin!" Harun'a şöyle dedi: "[Altın] buzağıya tapınanlara gelince, hiç şüphe edilmesin ki, Rablerinin gazabı onları bulacak ve dünya hayatında da alçaklık [olacak onların payı]!"Biz işte böyle cezalandırırız düzmece [şeyler] uyduranları.” (148-152)
İnsan ne zaman vahiyden uzak kalsa, yani ilahi bilgi kaynağından; muhakkak o bilmemezlik içinde, tutunacak bir dal, bir hayat bilgisi, bir dünya görüşü, hayatını düzene koyacağı ilkeler tutamağı arıyor. Ne zaman Kitapsız kalsa kendisine kelimeler, kavramlar seçiyor. Kurulmuş cümlelere bakıyor bütün açlığıyla. İçlerinde etkilendiklerinden kendisine bölümler bir anlamda “sureler” oluşturuyor. Bir gün insanların karaladığı kitaplardan, bir başka zaman bir programdan, bir konferanstan, kasaba camiindeki vaazdan, kahvehanede veya bir misafirlikteki sohbetin içinden, bir şarkıdan, bir gazete küpüründen, yaşını başını almış tecrübeli bir insandan kendisine bir hayat kitabı oluşturuyor. Sürekli ona bakıyor, günlük okuyor ve okuduklarından yaşıyor hayatını.
Herkesin kendisi için seçip beğendiklerinden, etkilenip bir kenara ayırdıklarından birer kitabı var. Ezberine aldığı, zihninde pekiştirerek tekrarladığı, kimi zaman silip yeniden yazdığı, oraya bakarak yaşadığı bir hayat bilgisi, belgesi var.
En basitinden en zorlusuna kadar hiç bir insan anlamsız yaşayamaz. İnsanın anlama olan bu açlığını Allah Kitap’la karşılıyor. Yanına da bir kitapla nasıl anlamlıca yaşanılacağını gösteren değerli rasuller/ öğretmenler veriyor. Böylece evren Allah’ın insanı yetiştirdiği tabii ve büyük bir okula dönüşüyor. Nesilden nesile Kitap, sözlü, yazılı ve yaşam pratikleriyle aktarılıp duruluyor.
Ne vakit bir elçi toplumundan ayrılsa -yukarıdaki pasajda da bahsedildiği gibi- yani vahyin öğreticisi rasullerin yokluğu, Kitab’ın yokluğu anlamına geldiğinden insan toplulukları apaçık veya bir paravan altında, üstüne manevi bir tül örtülerek kamufle edilmiş olarak dahi maddi değerlerden herhangi birine tapınma eğilimi içine giriyor.
Musa (as)’ın yokluğu, bir peygamberin yokluğu şüphesiz sadece hayattayken toplumundan uzak bir yere gitmesi veya artık hayatta olmaması anlamına gelmiyor.
Bir peygamberin yokluğu; o peygamberin getirdiği Kitab’ın dosdoğru, anlaşılmak ve yaşanmak üzere okunmayışı anlamına geliyor.
Bir peygamberin yokluğu; o peygamberin hayat adına bıraktığı öğretilerinin unutulduğu, yanlış anlaşıldığı hatta adeta gözlerinin içine baka baka onun adına yalan söylenmesi anlamına geliyor. Bir toplum diline övgülerle doladığı peygamberinin misyonunu tam da onun vermek istediği gibi almıyor ve yaşamaya değer bulmuyorsa, sorularını artık peygamberine sormuyor, peygamberinin miras bıraktığı bilgi kaynaklarına –elbette eleştirel bir akıl ve ilmi bir edeple- danışmıyorsa, o toplum peygamberinin yokluğuna razı olmuş demektir. Bu yokluğun nedeni açıktır. Peygamberin yokluğunda, kısaca vahyin, ilahi bilgi kaynağının, yani aslında bir bakıma haşa “Allah’ın yokluğunda”, hayata müdahil olmayan bir ilah tasavvurunu benimsemiş o toplum, çok geçmeden tapınılacak başka başka şeyler bulmuş demektir.
Tıpkı Musa (as)’ın yokluğunda süs eşyalarından yapılmış buzağı gibi...
Şimdi, sen hayatında bir peygamberin olup olmadığını düşün, otur da. Bu ayetlerin sana inişi, ayetlerde kastedileni düşünmekle olacağından; iki elinin arasına alıp başını, bir düşün!
Bir insan hayatında peygamberin, hayatın hakiki öğretmeninin olmayışı ne anlama gelir?
Ne demektir birçok ağzın hayatı bin bir çeşit tanımladığı halde, bütün o tanımları, anlamlandırmaları hangi temel ölçüye kıyasla kabul edip etmeyeceğini bilmemenin zorluğu, bir düşün.
