Kendini mi Mahvedeceksin?
Fahr-i Cihan'ın davet aşkı, İslam'ı sevdirip benimsetme arzusu, işte böylesine alev alevdi. Rahmet Güneşi'nin engin gönlü herkesin doğru yolu bulmasını, cennete ulaşmasını, ebedi azaptan kurtulmasını istiyordu. Bunu öylesine istiyor, kendini işine öylesine kaptırıyor, İslam’a karşı tavır almasınlar diye öylesine gayret sarf ediyordu ki, Allah Teâlâ onu:
"Onlar iman etmeyecek diye kendini mi helak edeceksin?" diye uyardı. (Şuara 26/3)
Bu ilahi ihtar ona, ancak ezelde bahtiyar diye yazılanların doğru yolu bulacağını, bahtsızlığı seçenlerin kurtulamayacağını hatırlattı. Eğer herkesin Müslüman olması gerekseydi, gökten indirilecek bir mucize ile bunun kolayca temin edileceğini ve o zaman herkesin ister istemez hidayete ereceğini bildirdi. Demek ki Kâinatın Sahibi bunun böyle olmasını istiyordu. Neden böyle olması gerektiğini de sadece O biliyordu.
Ne var ki, Cenab-ı Hakk'ın sonsuz rahmet ve şefkatinin aynası olan, bu sebeple de kendisine: “Biz seni âlemlere rahmet olarak gönderdik” buyrulan Habibûllah (sav)'ın, herkesi kurtarma aşkıyla içi yanıyordu.
Önce kendi yakınlarını, kendi kavmini kazanmak; sonra da ötelere, daha ötelere giderek bütün insanları kurtarmak istiyordu. İlahi davet karşısında kendi kabilesinin ayak dirediğini görünce onlara kızdığı oluyor ve:
“Kureyş ne sanıyor? Allah’a yemin ederim ki tek başıma da kalsam da bu dini yayacağım veya bu uğurda öleceğim” diyordu.
Fahr-i Cihan bir savaştan dönüyordu. Mescid'de iki rekât namaz kıldıktan sonra sevgili kızı Hz. Fatıma (r.anha)'nın evine uğradı. Her zaman böyle yapardı. Önce kızını görüp kucaklar, sonra hanımlarının yanına giderdi. Hz. Fatıma (r.anha) babasının yüzünü, gözünü öperek ağlamaya başladı.
- Niçin ağlıyorsun yavrum, diye sordu Rasûl-i Kibriya.
Hz. Fatıma (r.anha): “Babacığım, gül rengin solmuş, elbisen eskimiş” deyince Şah-ı Enbiya Efendimiz şunları söyledi:
“Ağlama, Fatıma! Allah Teâlâ senin babana bir görev verdi. İsteseler de istemeseler de yeryüzünde insanın yaşadığı her yere bu din girip yayılacaktır. Benim vazifem de bunu sağlamaktır.”
Rasûl-i Ekrem Efendimiz’i başarıya götüren, Allah’ın yardımıyla birlikte, bütün cihanı kucaklayan bu azmi ve gayretiydi. Buyurduğu aynen gerçekleşti. Güneşin doğup battığı her yere İslamiyet girdi. Her yerde Müslümanlar muzaffer, küfür zelil ve hakir oldu.
Bir Kişi İçin
Hayber'in kuşatıldığı günlerdeydi. Efendimiz ashabına, ertesi gün sancak-ı şerif Allah ve Rasûlü (sav)'nü seven, onlar tarafından da sevilen birine vereceğini ve fethin onun eliyle gerçekleşeceğini söyleyince, Müslümanlar çok heyecanlandılar. Bu bahtiyarın kim olduğunu düşünmekten gözlerine uyku girmedi. Seyyid-i Kâinat Efendimiz ertesi sabah sancağı Hz. Ali (ra)'ye teslim ederken ona İslam davetinin ruhunu şu sözlerle özetledi:
'Ali! Hiç acele etme. Oraya varınca önce onları İslam'a davet et ve Allah'ın buyruklarını kendilerine bildir. Ali! Senin bu davet ve irşadınla tek bir kişinin Müslüman olması, senin için dünya servetine bedeldir.”
Evet, İslam davetinin ruhu, işte bu son cümlede yatmaktadır: Bir insan kazanmak...
Bir Yahudi çocuğu Server-i Kâinat Efendimize hizmet ederdi. Çocukcağız bir gün hastalandı. Efendimiz kalkıp onu ziyarete gitti. Başucuna oturdu ve: “Müslüman ol, yavrum!” dedi.
Çocuk yanında duran babasının gözlerine baktı. Babası: "Muhammed'in arzusunu yerine getir!" deyince çocuk Müslüman oldu. Gönlü herkese şefkatle dolu olan Efendimiz:
“Onu ateşten kurtaran Allah'a hamd olsun” diyerek oradan ayrıldı.
Bu hadisler ve hadiseler bize her Müslüman’ın yeryüzünde Allah’ın halifesi ve Rasûl-i Zîşân’ın mirasçısı olduğunu hatırlatıyor. Her birimiz bir kişi kazanma ümidiyle yola çıkmalıyız. Bizim elimizle hidayete erecek o meçhul şahsın veya şahısların kim olduğunu bilemediğimiz için de ilahi davetin her muhatabına ümitle, sevgiyle, şefkatle yaklaşmalıyız. Tıpkı Efendimizin takip ettiği davet siyasetine uygun olarak, önce kendi yakınlarımızdan, kendi milletimizden, konuşup anlaşabildiğimiz insanlardan başlayarak yürümeliyiz. Ümidimizi asla kaybetmeden.
Bi'r-i Maûne’de şehid olan ashab-ı kiramdan Hakem ibni Keysân'ın Müslüman oluşu ne kadar ibretlidir. Hicretin on yedinci ayında bir Kureyş kervanını ele geçiren Müslümanlar, bu arada Hakem ibni Keysân'ı da esir etmişlerdi. Esiri önce öldürmek istediler. Sonra vazgeçip onu Hz. Peygamber'in huzuruna getirdiler. Efendimiz Hakem’i İslam’a davet etti. Fakat o kabul etmedi. Efendimiz her zaman olduğu gibi ümitliydi. Onu bir daha, bir daha davet etti. Hakem'in oralı olmadığını gören Hz. Ömer dayanamadı:
"Bununla ne diye konuşuyorsun, ya Rasûlallah! Bırak da şunun kellesini uçurayım" diye celallendi. Rahmet Güneşi buna izin vermedi. Sonunda Hakem ibni Keysân Müslüman oldu ve İslam’a güzel hizmetler etti. Hakem’in Bi'r-i Maûne’de şehid düşmesinden sonra Hz. Ömer bu olayı anlatır, onu metheder ve vaktiyle söylediklerine pişman olduğunu ifade ederdi.
Bize yakışan: “Ya ilahi rahmetinden kimseler dur olmasın!” düşüncesiyle herkese hoşça bakmaktır. Kim bilir beğenmediğimiz niceleri, ne mükemmel bir kul olacak, Allah'ın dinine ne güzel hizmetler edecek, bizi de kendisine imrendirip hayran bırakacaktır.
Öyleyse; ömrümüzün geri kalan sayılı günlerini, hep bir insan kazanma heyecanıyla değerlendirelim...