İslam'ın, şirk telakkisiyle her hangi bir değer ekseninde ortak noktası bahis mevzu olmadığı için buna temas etmekten kaçınılmıştır. Zira ifade edildiği üzere kadim şirk anlayışı, içinde bulunduğu dönem itibariyle kendi statükosunu koruma refleksiyle müzmin bir muhalefet zemininde gelişmiştir.
Hakim kültür ve sınıf olan cahiliye dönemi şirk telakkisi ve Müşrikler aynı zamanda başkasına hayat hakkı vermeyen linç ve sürgün histerisi ve paranoyası içindeydi. "Başkası" olmayan bir anlayışa ve onun dayatmasına karşı ancak "başkası" olduğunu anlatıncaya dek mücadele ile mukabele edilir. İslam'ın ilk muhataplarıyla serüveni de böyle olmuştur.
İslam daha ilk günlerden itibaren Ehl-i Kitab namıyla anonim bir isim kullanmak suretiyle Hıristiyan ve Yahudilerle konuşmuştur. Değerler manzumesinin belli ve geçmiş bir geleneğe sahip olmasından dolayı onlara bu anonim isimle hitap etmiştir. Halbuki Müşriklik ve münafıklık, reaksiyonların belirlediği davranışlardan oluştuğu için, zaman içinde tartışıldıkça, değerleri belirginleştikçe, farklılıklar deşifre oldukça anonim isimlerle çağrılmaya başlanmış, ancak ortak bir kültür ve değerden söz edilememiştir.
Her ne kadar insanlığın ortak tarihî serüvenine, peygamberlerin aydınlık mücadelesi olarak atıfta bulunmak suretiyle diyalog oluşturmaya çalıştıysa da, bu kültür mirasına sahip çıkanlar yani Ehl-i Kitab dışında hiç kimseyle sistematik bir zemin oluşturulamamıştır.
İnanç özgürlüğü, İslami öğretinin temel hassasiyetlerinden biridir. Bu duyarlılıkla ilgili bütün haklar saklı olmakla birlikte, inanç ve düşüncenin ifade edilmesi de bir o kadar insan hakkıdır.
Hz. Peygamber bir yandan muhataplarına gerçekleri tebliğ ederken bir yandan hür iradeleriyle belirleyecekleri alternatiflere göre İslam'ın net tutumunu açıklıyordu. Tarih boyunca aynı öğretinin mürşitleri olan peygamberlerin müteselsil biçimde insanlığın ortak paydası olan evrensel ahlaki değerleri savuna gelmesi önemli bir asgari müşterektir. Bu tarihî zeminde kendisine bir yer bulan ve kendisini öyle tanımlayan herkes için önemli bir ortak değer ve önemli bir kültür ortak paydasıdır. Kur'ân bu konuya sık sık atıfta bulunmakta ve muhataplarına yeniden düşünme çağrısı yapmaktadır. Özellikle İbrahimî geleneğin önemli bir arınma, aklanma ve ayıklanma miladı olarak referans gösterilmesi fevkalade net ve kesindir. Namazlardaki ka'delerde/diz üstü oturuşlarda, okunan dualarda Hz. Peygamber'e, Hz. İbrahim'e ve onların âline/aile, akraba, tabi ve taraftarlarına yapılan dua, hem ortak kültür paydasının pekiştirilmesi hem de vefa duygusunun geliştirilmesidir. Yaratanın huzurunda ibadet ciddiyetinde/ formatında dürüst bir şekilde her gün beş defa/ defalarca tekrarlanan bir dua ve nakaratla geçmişe karşı saygı, sevgi ve vefa göstermenin heyecanı ve sözleşmesi yenilenmektedir.(1)
İslam'ın en ayrıcalıklı yanı, diğer kitaplara ve peygamberlere karşı tavrını, saygısı ve sevgisini çok kesin bir dille ifade etmiş olmasıdır. Bu yönüyle diğer din mensuplarının Müslümanlara öğretecekleri ve onlardan inanmalarını isteyecekleri herhangi bir artı değerleri de yoktur. Zira bir Müslüman tabiatı gereği Kur'ân'a ve son peygamber Hz. Muhammed (sav)'e inandıktan sonra, Tevrat'a, Zebur'a, İncil'e, Musa'ya, İsa'ya ve diğer kitaplara ve peygamberlere iman etmiş olduğu ve hürmet ettiği için Müslümandır. Aksi halde zaten İslam'dan ve Müslümandan söz edilemez. Peki o takdirde kim, kime neyi ve var olmadığına inandığı hangi değerleri tebliğ edecek?
