Dosyalar
Hz. Peygamber ve Çocuk
 

Bir Hadisin Işığında: Meşru Savunma Hakkı

14 Aralık 2011 Çarşamba Sonpeygamber.info / Bir Hadis Bir Yorum


Said b. Zeyd (ra)’in naklettiğine göre Allah Rasûlü (sav) şöyle buyurmuştur:

“Malı uğrunda öldürülen şehittir, dini uğrunda öldürülen şehittir, canı uğrunda öldürülen şehittir, ailesi uğrunda öldürülen şehittir.” (Tirmizi, Diyât, 22)

Bu hadis-i şerifle, insanın, başta canı olmak üzere kutsal ve dokunulmaz değerlerini savunmasının en doğal hakkı olduğunu bildiren sevgili Peygamberimiz (sav), bu hakkı kullanan kişinin maruz kalacağı en kötü ihtimal olan can kaybını şehitlik gibi yüce bir mertebeyle tanımlayarak, meşru müdafaanın ne kadar önemli olduğunu vurgulamak istemiştir.

Bu hadis-i şerifle, insanın, başta canı olmak üzere kutsal ve dokunulmaz değerlerini savunmasının en doğal hakkı olduğunu bildiren sevgili Peygamberimiz, bu hakkı kullanan kişinin maruz kalacağı en kötü ihtimal olan can kaybını şehitlik gibi yüce bir mertebeyle tanımlayarak, meşru müdafaanın ne kadar önemli olduğunu vurgulamak istemiştir. Haksız yere bir cana kıymayı, bütün canları öldürmek gibi kabul eden (Mâide, 32) ve saldırana aynen karşılık vermeyi emreden (Bakara, 194) Yüce Allah’ın buyruklarının açıklaması mahiyetinde olan bu hadis; canın yanı sıra, mal, din ve aile gibi dokunulmaz değerlerin de gerektiğinde can pahasına savunulmaya değer olduğunu ortaya koymaktadır. “Her Müslümanın diğerine, canı, malı, ırzı (onuru, manevi şahsiyeti) haramdır (dokunulmazdır)” (Müslim, Birr, 32) hükmünü genel bir ilke olarak ilan eden Allah Rasûlü (sav)’nün, sadece malı koruma konusundaki mücadelenin hükmünü soran birisiyle girdiği şu diyalog son derece anlamlıdır: “Ey Allah’ın elçisi! Bir kimse benim malımı almak isterse ne yapayım?” “Ona malını verme.” “Şayet malımı almak için saldırırsa?” “Sen de ona saldır.” “Ya beni öldürürse?” “O zaman şehit olursun.” “Ya ben onu öldürürsem?” “O zaman o cehennemde olur.” (Müslim, İman, 225)

Kur’ân-ı Kerîm’den ve Sevgili Peygamberimiz’in bu hadislerinden anladığımıza göre meşru savunma hakkı son derece önemli ve vazgeçilmez bir haktır. Allah Rasûlü (sav), her zaman başkalarının dokunulmaz haklarına azami saygıyı gösterdiği gibi kendi haklarının korunması konusunda da titiz davranmış ve bu konuda da ümmetine örnek olmuştur. Örneğin, düşmanlarının tehdit ve saldırılarına boyun eğmediği gibi, gerekli tedbirleri almakta da hiç gecikmemiş, böylece hem kendisini hem de sorumlu olduğu toplumu tehlikelerden uzak tutmaya çalışmıştır. O'nun sünnetinde zillet ve meskenete razı olmak yoktur. Tek başına kalsa da doğru yolda yürümek O'nun karakteridir. 13 yıllık Mekke hayatında, davasından vazgeçmesi adına kendisine yapılan cazip teklifleri hiç düşünmeden reddettiği gibi, en ağır baskı, zulüm ve boykot karşısında da az sayıda arkadaşıyla birlikte sonuna kadar direnmiş, can güvenliği tehlikeye düşüp kendisini koruyamayacağını anladığı bir noktada da Medine’ye hicret edip mücadelesini orada sürdürmüştür.

Kur’ân-ı Kerîm’in açık beyanları ve Allah Rasûlü (sav)’nün her yönüyle bilinen 23 yıllık peygamberlik sürecindeki tutum ve davranışları ortada iken, fitne (sosyal kargaşa) ortamında, saldıranlara mukabele edilmeyip, adeta, kılıçların önüne boyunların uzatılmasını tavsiye eden bazı rivayetlerin, Kur’ân ve sünnetle sağlamasının yapılması zaruridir. Muhtemelen, Hz. Peygamber sonrası ortaya çıkan, siyasal ve sosyal çalkantılar karşısında tarafsız kalmaya çalışanların görüşlerini yansıtan bu tür rivayetleri okuyan müminler, saldırana boyun eğmenin bir peygamber tavsiyesi olduğu yanılgısına düşebilirler. Hâlbuki Cenab-ı Hak, birbiriyle savaşan iki mümin grubun arasını ıslah etmeyi, buna rağmen aşırı gidip haddi aşanlarla Allah’ın emrine uyana kadar savaşmayı (Hucurât, 9) emrederken, zulüm ve haksızlık karşısında müminlerin çekimser ve tarafsız kalamayacaklarını bildirmektedir.

