Araf kendinle kendin arasında arada kalmaktır. Seni ayartan senle sen arasında ve yine seni ayartan dış etkenlerle doğru olmak-kalmak isteyen sen arasında; arada kalmak. Doğruyla yanlış arasında. İyi ile kötü arasında... Çeldiriciler, çelişkiler, şüpheler arasından sıyrılıp seçebilme gücünü kullanmak içindir de araf...
“Elif-Lâm-Mîm-Sâd. Yücelerden bir ilahî kelâm indirildi sana -artık gönlünde bu konuda herhangi bir şüpheye yer verme- ki, onunla, yoldan sapanları uyarabilesin ve inananlara da şu öğüdü verebilesin."Rabbinizin katından size indirilene uyun; O'ndan başka önderlerin ardından gitmeyin. Ne kadar az tutuyorsunuz aklınızda, bu öğüdü.” (1-3)
Ayetleriyle başlıyor Araf. Hayatı şüphelerden arıtmak, med ve cezirli iki yakasından bir araya getirip, vasat/ dengeli bir noktada buluşturmak için güven veren cümlelerle...
Ve yaratılışından yola çıkarıyor insanı, bu güvenli yola.
...
Zayıfsın. Her türlü ayartıya açıksın. Tesir altında kalabilmen bir bakıma ne iyi. Fakat kötü de. Etkinin nüfuz alanısın. Etkinin çöplüğüsün. Yol gösteren herkese dikkat kesiliyorsun. Her tabelayı kendine sanıyorsun. Öğüde, hocaya, hacıya, vaize, propogandaya, konferansa, anlatıya didaktik diye soğuk baksan da kaçtığın bir başka yerde en ufak bir çağrıdan, bir sözden, bir sesten etkileniyorsun. Etkilenmekten özgürleşemiyorsun.
Tam solunda bütün etkilere açılmış vaziyette beklemedesin. Uçsuz bucaksız bir uzayın kara parçası, kendi iç âleminin kralı... Ruhunun başı, başkenti kalbin. Aç bi’l aç. Doyumsuz. Tatmini zor bir âlemin; kalbinin kalıbında, etkilenmek için beklemedesin.
Bak işte! Yaratıldın ve daha ilk adımda düşüverdin. Cennetten düşmen, değerini yitirmen, kendi özünden düştüğün için gözden de düşmen anlamına geliyor. Hem düşmenin nesi var. İnmenin son, çıkmanın ilk basamağı olmak bakımından değerlidir öyle ya...
Ezeli ayartıcın İblis varsa, ebedi bir uyarıcın, hatırlatanın, kendine gelmeni, uzaklara gittiğinde aslına dönüş yolunu sağlayan bir ulağın, bir elçi’n de var. Son Peygamber as bu ilahi satırlarda seni sana anlatmış.
...
Bu gerçek bir hikâyedir. Ve her insan yaşamında tekrar etmektedir. Yaşamın gerçekliğinde farklı şekillerde özünü tekrar ederek hayat bulmaya devam eder. (Araf suresi 1-40 arası ayetler )
O öncü olacak bir ardıldır
Allah vakti geldiğinde yeryüzünün sorumluluğunun ona devredilmesine karar verir. O bir ardıldır. Onun ardıllığı kendinden öncekinin yerine geçebilecek donanımda ve yetkide olması anlamına gelir.
İnsan kimin yerine geçmiştir?
“Gerçekten biz kimin yerine geçtik?”
Donanımını tamamlamış olgun insan, barbar ve şiddet yanlısı olan, henüz bilgi-bilinç evresine geçmemiş beşerin/ insanın yerine seçilmiş ardıl olabilir. O halde buna göre tam insan, eksik insanın/ beşerin aksine varlığı tanımlayabilen, bilgi ve bilinç farkıyla donanmış bir ardıldır. Ehil/ liyakat sahibi insan amatör insanın ardılıdır.
