Beled: Kebed Olamadım Sancısı

Son Peygamber’in özgürlüğünü elde edinceye kadar bütün çileleri çektiği Mekke ya da Medine “insanın derde düştüğünün/kebed” özel olarak tanığıdır. Tabii hayat mücadelesinde ve elbette özellikle özgürlük mücadelelerinde herkesin, her insanın yaşadığı kent, kasaba hayatın bu yanının; bu meşakkat, şiddet ve mihnetin tanığıdır. Ne memleketler, uzak yakın ne coğrafyalar, ne uygarlıklar veya medeniyetler, hepsi ayrı ayrı çeşitlemelerle insanın zorluğa, sıkıntıya, acıya doğduğunu göstermiş ve göstermeye devam etmektedir.

Gerek Son Peygamber’in yaşadığı kent, gerekse senin yaşadığın memleket, içlerinde özgür olduğun ya da olmadığın bütün kentler, medeniyetler geçidi bu sancılara tanıktır...

O memleketlerde yaşayıp geçip gitmiş olan bütün bir insan soyu da... Köşende nihayet dinlenmeye çekilmiş deden ve nenen, baban, annen ve hatta şu yaşında sen bile şahitsin buna.

Bir karış toprak parçası gibi taşıdığın kara parçan, bedenin ve içinde taşıdığın canın, benliğin de tanıktır. İnsanın bu dünyaya düşmekle adı belli bir derde düştüğüne... Dünyaya düşmenin derde düşmek olduğuna...

Gelmiş geçmiş bütün zamanlar ve mekânlar hayata fırlatılan her insanın dünya sokağında, “bir ciğer acısı”yla dolaştığının, sıkıntılı bir sürece atıldığının tanığıdır. Varlıktan yokluğa, cennetten dünyaya, anne rahminden ınga’ya, anne-baba evinden hayata, sokağa, işe güce düştüğünde aslında bir derde/kebed düştüğü malumdur.

Dünya avlusuna, dert avlusuna “terkedilmiş” bir masumsun... Terkedilmeyişinin ispatı işte bu ayetler, bu farkındalık cümleleri öte yandan. Bir anlamda “yanındayım” der Rabbin sana. “Darılmadım, darılmam in/sana...” (Duha)

O halde sıkıntılar diyarına hoşgeldin yabancı! Hoşgeldin aslen cennetli olan, hoşgeldin! İyi bil ki arabesk de olsa acı ve keder yerlisidir bu dünyanın... Buraların en nihayetinde bir dert memleketi olduğu bilinci, beklentilerinden kısmanı, büyük umutlarını hep güzelliğin kaynağından ayrı düştüğün o ilk sonsuz durağa saklamanı sağlar. Belki hep orayı özlemeni, o dertsizliği, tasasızlığı...

Cennetteki, ana rahmindeki ekmek elden su göldenlik keyfin çok geride kalmıştır artık. Hem sıradan ihtiyaçların, haklı haksız doyumsuzlukların için, derin boşluğun, tanımlayamadığın açlığın, solundaki gizin, seyyah ruhun için silkinmek ve kalkmak zorundasın.

Susayan, soğuk- sıcak içeceksiz duramayan, midesi kazınan, karnı guruldayan, ikide bir acıkan, gezip tozmayı, görüp şaşırmayı, “harikaydı!” demeyi, gülüp eğlenmeyi, çok kazanmayı, harcamayı, keyif çatmayı, boş boş zaman geçirmeyi, seyretmeyi, uzanmayı, dinlenmeyi, uyumayı seven bir yapın var. Fakat bütün bunları elde etmek için çalışıp didinmen, emek vermen, yorulman, erkenden kalkman, hazırlanman, bir işe tutunman, gelip gitmen, saçlarını süpürge etmen, dişini tırnağına takman, bazen acıktığında yemek yemeye zamanın olmayacak kadar yoğun bir çalışma hayatına atılman, öyle ya “köşeyi dönmen”, “çok kazanman”, “yatırım yapman” filan gerekiyor. İhtiyaçlarına bir dur diyemiyorsan, sınır ötesinde oyunlara, oyalanmalara dalmışsa hele nefsin yandığının resmidir. O vakit kendi elinde bildiğin oyuncaksın. Kendini kullanırsın. Dünya tam da senin dediğin gibi; telaşe yeridir artık. Üstelik “ateş almaya” gelmişken... Yo yo savaş gibidir yaşamak o vakit. “Ekmek aslanın ağzında”dır. Gerçekten de bu yanıyla tam bir baş belasıdır yaşamak.

