Bilmekle inanmak aynı şey mi? Yani her bilen inanır mı bildiğinin doğruluğuna? Her inanan bilir mi neye inandığını?
Hayır, bilmekle inanmak aynı şey değil. Peygamber efendimizin hayatı boyunca asla yalan söylemediğini, hiçbir zaman menfaatini düşünerek bir şey yapmadığını, dünyanın malında, mülkünde, makamında, mevkiinde gözü olmadığını Mekkeliler bilmiyorlar mıydı? Biliyorlardı çünkü ona kendileri ‘Emin’ (dürüst, güvenilir) ismini koydular. “Ben size şu dağın arkasında bir düşman var, birazdan size saldıracak desem inanır mısınız bana” diye sorduğu zaman, “evet inanırız, senin yalan söylediğini hiç görmedik” dediler. Ama buna rağmen getirdiği mesaja inanmayı reddettiler.
Peygamberi en yakından tanıyanlardan biri olan Ebu Süfyan, ona en ısrarlı direnci gösterenlerden biriydi aynı zamanda. Hadis ve Siyer kaynaklarında anlatıldığına göre Ebu Süfyan müşrikken, ticari bir seyahat için Şam’da bulunduğu sırada Peygamber Efendimiz’in Şam valisine gönderdiği İslam’a davet mektubu valiye ulaşmış ve o da Şam’da bulunup da Peygamberimiz’i yakından tanıyan birilerinin bulunup getirilmesini istemişti. Ebu Süfyan’ı getirdiler.
Vali ona Peygamberimiz hakkında çeşitli sorular sordu. Karakterini, davranışlarını, getirdiği davayı ve ona inananların durumunu anlamaya çalışan sorulardı bunlar. Ebu Süfyan Peygamberimiz ve ona inananlar hakkında iyilikten başka bir şey bilmediğinden ve valinin katında adının yalancı olarak anılmasını istemediğinden doğruları söylemek zorunda kalıyor, ama o gün için ileride şu sözleri sarf ediyordu: “Hayatımda hiçbir gün o günkü kadar yalan söylemeyi arzu etmemiştim.”
Bilmek başka şey, inanmak başka şeydir. Eğer her bilen inansaydı İslam hakkında Müslümanların pek çoğundan çok daha fazlasını bilen oryantalistlerin hepsinin inanması gerekirdi. Ama inanmıyorlar. Bilmek saf aklın işiyken inanmak kalbin de iştirakiyle olur. Ve inanmak insana sorumluluk yükler. İşte insanlar bu sorumluluktan kaçmak için inanmazlar çoğu zaman.