Müşrik Mekkelilerle Hazreti Peygamber arasındaki mücadele kişisel değildi. Onlar daima Hz. Peygamber’e saygı duymuşlar, değer vermişler ve aralarındaki çatışmanın O’nun kişiliğiyle bir alakası olmadığını her fırsatta belirtmişlerdi. (O’na davasından vazgeçmesi şartıyla Mekke'nin liderliğini bile teklif etmişlerdi.) Aralarındaki mesele iki tarafın dünya görüşünün, öğretilerinin, hayat ve ölüm anlayışlarının çatışmasıydı. Bir inanç çatışmasıydı yani. Bu çatışma, ilahi sistemle beşeri sistemler arasındaki çatışmaydı. Yani insanın Allah’a ve Allah’tan gelene başkaldırmasıydı.
Mekkeliler bu başkaldırıyı her seferinde değişik gerekçeler öne sürerek yapıyorlardı. Mesela önce “Allah, peygamber gönderecektiyse bu bir melek olmalı” diyorlar; sonra bu itirazlarına cevap gelince bu sefer başka bir itiraz gerekçesi üretip “Madem peygamber bir insan olacak o zaman neden aramızda kabilesi ve kendisi güçlü, zengin, herkesin itibar ettiği kişiler dururken bir yetime, bir fakire, daha sıradan birine geldi bu peygamberlik” diye karşı çıkıyorlardı.
Bir şeyi kabul etmek işimize gelmediğinde bahane üretmek, günlük hayatımızda en çok yaptığımız işlerdendir. Hatta bir noktadan sonra, o bahanelerin gerçek olduğuna kendimiz de inanmaya başlarız. Aynı şey müşriklerin izlediği yolda da vardır; asıl sebep, ilahi yönlendirmeye karşı çıkmaktır. Allah’ın elçisi ister melek olsun ister insan, isterse onların talep ettiği mucizeleri göstersin inanmamak için her seferinde yeni bir gerekçe hazırda beklemektedir. Bu yöntem, biz Müslümanlar için itikadî konularda olmasa da amelî konularda neredeyse aynen uygulanmaktadır. “Namaz kılamıyorum çünkü… Ben de hacca gitmek istiyorum ama… Ben de şöyle şöyle yapardım lakin…” gibi. Hazırda bir mazeretimiz var dini konulardaki ihmallerimiz için.
İşte tam bu noktada, Seyyid Kutub merhumun zihinlerimize kazımamız gereken sözü giriyor devreye, cevap niyetine: “Bahane bulma ruhunu terk etmedikçe İslam’ı yaşayamazsınız.”