Zamanı fark etmenin, ömrün değerini bilmenin suresi: Asr. Kur’ân’ın saati... Mümine kendi takvimini, kendi zamanını yaşamayı öğütleyen, zamanını çalıp gidenlere karşı uyaran bir saatcik.
…
Zamanın oyunun kendisi mi, yoksa akıp gelen, çekip giden bir sahne mi olduğunu düşünürken, Augustine’e en çok hoşlanmadığı o soruyu, onun ne olduğu sorusunu sormaktan vazgeçiyorsun. Zaten o da bilmediğini söylüyor.
“Başlangıçla bitiş arasında üzerinde zıplayıp hopladığım, koştuğum, yürüdüğüm, ağırlaşıp durduğum çizgi” diyorsun.
Ya da sonunu yiyip bitiren yuvarlak bir başlangıç gibi düşünüyorsun onu. Batıda da doğuda da olan bir şey. Nereli olduğu belli değil. Her yerli. Kuyruğundan kendini yenileyen bir kertenkele.
Yaşanmışlıklarla zincirlenen, halkalanan, olayların özneleri olan, varlıkları sürükleyen sonsuz bir esinti. Bir tanım kabına koyamayacağın, ele avuca gelmeyen dursuz duraksız bir kıpırtı.
Birilerinin elinden ala ala onu yaşatabilmek adına ölüm için sıraya girmiş fanilerdensin. Onun herkesi öldürdüğünü, kendisininse sağ kaldığını biliyorsun.
Sanki sen akıp gidiyorsun, o hep yanı başında beklerken. Sakin adımların ve hırçın koşmacalarınla duramıyorsun sanki. Ta ki o senin için duruncaya dek.
Bir takvim ağacından dökülüyor üstüne başına fanilik, bir saatin “tik tak”ından fısıldıyor bazen kulağına. Ömrünü kaç geçiyor saat, ölümüne kaç kaldı, bilmiyorsun. Ne vakit çalacak o son alarm…
İyi ki bilmiyorsun. Geçtiğini bilmen yetiyor zaten. Artırman gerektiğini.
Fakat yaşamın ölüme, ölümün kıyamete kuruludur. Sen de biliyorsun ki ilk alarm çaldığında, adın okunduğunda kalkıp gideceksin.
Son alarmda da yaşadığın dünya kalkıp gidecek/ kıyam edecek. Bütün bunlar yeni bir düzenin kurulması için varlığın düzen bazlığı veya daha iyi bir düzenin oturması adına kıyamı; ayaklanması değil midir?
Topyekûn zamanın, bütün dilimlerinin, kendine has bir izi oluyor. Geçmiş, geride kalmış gibi yaparak geleceğe sızıyor. Şimdinin gözü hep gelecekte oluyor. Gelecek ise daha gelmeden tasalanarak, konuşularak yaşanıp bitiriliyor. Her hali; şimdi’nin geçiciliği, geçmiş’in naifliği, geleceğin heyecanı ve geniş zamanın rahatlığı ile zaman hep seninledir. Fakat aslolan sana verilmiş olan sınırlı zaman, yani ömründür. An, gün, hafta, ay, yıl derken zincirlenen zaman belki de hiç geri dönmeyecek olan fırsatlar zincirindesin. Akıp giden bir imkân ve başlı başına sermayenin üstünde...
Yerinde duramayan, bu durağanlıkta geçmeden kalan nedir? Artı değeri nedir bu bitmeyen eksilmelerin?
Bir yarın kaygısı alıp yürüdü ‘şimdi’lerini. Geleceğini kendin oluşturma telaşındasın.
İşte dünya! Koca bir yalan. Geçici olmayanı/ ölümsüzü sahi kılmak için söylenen. Fakat umursamazca çekip giden bir dünyadan kalan bir şey-ler olmalı. Keşke geçmeyecek bir gelecek olsaydı…
İn haydi aşağıya! Sıradanlıklar seni bekliyor. Sıradanlıkların sırasına girmeyip dağıtan yalnızlardan olsan bile in. Çünkü boş zamanları değerlendirmeye değil, sıradanlıklardan arınmış doluluğu/doygunluğu yaşamaya geldin. Kendine yaraşır bir hayata yükselmeye geldin. Tik tak. Yeni bir cıvıltı. Inga. Agu. Batan güneş. Solan bir çiçek.
Mademki geçip gidiyor, tutabilir misin, yakalayabilir misin bu yaramazı? O böyleyken, mekân da “oyun ve oyalanma yeri” iken, şimdi sana gerçeği oynamaktan başka bir seçenek kalmıyor.
Değişen, geçici, yalan gündemleri fırlatıp at ve gerçek gündemi fark et!
Geçmişe baktığında ilkesiz her yaşanmışlığın bela oluşunu görmek kaçınılmaz oluyor. Kendi mutluluğunu da, mutsuzluğunu da hep kendisi hazırlıyor insan. Hep kendin hazırlıyorsun.
Pek fazla zamanı kalmayanları görünce henüz sana ait bir sürenin olduğuna çok seviniyorsun. Gerçekten de büyük bir imkân bu… Artırabilir, saatleri nitelikçe çoğaltabilirsin.
Ne yazık ki arkasından bakakalıyorsun çoğunlukla. Ele avuca sığmadığı gibi elleri nasırlaştırıp belleri büken bir güçtür o. Düşünsene bir zaman minik ellerin oyuncakla oynuyorken birden bire baston tutan, buruşmuş ellere dönüşecek. Sen de o bildik, bir varmış bir yokmuş masalını tekrarlıyorsun.
Ya çoğunlukla hatıralarında takılıp kalıyor ya da gelecek kaygılarıyla ânı es geçiyorsun. İlkesizliklerin mutsuzluğunu yaşayabilecek kadar uzun/ bol değil yaşam. İdeal ilkelerin peşine düşür hadi yıllarını.
Geçen zamana, tarihe, yıllara bakıldığında insan genel manada ömrünü heba ederek, değerlendirmeyerek hüsrana/ mutsuzluğa düşer. Fakat ömrünü imanla, imanının göstergesi, belgesi olan salih amel/ tertemiz eylemlerle, yaşamaya çalıştığı hakikati yaşatmaya da çalışarak ve elbette bu zorlu yol için yoldaşlarıyla dayanışarak, bir direnç/ sabır gösterirse kesinlikle kurtulur. Hayatını başarmış olur.
Fahrettin Razi pazarda dolaşırken bir buz satıcısının “Sermayesi eriyen bu şahsa merhamet edin!” feryadını duyduğunda anlar Asr suresini. “İşte zaman o eriyip duran sermayedir” der kendi kendine. Zaman geçer, suyu ısınır hayatın. Erir gider takvimler, gençlikler, günler, yıllar.
“Ne yapalım ki ömrümüzün değerini bilelim?” diyen her insan için Asr suresi yeter.