İnsanlık tarihi toplu imhalar, kozmik ve ruhsal aşılanmalar ve maddi ya da manevi güçsüzlükle çekip gidenlerin yerine kalan, “güçlü” ardıllardan oluşuyor.
Yaşamın gerçekliği bize gösteriyor ki insan belli bir aşamaya geldiğinde, başka hiçbir şeyden olmasa da kendi ev(renciğ)inin; yani kendi özel yaşamının sorumluluğunu tek başına üstlenmeye hak kazanır. İnsanın bu şekilde “olma”sı bilgiyi elde etme ve kullanmasıyla; yani bilinçlenmesiyle gerçekleşir. Bu durumda insan en azından anne-babasının, kendi soyunun, onu büyüten ve olgunluğa eriştirenlerin ardılı olur.
Haklı haksız itirazlara rağmen onun da bir sınavı var
Allah insanın bir ardıl olma donanımında olduğuna dair kararını evren halkına açıkladığı zaman melekler; hep iyiden yana olanlar “biz varken, buna ne gerek vardı” tarzında, varlıklarını armağan eden/ sunan bir yaklaşımda bulundularsa da Allah’ın bu kararını da onaylarlar. Onların “secde”si insana belki de bir ardıl olmaktan öte iyi bir öncül olma sorumluluğunu da getirir.
Tıpkı o melekler gibi, dünyadaki yaşantısında da insanın sorumluluğunu yüklenmeye hak kazanmasına iyilikle itiraz eden melekleri annelerdir ya da anne şefkatiyle veya hayatı önceden bilmişliğiyle öne çıkan yakınlarıdır. Onlar sorumluluğu yüklenmeye alışmış fedakâr insanlardır. “Biz dururken onlara ne gerek var” şeklinde itiraz eden, tecrübelerinden kaynaklanan bilmişlikler yapan fakat yine de baskın iradeye teslim olan iyi yakınlardır.
Bir de tıpkı asıl öyküde olduğu gibi yakınlarımızdan bir diğeri kötülükle itiraz eder. Şeytanımız!
O nefs/ benliği ilgi alanı kılan, sorumlulukları doğru yüklenmesine her zaman engel olmaya çalışan negatif gücüdür insanın. Zaaflarını ön plana iter. İçini, saklısını, gizlisini açığa çıkarır, tersine çevirir onu ve bu savaşla başlatır hayatı.
Öykünün başlangıcında da yapar bunu.
İnsanın varlığını bütün evren halkı tanırken o zaman da aksilik ondan çıkar.
Yeryüzünün insana bırakılmasını onaylamayarak ciddi anlamda itiraz eder ve itirazını da eyleme taşır. Özgürlüğün sembolüymüş gibi duran bu seçiminin, “secde etmemesinin” gerekçesini de maddi değer yargılarından yola çıkarak oluşturur.
Kendince bir mantık geliştirir ve –ona kalırsa- üstün bir varlıkken (ateşten yaratılmışken), kendisinden daha alt bir varlığın (topraktan yaratılan insanın) hükümranlığına boyun eğemeyeceğini ve bu kararı pratikte bozmak için elinden geleni ardına koymayacağını açıklar.
Onun bu cesareti insanın gizliden gizliye takdirini alır. Öğrendiğini sadece gerçekten isyan edilesi haksızlıklara karşı değil, isyanı hiç hak etmemiş bir varlığa karşı da kullanır.
Tepkisel bir din, farklı bir hayat biçimi
Şeytan bu yaptığıyla soyut/ manevi üstünlüğü; ilahi bilginin üstünlüğünü kabul etmediğini gösterir. O maddi varlığa/ güce dayalı üstünlüğün asıl üstünlük olduğuna inanır.
Şeytan bu tarihi başkaldırısıyla varlığı değerlendirme ölçütünün maddi değerler olduğu düşüncesini ortaya koymuş olur. Bir anlamda yaşamı maddi değerlere göre oluşturmanın çığırını açar. Kendince bir din kurar. Ve bu dinle birlikte ayrımcılığın kökeni olacak kibri geleceğe “armağan” etmiş olur. Bütün bunlar için bir süreye ihtiyacı vardır. Senaryoda istediği süre ona verilir.
