Bir Gurbet Türküsü

19 Ocak 2015

“Dünyada bir garip ya da bir yolcu gibi ol.” (Buhâri, Rikak, 3)


Bütün hayatımıza, yapıp etmelerimize, hüzünlerimize, öfkelerimize, sevgilerimize anlam veren, varlığımızı daha insani kılan bir hakikat bilgisini aramayan var mı?

Teni buruş buruş olmuş, kemikleri küçülmüş, şeffaflaşmış dersinin altından damarları görünür hale gelmiş anneciğimin, bedenini terk edişi nereyedir? “Yaşam köklerin sınanmasıdır” derdi sevgili dost. Nerededir kökleri insanın? Ölüm, su ile toprağın ayrılışı. Ruh çekilince cesede dönüşen beden, tutunabilir mi yaşama? Yok olacaksak eğer, anlamı nedir varoluşumuzun? Sonbaharda dökülen yaprakların ardından çırılçıplak kalan ağaçtaki öz, nerededir?

Eşya, oluş sahnesine çıktığı andan itibaren bir yolculuk içinde bulur kendini ve bozuluş denen efsanenin çürümüş kabuklardan arınma olduğunu, var olabilmek için yoklukla döşenmiş yollardan geçmek gerektiğini fısıldar. Zaman, eşyanın içinden akıp giderken bir yolcu edasıyla, gurbet türküleri söyler.

Kim olduğu, nereden gelip nereye gittiği, bu dünya hayatının ardından ne olacağı sorularını kalbinde taşıması değil midir insanı yaratılmışlar arasında temayüz ettiren? Hiç ölmeyecek olsaydık, bir anlam arayışına girer miydik? Yeniden diriliş olmasaydı, bir anlamı olur muydu hayatın?

Sararmış yapraklarını döküp kış uykusuna yatan ağaçların, toprağa gömülmüş tohumların baharda yeniden yeşermesi gibi üzerimizdeki toprakları silkerek doğrulacağız kabirlerimizden. Sonsuz yaşam pınarının eşiğinde, geçmişte kaldı dediğimiz amellerimizden doğacağız.

Topraktan yaratılmışsa da bedenimiz, evreni aşan bir yanımız var. Elest Bezmi’nden düşmüşüz ana rahmine; dost meclisinden rahmet iklimine. Hayat, yegâne sermayemiz.

Bir garip gibi, bir yabancı gibi; varlık iddia etmeden, sahiplenmeden, alışmadan, sılaya dönme telaşındaki bir yolcu gibi sayılı nefeslerle kârlı alışverişler yaparak yaşamak ve kökü yerde sabit, dalları göklere ağmış ağaç gibi güzelleşmek amelce; hükmü olur mu maddenin ölümü tanıyanlar için.

Her an geçeriz ölümün içinden. Vaktin kıldan ince kılıçtan keskince köprüsünde geleceğin kozasını öreriz. Kurumuş yapraklar gibi dökülür yapıp ettiklerimiz geçmişe. Ne kadar zamanımız kaldı, bilmeyiz; bir akışın içinde yürürüz köklerimize, kim olduğumuz bilgisine, yapıp ettiklerimizin hakikatine.

Gökler ve yer dürülecek elbet bir gün; zaman ve mekânın perdesi açılacak.

Sararmış yapraklarını döküp kış uykusuna yatan ağaçların, toprağa gömülmüş tohumların baharda yeniden yeşermesi gibi üzerimizdeki toprakları silkerek doğrulacağız kabirlerimizden. Sonsuz yaşam pınarının eşiğinde, geçmişte kaldı dediğimiz amellerimizden doğacağız. İplik iplik çözülecek kozamız. Gözlerimiz açılacak. Hangimiz daha güzeliz amel bakımından, göreceğiz.

Dağdan koşarak iner denize ulaşmak ümidiyle su; kayalıklardan, çöllerden, ormanlıklardan geçer. Yaşam belirir geçtiği yerlerde. Bir parçası katıldığında deryaya, eksilir belki, lakin umudu çoğalır. Ölüm, sılaya açılan kapıdır.