Müslüman olduğunu söyleyen hiç kimse sözü edilen kitap ve peygamberlerden hiç birini ne reddedebilir ne de onlara karşı bir hürmetsizlik ve saygısızlıkta bulunabilir.
İnsani erdem ve faziletler manzumesi olan Kur'ân-ı Kerim'de ortak değer ve kültür birliği ile ilgili örnek şahsiyet Hz. Peygamber'e şu bilgi ve emirler verilmektedir;
"Onlar sizi sevmedikleri halde siz onları seversiniz. Siz, bütün kitaplara inanırsınız." (Al-i İmran, 119)
İletişim araçlarının gelişmesiyle sınırları genişleyen dünya aynı zamanda ilginç bir paradoksla özel alanları daraltmaktadır. Çevreyle münasebetlerin artması sebebiyle ortaya çıkan farklılıklar kendini hissettirmektedir. Bu farklar karşısında oluşan tavırlar, bir etki-tepki biçiminde taraflara yansımaktadır.
Farklı olmanın ortaya çıkaracağı olumsuz etki ve gerginlikleri asgariye indirebilmek ve farklılıkların daha iyi ve mükemmele ulaşmak için insan zihninde açacağı yeni ufuklara bir vesile olduğunu düşünmek, ancak kainatı kuşatan bir sevgiyle ve gönülle onlara yaklaşabilmekle mümkündür. İşte o zaman, farklılıkları yok edilmesi gereken bir bölünme ve parçalanmanın ayak sesleri gibi değil de, farklı karakter ve kabiliyette olan kişilerin hayatı algılama ve yaşama biçimleri olarak görürüz.
Zaten her yönüyle kendine özgü, tamamen birbirinden farklı olduğumuz gerçeği bir fıtrat kanunudur. Bu bilinçle bakıldığında farklılıklar değil, tam aksine tek tip ve aynılıklarımız yadırganabilir. Zira her varlık özünde tek ve yektir. O hiç kimseye benzemeyen eşi ve benzeri olmayan yüce yaratıcının harika yaratması ve eseridir. O ilahî bir nefha ve soluktur.
İnsanoğlunun tanıyıp bilmediği şeylere karşı nefreti ve vahşeti, terbiye edilmesi ve medenileştirilmesi gereken bedevi yönüdür. Peygamberler de zaten, onların mevcut bu bedevi/ ilkel yönlerini medenileştirmek için gelmişlerdir. İslam ve onun peygamberi bunun için, birçok somut söz ve davranışla insanlığa örnek olmuş ve pek çok güzel miras bırakmıştır. Kim bilir, belki de "ümmetin farklılığı ve farkları kavrayıştaki ufku ve derinliği, genişlemeye vesile ve gelişmeye elverişli bir rahmettir "(2) anlayışı, böyle bir ufkun kazanılması ve İslamı yorumlamadaki fikri esnekliğin, ilmiye sınıfı tarafından dillendirilmiş bir ifadesidir. Farklılıklar, potansiyel suç kaynağı değil, potansiyel güç kaynağıdır. Uzlaşma ve zıtlaşma/kutuplaşma kültürel bir nüanstır. Kültür ondan çokça beslenir. Çünkü farkların beslediği düşünce dünyasından ve tecessüsten fikirler doğar ve gelişim başlar. Statükonun, aynılığın ve tek tipçiliğin monotonluğundan da olsa olsa tembellik, durağanlık, şüphe, korku ve zulüm doğar.