Bu ve benzeri ayetleri ümmetine tebliğ eden ve hayatı boyunca buna uygun tutum ve davranış içinde olan bir Peygamber'in, cana kasteden insanlar karşısında, eli kolu bağlı bir şekilde, bir köşede ölümü beklemeyi tavsiye etmesi kabul edilebilecek bir şey değildir. Sevgili Peygamberimiz’in sünnetini doğru anlamak için, Kur’ân-Sünnet bütünlüğünü dikkate almak bu yüzden çok önemlidir. Onun, Kur’an’ın açılımı ve uygulaması olan sünnetinin, ilahî beyana aykırı unsurlar barındırması düşünülemez. Ayrıca, Allah Rasûlü (sav)’ne nispet edilen sözlerin, O'nun sünneti ile yani uygulaması ve hayat tarzı ile uygunluğu da ayrı bir sıhhat ölçütüdür. Yani bir rivayet, Hz. Peygamber’in tutum, davranış, eylem ve benimsediği hayat tarzının bütününü ifade eden sünnetiyle çelişiyorsa, O'na ait olamaz. Örneğin, namaz kılan kimsenin önünden kadın, eşek ve köpek geçmesi halinde namazının bozulacağına dair Hz. Peygamber’e atfedilen rivayete (İbn Mâce, İkâmetu’ssalât, 38), O'nun sünnetini en iyi bilen Hz. Aişe itiraz etmiş, kendisinin önünde yattığı halde Hz. Peygamber’in ona doğru namaz kılmakta bir sakınca görmediğini söyleyerek, rivayetin uygulamayla çeliştiğine dikkat çekmiştir. Ayrıca, “Bizi eşeklere ve köpeklere mi benzetiyorsunuz?” diyerek, bunu nakledenlere sitemde bulunmuştur. (Buhârî, Salat, 105) Yine, Ramazan’da cünüp olarak sabahlayanın oruç tutamayacağı fetvasını veren Ebu Hüreyre (ra)’ye Hz. Aişe, sünnetin böyle olmadığını söyleyerek itiraz etmiştir. (Müslim, Sıyam, 75-80)

Arkadaşı Hz. Ebû Bekir’le hicret yolculuğunu en ince ayrıntısına göre planlayıp işi şansa bırakmayan ve takipçilerini şaşırtmak için her türlü önlemi alan, Uhud Savaşı’nda can güvenliği tehlikeye düşünce, sarp bir kayalığa tırmanıp kovuğuna sığınan, Medine’de uyuyamadığı bir gece, Sa’d b. Ebî Vakkas (ra)’dan kendisini korumasını isteyen bir peygamberin, dinin korunmasını istediği değerler konusunda lakayt davranması ve bu doğrultuda beyanlarda bulunması, tebliğ ettiği Kur’ân ve onun uygulaması olan sünnetiyle bağdaştırılabilecek bir husus değildir. 

Hz. Peygamber ve arkadaşlarının uygulamasıyla ilk nesilden itibaren İslam toplumunda yerleşik hale gelen sünnet, sıhhatinden şüphe edilen ve az sayıdaki ravilerin naklinden ibaret olan bazı haber-i vahitlerin değerlendirilmesinde bir mihenk taşı olmuştur. Bu ölçütleri bilmeyen ve konuyla ilgili uzmanlığı da olmayan kişilerin, kitaplarda rastladıkları her rivayeti, Allah Rasûlü (sav)’nün ağzından duymuşçasına O'na nispet ederek, yazılı ve görsel medyada iştahla yorumlamaya çalışmaları en azından büyük bir sorumsuzluk örneğidir.

Burada yorumlamaya çalıştığımız hadis, Sevgili Peygamberimiz’in, hayatı boyunca titizlik gösterdiği ve gereklerini her zaman yerine getirdiği; can, mal, din ve aile güvenliğinin önemine; bu uğurda ölenlerin şehitlik mertebesine ulaşacakları müjdesiyle dikkat çektiği mübarek bir sözüdür. Arkadaşı Hz. Ebû Bekir’le hicret yolculuğunu en ince ayrıntısına göre planlayıp işi şansa bırakmayan ve takipçilerini şaşırtmak için her türlü önlemi alan, Uhud Savaşı’nda can güvenliği tehlikeye düşünce, sarp bir kayalığa tırmanıp kovuğuna sığınan, Medine’de uyuyamadığı bir gece, Sa’d b. Ebî Vakkas (ra)’dan kendisini korumasını isteyen bir Peygamber'in, dinin korunmasını istediği değerler konusunda lakayt davranması ve bu doğrultuda beyanlarda bulunması, tebliğ ettiği Kur’ân ve onun uygulaması olan sünnetiyle bağdaştırılabilecek bir husus değildir.