Düşün öğretmensiz, kitapsız kalıverdiğini; bin bir öğreticinin, hacının, hocanın, vaizin, bilim adamının, sanatçının, profesörün, yazarın, babanın, dedelerinin, radyo dalgalarının, televizyon kanallarının, internetin, kitapların, dergilerin, gazetelerin, okulun, sistemin sana öğrettiği onca söz, öğüt, bilgi yığınını nasıl ve neye göre ayıklayacağını...
Bir başöğretmenin yoksa sahih bir bilgin ve o bilgini yaşama pratiğin de yok demektir. O öğretmen ki elinde en temel bilgi kaynağı ile: Kur’ân’la gelmiştir. Onu insanca yorumlamış ve yaşamıştır. Sana dosdoğru bir hayatı, yaşayarak hem de miras bırakmıştır.
Muhammed (sav)’in yokluğunda neleri abarttın bu kadar? Hangi maddi değerleri gözünde, gönlünde büyüttün ve olmadığı kadar anlam yükledin söyle?
Sahi şu senin buzağıların; şu maddi değerlerin, şu manevi bir tül, bir din kisvesi atarak üstüne amaçlaştırdıkların neler bi düşün?
Peygamberini doğru anlamayarak, O'nun adına hadis diyerek kendi çıkarların için cümleler uydurarak, din adına insanların samimiyetleriyle, kalpleri ve hayatlarıyla oynayarak, peygamberini suskun ve dilsiz bir kitap postacısı konumuna indirgeyerek yoksaydığına göre “buzağılar”ın olmalı senin hayatında.
İlahi bilginin bilgi sayılmadığı, hayatın kendisinden bakılarak yaşandığı bir temel bilgi kaynağı olarak başvurulmadığı, anlaşılmadığı, anlaşılmaksızın seslendirilmesinin anlaşılmasından çok öne geçtiği, ezberinin unutkanlık yaptığı, hafızlığının kitabın muhtevası olan ahlakı taşıyamadığı, koruyamadığı, anlamaksızın bir çırpıda okunmasının hatim kabul edildiği bir toplum peygamberinden ayrılmış veya peygamberin kendilerinden ayrıldığı bir toplum olabilir.
Artık düzmece tanrıları var belki. Buzağısı değil, buzağıları var. Kalbini, hayatını, gününü, anını, emeğini, ömrünü adadığı başka başka şeyleri var belli ki o toplumun.
Belli ki ilahi değerler, değerleri değil o toplumun.
Değerleri başka.
Değerlileri başka başka...
Peygamberimiz Muhammed (sav) gerisin geri dönüverse ve dese:
"Benim yokluğumda ne kötü bir yol tutmuşsunuz böyle!" dedi, "Rabbinizin buyruğunu bir kenara attınız, öyle mi?"
Bilgi kaynağını ve hakiki hayat öğretmenini kaybetmiş bir toplumun düştüğü bu “yerden” ayağa kalkması gerekir:
“Ancak, kötü işler yapan ve sonra pişmanlık duyup hakka inananlara gelince -doğ-rusu, böyle bir tevbeden sonra şüphesiz senin Rabbin çok acıyıp esirgeyen gerçek bağışlayıcıdır!
Ve öfkesi yatışınca, Musa, üzerinde Rablerinden korkanlar için yol gösterici, rahmet vaad eden öğretiler yazılı levhaları yerden kaldırdı.
Sonra Bizim belirlediğimiz bir vakit ve yere gelmek ve bağışlanma için dua etmek üzere halkı içinden yetmiş kişi seçti. Ve işte o zaman onları bir sarsıntı yakaladığında, "Ey Rabbim!" diye duada bulundu, "Eğer dileseydin, daha önce de onları yok ederdin ve onlarla beraber beni de. İçimizden birtakım dar kafalıların yaptıklarından ötürü bizi yok edecek misin [şimdi]? Bütün bunlar Senin bir sınamandan başka bir şey değil; ki onunla dilediğinin sapmasına fırsat verir, dilediğini de doğru yola sokarsın. Bizim velimiz/ yakınımız sensin: öyleyse bizi bağışla, bize acı, çünkü bağışlayanların en hayırlısı sensin!” (153-155)
“Bizim için bu dünyada da, ahirette de iyi ve güzel olanı yaz. Bak işte, pişmanlık içinde Sana yöneldik!"[Allah] şöyle karşılık verdi: "Azabıma dilediğim kimseyi uğratabilirim, ama rahmetim her şeyi kuşatır, bunun içindir ki onu Bana karşı sorumluluk bilincine sahip olan, arınmak için verilmesi gerekeni veren ve ayetlerimize inanan kimselere pay olarak ayıracağım.” (156)