Ne renklerinden, ne inançlarından, ne giyim kuşamlarından, ne de kendi hür iradesiyle benimsediği kişisel tercihleri ve başka sebeplerden dolayı insanlara müdahale edilemez ve hiçbir sebeple zulüm reva görülemez. İnsan olmanın getirdiği temel haklar müdahale kabul etmez ve dokunulmazdır.
Hz. Peygamber'in devr-i saadetinde, adalete dayalı hukuk zemininde herkesin kendini istediği gibi tanımladığı bir sosyal sözleşme ve herkesin güven duyduğu bir toplumsal yapı oluşturulmuştur. Fikri örgüsünü Kur'ân'ın belirlediği bir sosyal oluşum herkes gibi peygamberi de sorumlu tutmaktaydı. Kimsenin zorla değiştirilmesine müsaade etmeyen bir sosyo-politik ve sosyo-kültürel doku teşekkül ettirilmişti. Dokunulmazlıkların olmadığı bir mesuliyetle herkesin uymak zorunda olduğu bir doku...
Gönderiliş hikmeti, insanlığa merhamet olan bir peygamberin, engin müsamahasına verilecek pek çok örnek vardır. Ancak onu yine en güzel tavsif eden ve tanımlayan Yüce Yaratıcının şu ezelî ve ebedî beyanıdır: "Bu Kitab'a inanmazlarsa ve bu yüzden helâk olurlarsa, arkalarından üzüntüyle neredeyse kendini harap edeceksin." (Kehf6), "Resûlüm! Onlar iman etmiyorlar diye neredeyse kendine kıyacaksın!" (Şuara,3) Hz. Peygamber yaşadığı dönemler itibariyle Yahudi, Hıristiyan ve diğer inanç mensuplarıyla sosyal münasebetler açısından insanlığa pek çok erdem öğretmiştir.
Dünyada farklı dinlerin ve mensuplarının hiçbir asimilasyon gayesi/ politikası gütmeden ahenk ve uyumla bir arada yaşadığına dair tarihi örnekler aranırsa, İslam'ın ve Müslümanların hakimiyetinin olduğu bölgelerden başka bir yer bulunamayacaktır. Bu anlamda İslam'ın farklı düşünce ve inançlara hiçbir tehdit ve tehlike gerekçesi üretmeden asimilasyon niyeti asla gözetmeden, sonuna kadar "diğer/ başkası" tanımı yapması, ona faklılıkların çoğaldığı dünyada ciddi bir şans tanımaktadır.
İnsani erdem ve faziletler manzumesi olan Kur'ân-ı Kerim'de hoşgörü, uzlaşma ve sosyal sözleşme ile ilgili, örnek şahsiyet Hz. Peygamber'e şu bilgi ve emirler verilmektedir;
İslam tebliğ ve davetinin çerçevesini belirlediği hoşgörü, uzlaşma ve sosyal sözleşme ile ilgili, özelde Hz. Peygamber'e, genelde herkese davranış ve ifade yükümlülüğü getiren âyetlerin meallerini okuyucuların dikkat ve anlayışına sunuyorum.