Doğdun ve doğmakla insan olunmayacağını yıllar geçtikçe iyice anladın. Bedenin sana nasıl da dert oluşuna bir çözüm buldun. Yedirdin, içirdin, gezdirdin, eğlendirdin, eğledin, uyuttun. Susturdun onu bir şekilde. Fakat derininde hiç susmayan bir ses var. Cazgır değil etin gibi. Taşkın değil kanın gibi. Sanki ikiye böldüğündeki ikinci kendinin ta kendisi... Elle tutulmaz. Gözle görülmez. Seni görür. Seni tutar elinde fakat. Sana not verir sürekli. Seni puanlar. Değerlendirir. Sen sanasındır. Kimse girmez seninle senin arana; düşüncelerin, kanaatlerinden başka... Çok zaman sana “olmadı” der, “olmuyorsun” der. “Olamadın bir...” der... “Sen olmazsın!” der. Şımarıklığı sevmez. Şımarmaz kendi de... Onurlanır ve takdir eder seni iyi bir şey söylediğinde ve yaptığında. Daha çok kınar. Kınaması gücüne gitmez lakin. Kimdi ki bu? Çıksın senin içinden!

Merhamet edin zahmetin, zorluğun içinde kıvranan insana. Merhamet edin birbirinize. Sırtını sıvazla üzülüp sıkılanın. Eksiğini gideriver. Koluna gir. Elinden tut zorlananın. Düştüğü çıkmazdan çıkmasını sağla. Yol göster. Yordam öğret. Maddi destek ver. Teselli ediver.

Dünyaya geldiğin an, senden önce sana doğmuş olan; içindeki bu “olma sancısı”dır senin asıl derdin. Budur senin ciğer acın. “Kebed”in... Ha oldu ha olacak diye diye ölüp gidecek, olup gidecek olmandır belki de...

“Olamadım” ağrısıdır bu... “Ben insan olamadım” ağrısı...

Olma yolu da açık, olmama yolu da... Yokla ellerinle başını... Gözlerini oğuştur şimdi. Sende bunları görecek g/öz aydınlığı var. Bu derdini dile getirecek ifade gücün, dilin, damağın, dimağın, dudağın var. Sende “olma”nın başından sonuna donanımı var...

Bu derdin içinden nasıl çıkabilirsin? Şu sarp yokuşa ne dersin? Yokuşa tırmandıkça aşağıda kalabilir dertlerin...

Belki yokuşun ardı cennettir. Dertlerin bittiği yer... Barış içinde adaletli bir dünya hayatı...

Dahası dertlerin bittiği gök... Barış ve esenliğin en üst düzeyde yaşandığı mekan...

Tırmanmaya değer... mi?...

Bağımlılıklarından kurtarmakla başla o vakit kendini. Bağımsız bir bağa gir. Aşk bahçesine gir. “Lâ/Hayır” diyebil. Kimseler kalmasın sen “İllallah” dediğinde arınmanın sol odasında...

Hadi korkma çık! Açken gönlün, başka gönüllerle bir açlığınızı konuş-un, nasıl, hangi zikirle, neyi hatırlamakla, kimin hatrını saymakla doyacağınızı konuşun gönüllerinizin. Ya da karnınızı doyuracak besmeleyi kurun sofranız olarak hayata.

Hadi gayret! Gücün var senin bu yokuşa! Git ve sahip çık sahipsiz, arkasız kalmışa, yetime, yoksula... Senin varlığın onların da varlığı anlamına gelsin. Harçlık ver, kazanmanın yollarını göster, doğrult belini insanların. Duman tellendirsin her evin ocağı keyif keyif. Görüntüsü ya da kokusu değil kendisi gitsin evlerine güzel yiyeceklerin... Bir türkü tutturacak kadar olsun herkesin akşamı öyle ya...

Merhamet edin zahmetin, zorluğun içinde kıvranan insana. Merhamet edin birbirinize. Sırtını sıvazla üzülüp sıkılanın. Eksiğini gideriver. Koluna gir. Elinden tut zorlananın. Düştüğü çıkmazdan çıkmasını sağla. Yol göster. Yordam öğret. Maddi destek ver. Teselli ediver.

Dertliler soyudur insan soyu. Dertlisiniz hepiniz. Hepiniz muzdarip. Hepiniz zorlu ve yorgun...

Merhamet etsin insana, merhametli insan...

Sabret desin, sabırlı insan, yokuş yorgunu dostlarına...

“Bilir misin nedir o sarp yokuş? O, boynunu günah zincirinden kurtarmaktır; yahut kendi aç iken başkasını doyurmaktır, yakını olan bir yetimi, yahut toprağa uzanıp kalmış olan yabancı bir yoksulu ve imana ermişlerden, birbirine sabrı ve merhameti tavsiye edenlerden olmaktır. İşte böyleleri dürüstlüğe ve erdemliliğe erişmiş olanlardır.”