O insanla birlikte düşüp kalkmak için artık onunla birlikte aynı hayattadır.
Allah, kendi tercihini yaşaması için herkese verdiği zamanı ona da verir. Seçme özgürlüğüne duyulan ilahi bir saygıdır bu. Seçilen tercih ne kadar olumsuz olursa olsun, herkes bir hayat boyu dilediği şekilde yaşar. Yalnız her seçimin muhtemel/ kesin sonuçları açık bir dille insana bildirilir.
Düşmana yakından bakmak
Bu isyana daha yakından bakılırsa, o, insan benindeki olumsuz dürtülerin toplam negatif gücüdür. İnsan varlığının kara benidir. Dürtülerle kafadar isyancı gücün temsilcisi olarak, iyiliğe olan baskın eğilime karşıt ayaklanmalar düzenler. Öte yandan o, insanın -az kalsın- melek olmaması için bir denge unsurudur da. O insanın içindeki zıtlıkla çok iyi anlaşan negatif arkadaştır. İnsanın huysuzluğu, olumsuzluğudur. Bir ihanetten yüz bulan zıt kutbu, isyanıdır. Yaramazı, kötü ruhu ya da ruhunun kötü yanıdır.
İnsanın zamanına o da yerleşir. Hayatı boyunca onu etkilemeye –her şeyi maddi değer yargılarıyla değerlendirme konusunda- ikna etmeye çalışır.
Bilginin değil gücün, ruhun değil maddenin üstün olduğunu ve evrenin yönetiminde hem ilahi/ manevi değerlerin geçerli olmadığını hem de “insan”ın bu konuda yetkin olmadığını ispata adar kendini. Çünkü insan yetkin olmadığına kanaat getirirse sorumsuz davranarak onu haklı çıkması konusunda bir işe yarayacaktır. Belki o zaman insan şeytana kendini affettirmiş olur. Senaryoda şeytana göre insan, bu da nerden çıktı denilen bir sonradan olma’dır çünkü.
Alnına yazılı öyküde insan; o ilk sembolik yaşamda, daha, olağanüstü o bahçeye yerleşir yerleşmez yenilmiştir ona. İnsan ilk adımda yanılır. Bu adım, doğruyu daha belirgin yaşamak için atılmış bir adım olur kimi zaman.
Yaşam sınavının daha ilk evresinde dürtülerine yenilse de yeryüzünün sorumluluğunu alabilecek konumda olduğunu ispatlar. Çünkü insan hayat üstü bir bilgiyi alıp hayatına çekebilmesiyle farklıdır. Kendini ve varlığı tanımlayabilmesiyle, böylece keşfettiği kadarıyla her şeyi, bilinerek var olabilmenin tünelinden aydınlığa çıkarabilir. Tanımlayabilmek hâkim olabilmektir aynı zamanda.
Kuşatılan olduğu kadar kuşatabilen özellikte olmak yaratılanlar içinde ona has bir farklılıktır.
Yanılmanın verdiği cesaretle doğruya yenilmek
Yaşadığı o ilk deneyimde ilk tanımlamasını yapar. İçine düştüğü durumu tanımlayarak; özür diler. Bu farkındalığın bir göstergesidir. Gurur dağını aşabilmenin, başkasını umursayabilmenin ifadesidir. Yerini bilmesinin ve daha pek çok şeyin de…
Özür dileme cümlesi son öğreti dilinde orijinaliyle “estağfirullah” olarak bilinir.
“Yanlışımın farkındayım ve bir daha yapmamaya çalışacağım.”
Hayatı boyunca en çok yapacağı şeyi, yanlış yapmayı ve özür dilemeyi öğrenir böylece ilkin. Yanlış o dik başlılığı ve cesaretiyle doğruyu çağırır, özrün farkında olmak da daha özürsüz, daha olgun olma yolunu açar.