"Nasıl olabilir ki! Onlar size galip gelselerdi, sizin hakkınızda ne ahit, ne de antlaşma gözetirlerdi. Onlar ağızlarıyla sizi razı ediyorlar, halbuki kalpleri buna karşı çıkıyor. Çünkü onların çoğu yoldan çıkmışlardır." (Tevbe, 8)
"Bir mümin hakkında ne ahit tanırlar ne de antlaşma. Çünkü onlar saldırganların ta kendileridir." (Tevbe, 10)
"İbrahim'de ve onunla beraber olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır. Onlar kavimlerine demişlerdi ki: ' Biz sizden ve Allah'ı bırakıp taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz. Siz bir tek Allah'a inanıncaya kadar, sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve öfke belirmiştir.' Şu kadar var ki, İbrahim babasına:'Andolsun senin için mağfiret dileyeceğim. Fakat Allah'tan sana gelecek herhangi bir şeyi önlemeye gücüm yetmez.' demişti. Müminler daima şöyle dediler: 'Rabbimiz! Ancak Sana dayandık, Sana yöneldik; dönüş de ancak Sanadır.' " (Mümtehine, 4)
İçinde bulunulan -dar ve geniş anlamda- çevreyi doğru algılamak, yorumlamak, o çevrede yaşayanların sosyo-kültürel, sosyo-ekonomik, sosyo-politik ve psiko-sosyal açıdan doğru tanımlarını yapmakla ancak mümkün olabilir. O takdirde aynı çevreyi paylaşan insanlar birbirleriyle diyalog kurabilir, geliştirebilir ve birbirlerine olan mesafelerini belirler ve bilinçli bir zeminde münasebetlerini medeni ilişkiler atmosferinde devam ettirebilirler.
"Diğer"in kendini emniyette hissettiği ortamlar, karşılıklı farklı olanların birbirlerine olan mesafelerini ve konumlarını açık, net ve riyasız bir şekilde belirlemelerine imkan sağlar. İki yüzlülükten uzak, medeni, kendine güvenen, şahsiyet sahibi fertler de böylesi mümbit toplumlarda yetişir. Bu toplumlarda yetişen insanların beyanları anlamlıdır. Kendini rahatça tanımlayamayan ve ifade edemeyen kişilerin ne kendi davranışları ne de başkalarının onlara tavrı gerçekçi bir düzlemde gelişemez. Zira dış dünyaya yansıyan bu davranışların ne kadarı onların hür iradelerinin ürünü ve kendi tercihleridir, ne kadarı içinde bulunduğu şartların dayatmalarıdır, bilinemez.
Ana hatlarıyla ifade etmek gerekirse Hz. Peygamber'in getirdiği mesajın omurgası, insanın hür iradesiyle fikrini, düşüncesini, inancını ilan etmek suretiyle, kendi öz benliğinin ortaya çıkarılması üzerine oturtulmuş değerler sistemidir. Onun söylediği ilk sözle son sözün muhtevası, ortaya koyması istenen ilk tavırla son tavır aynı kalmış özetle, özü-sözü bir, ilk ve son sözü hep aynı olmuştur. İlk davranış oku emri (3), diriliş ve aksiyon terennüm ederken, son davranış(4), ölüm, dönüş ve muhasebeyi fısıldamaktadır. İlk sözel emir (5), kendi kimliğini açıkça beyan etmeyi ve başkalarının dayatmasına boyun eğmemeyi haykırırken, son emir (6)de her şeyin Rabbi olan Allah'a güvenmeyi ve O'ndan başkasına iltifat etmemeyi baş tacı edip öğütlemektedir.
Yerini ve konumunu bu kadar kesin ve keskin belirleyen bir anlayış, inanç ve düşünce önderinden eğilip bükülme beklenemez. Ancak insan kimliği ve haysiyetine bu kadar vurgu yapan önder ve örnek şahıstan hoşgörü ve müsamaha beklenir.
Savaşı da barışı da bu zeminde meşru ve mubah hatta kutsal saymaktadır. Savaşı savaş gibi, barışı da barış gibidir. Herkese engin rahmetin kapılarını açan, barış ve mutluluk getiren Nebî, aynı zamanda bir savaş peygamberidir(7). Zira herkes nasihatten anlamaz. İyi söz, kötüleri adam etmeye yetmez.
Ne gereksiz yere savaş çığırtkanlığı, ne de dünyayı yıkıp yakarken barış nutukları atmak riyakârlığına düşülmemelidir. O Nebî açıkça; "Savaşı arzu edip düşmanla karşılaşmayı isteyip temenni etmeyiniz. Ama şartlar gerektirip de karşılaştığınız zaman, adam gibi savaşın. Arkanızı dönüp sakın kaçmayın.(8)" buyurarak savaş konusundaki tavrını belirlemiştir.
