Mekke’de dine davet imkânları kısıtlanıp azalınca, Hz. Peygamber (sav) bu defa, hac için gelenleri İslam’a davet etmeye başladı. Burada da amcası Ebû Leheb’in aleyhindeki tuzak, iftira ve tacizlerine maruz kalıyordu. Baskı ve zulümler o derece arttı ki Müslümanlar Allah’ın emriyle işlerini, mal varlıklarını hatta aile fertlerinden bir kısmını bırakıp Medine’ye hicret etmek zorunda kaldılar. Peygamberimiz de onlarla birlikte aynı kaderi paylaştı. Allah’a tevekkülü karşısında belirsizlik endişesi kendine yer bulamadı.
Medine döneminde İslam bir devlet olma yolunda ilerlerken Hz. Peygamber (sav) devletin başkanı olarak iç (münafıklar, Yahudiler) ve dış (müşrikler) düşmanlar ve onların desiseleriyle baş etmek zorunda kalmıştı. Onların tuzaklarına karşı her zaman tedbirli ve ihtiyatlı davranmış, savaşlarda galibiyetle gururlanmamış, işlerin ters gittiği durumlarda (Uhud) hiçbir zaman ashabını cezalandırıp onurlarını kırmamıştı. Bütün bu süreçlerde her zaman Allah’ın emirleri ve beklentisi doğrultusunda hareket etmiş, sabır ahlakının somut örneği olmuştu. Bu konudaki en şiddetli tavrı Bi’r-i Maûne günü şehit edilen yetmiş sahabe için üzüntüsünden, bir ay boyunca katillere beddua etmesiydi. (Müslim, Mesâcid ve mevâziu’s-salât, 302)
Mekke döneminde müşriklerin amansız baskılarına, ekonomik ve sosyal ambargolarına, öldürme teşebbüslerine karşı bir avuç müminle sabredip direnen ve bu arada gerekli tedbirleri de alarak düşmanlarının hesaplarını boşa çıkaran Peygamber Efendimiz (sav), daha sonra muzaffer bir komutan olarak Mekke’ye girdiğinde, kendisine ve arkadaşlarına yapılanların intikamını almaya kalkışmamış, çektiği acıları başkalarına acı çektirerek telafi etmemiştir.
Bir başka imtihan konusu olarak İslam’ı kabul eden farklı karakter ve mizaçtaki insanları idare edip bir arada tutabilmesinin sırrı, karşılaştığı zorlukları katı kalpli olarak değil, yumuşak davranmayı tercih ederek bertaraf etmeyi başarmış olmasındaydı.
Hastalık ve ölüm gibi insanın başına gelebilecek doğal musibetler karşısında Hz. Peygamber (sav)’in takındığı tavır da bir yandan onun insani ve duygusal yönünü ortaya koyarken, diğer yandan böyle durumlarda izlenmesi gereken dengeli tutuma işaret etmektedir. Yedi çocuğunun altısının vefatına şahit olan bir baba olarak oğlu İbrahim’in ölümüne ağladığında kendisine şaşıranlara verdiği şu cevap bunu çok güzel ortaya koymaktadır: “Göz ağlar, kalp üzülür. Biz Rabbimiz’i gazaplandıracak bir söz söylemeyiz. Eğer ölüm, doğru söyleyen (Allah’ın) herkesi kapsayan bir va’di olmasaydı ve arkada kalan, önden gidene kavuşmayacak olsaydı Ey İbrahim, biz şu ankinden çok daha büyük bir üzüntü duyacaktık. Biz senin için çok hüzünlüyüz.” (İbn Mace, Cenâiz, 53)
Hz. Peygamber (sav); barışta, savaşta, darlık ve genişlik anında her zaman yaratanına karşı kulluk vazifesi olan duayı yerine getirmiştir. Hayatı boyunca türlü dertlerle başa çıkmaya çalışırken Rabbiyle hemhal oluşu en büyük güven ve azim kaynağı olmuştur. Kimilerince en büyük musibet olarak tanımlanan ölümü karşılayışında da biz ümmetine önemli mesajlar vardır: Hz. Ayşe (r.anha)’nin bildirdiğine göre “(Vefatına sebep olan hastalığı müddetince) Rasûlullah (sav)’ın önünde deriden yahut ağaçtan içi su dolu bir kap vardı. Elini suyun içine sokar sonra yüzüne sürer ve ‘Lâ ilâhe illâllâh! Ölümün sıkıntıları vardır’ derdi. Nihayet elini kaldırdı ve ruhu alınıncaya kadar ‘Refîk-i Âlâ’ya (En Yüce Dost’a)’ buyurdu. Ardından eli düştü.” (Buhârî, Rikâk, 42)