O ağacın altında…
Pekâlâ, onu yanıltan cezbe; o ağaç nedir?
Bizi yanıltan ağaçlarımız, yasak olduğu halde çok cazip olan şeyler, ulaşılmazlarımız nelerdir?
O; görüş, bir uyanış, iyiyle kötüyü ayırt etme, bilinç, özgürlük, irade, sorumluluk ağacıdır.
Anlamı topladığımızda o ağaç şu kelimeyle önümüzde yükselir: Farkındalık.
Kendini, varlığı, varlığın ezel nedenini ve ebed/ nihai amacını, varlığın bu iki uca bağlı kalarak olma nedenini, ruhuyla, taşıdığı anlamıyla kavrayabilmek.
Hayatın anlam kazanması… Ya da var olan anlamı insanın fark etmesi.
Hayat içinde de gözleri gerçeklere kapalı olan ve ancak bilinçle; yani farkındalıkla “gözleri açılan” insan, bu aşamaya kadar da bir takım evrelerden geçer. Bu aşamaya kadar hakikate kapalıdır bakış(açış)ı. Buna göre gözleri açılan yalnızca yeni doğanlar değildir. Hatta yeni doğanın gözlerinin açılması yalnızca somut dünyayı gösteren biyolojik perdelerin inmesi anlamına gelirken, eski doğanın gözleri ise somut perdelerin inip soyutun açığa çıkması anlamına gelir.
Nitekim doğalı çok uzun zamanlar geçtiği halde farkındalığa ulaşmadığı için gözleri açılmamış koca bebekler vardır.
Öyleyse
Var olmak(doğmak)la bitmez hiçbir şey. Asıl var olmakla başlar her şey…
Bu durumda var olmak bir sonuç değil, zorlu bir olma yürüyüşünün başlangıcı gibi durur.
İnsanlık o milatla sorumluluk almıştır ve insan olarak her birimiz dünyaya bu sorumluluk yüküyle geliriz.
İnsanın dünyaya düşmeden önce önerilenin aksine o ağaca uzanabilmesi; hayatında özgürce isyan edebilmesi oranında sorumluluk alabileceğini anlatır bu ayetler. İnsan ancak böyle bir tecrübede taşıdığı irade gücünün farkına varır.
Meşhur bilinç ağacının insana en uzak olan dalındaki en uç meyve insanın olgunluğudur. O dal ve o meyve aslında doğasındaki olgunluk potansiyeli açısından insana hiç uzak değil. Aksine o ağacın en yakın dalındaki ermemişlik, çiğlikler insanın gerçek kapasitesi göz önüne alındığında ondan çok daha uzağa düşüyor. Hiçbir insan hiçbir zaman yapmış olduğu yaramazlıklar, çiğlikler kadar değil. Daha fazla, daha büyük, daha donanımlı.
Fakat erginlik, olgunluğa ulaşmanın zorluğu, zahmeti ne yazık ki onu daha uzağa düşürüyor insanın gözünde. Hakikatin cazibesinin, ulaşma yolundan çok bizzat kendinde, asl/ında olması ve kandırmacalı bir yolun sonundaki yaşanacak acı tecrübeden biri olmayışı, macera ötesi bir şey olması da cabası. Yasaklanmamışlığı onu eksiltiyor insanın gözünde.
O nedenle de hep arkaya atılıyor belki. Gözden ırak olduğu için gönülden de ırak oluyor. Fakat onu tattığında her şey ne kadar dertli bir mutluluğa dönüşüyor. Ağır başlı bir neşeyle yaşanıyor o zaman hayat!
İnsanın olgunluğu; içindeki ulaşılmazına; öz bilincine uzanabilmesi hayat boyu sürer. İnsan olgunluğa özenir, bunun için de keşfettiği irade gücüyle hep farkındalık ağacına; bilince çıkmak ister.