Hz. Peygamber, bütün insanlığı kucaklamaya çalışırken unutulmamalıdır ki, O bir taraftır. Kendi inanç ve düşüncesinin adamı ve adaletin tarafıdır. Hep adaletten, masum ve mağdurlardan yana taraf olmuştur. Zira Yüce Yaratan onları haktan, adaletten yana olmak için görevlendirdiğini, "Her ümmetin bir peygamberi vardır. Peygamberleri geldiği zaman, aralarında adaletle hükmedilir ve onlara asla zulmedilmez." (Yunus, 47) hitabıyla beyan etmiştir. Hz. Peygamber de; "Zayıf ve güçsüzlerin eğilip bükülmeden, itilip kakılmadan hakkını alamadığı bir toplum huzur bulmaz/ bulmasın! (9)" demek suretiyle yerini ve tarafını açıkça ortaya koymuştur.
İnsani erdem ve faziletler manzumesi olan Kur'ân-ı Kerim'de taraf olma ve sosyo-kültürel çevre ile ilgili, örnek şahsiyet Hz. Peygamber'e şu bilgi ve emirler verilmektedir;
Ey müminler! Verdikleri sözü bozan, Peygamber'i yurdundan çıkarmaya kalkışan ve ilk önce size karşı savaşa başlamış olan bir kavme karşı savaşmayacak mısınız? Yoksa onlardan korkuyor musunuz? Eğer gerçekten mümin iseniz, bilin ki Allah, kendisinden korkmanıza daha layıktır.
1) Hergün bütün namazlarda ka'dede defalarca okunan tahiyyat ve salli-barik dualarıyla bu dilekler ifade edilmektedir.
2) Muhammed b. Ali b. el-Hasen el-Hakim et-Tirmizî, Nevadiru'l-usul fi ehadisi'r-rasul, I, 423, Beyrut, I-IV, 1992; Abdullah b. Ahmed b. Kudame el-Makdisi, el-Muğni, I, 17, Beyrut, I-X, 1405
3) Rabbinin adıyla oku! O, insanı bir aşılanmış yumurtadan yarattı.İnsana bilmediklerini belleten, kalemle yazmayı öğreten Rabbin, en büyük kerem sahibidir. Alak,1-5.
4) Allah`ın yardımı ve zaferi gelip de insanların bölük bölük Allah`ın dinine girmekte olduklarını gördüğün vakit Rabbine hamdederek O`nu tesbih et ve O`ndan mağfiret dile. Çünkü O, tevbeleri çok kabul edendir. Nasr,1,2,3
5) Rasûlüm! De ki: Ey kafirler! Ben sizin tapmakta olduklarınıza tapmam. Siz de Benim taptığıma tapmıyorsunuz. Ben de sizin taptıklarınıza asla tapacak değilim. Evet, siz de Benim taptığıma tapıyor değilsiniz. Sizin dininiz size, Benim dinim de banadır. Kafirun,1-6
6) Ey Muhammed! Yüz çevirirlerse de ki: Allah bana yeter. O`ndan başka ilah yoktur. Ben sadece O`na güvenip dayanırım. O yüce Arş`ın sahibidir. Tevbe,129
7) Savaş kaçınılmaz olduğunda savaşmayı emreden âyetler bu fikri teyit etmektedir. Ayrıca bkz. Ebu Bekr Ahmed b. el-Hüseyin el-Beyhaki, Şuabu'l-iman, II, 145, Beyrut, 1410.
8) Buharî, Cihad, 112, 156; Müslim, Cihad, 19, 20; Ebû Davud, Cihad, 89; Darimi, Siyer 6; Said b. Mansur, Sünen, II, 203-205.
9) İbn Mace, sadakat, 17.