Birincil Kaynaklardan İsra ve Miraç Hadisesi

 
Hz. Muhammed (sav)’in peygamber olmasıyla birlikte putperestlerin Müslümanlar üzerinde kurduğu baskılar, muhtemelen risaletin 6. yılından itibaren Peygamber ailesiyle az sayıdaki Müslümanlara karşı ekonomik ve sosyal bir boykota dönüştü. Üç yıl süren ve büyük acılara sebep olan boykotun ardından Rasûlullah, kısa aralıklarla eşi Hz. Hatice ile amcası ve hamisi Ebû Talib’i kaybetti. Dolayısıyla bu yıla hüzün yılı denildi. Bu acılı olayların ardından Allah Teâlâ, bir bakıma Rasulünü, sabır ve tahammülü dolayısıyla hem teselli etmek hem de ödüllendirmek istedi ve bunun için genellikle mi’rac diye anılan büyük mucizevi olayı gerçekleştirdi.

 

 

İsrâ Suresi'nin 1. ayeti ile Necm Suresi’nin ilk ayetleri mi’râc olayına işaret etmektedir. Aynı konuda hadis mecmualarında da kırk beş kadar sahabe vasıtasıyla bizzat Hz. Peygamber’den bilgiler nakledilmiştir. Ancak özellikle bu hadislerdeki ayrıntılı malumat, değişik yorumlara yol açacak nitelikte olduğu için, mi’racın tarihi ve nasıl cereyan ettiği hakkında farklı bilgiler verilmiştir. Yaygın kabule göre mi’rac, peygamberliğin 12. veya 13. yılında (Muhammed Hamîdullah’a göre 9. yılında; bk.İslam Peygamberi, I. 92) vuku bulmuştur. Konuyla ilgili çok sayıda hadis bulunmakta olup özellikle Buhârî’nin el-Câmiu’s-sahîh’inde (“Salât”, 1; “Bed’ü’l-halk”, 6; “Tevhid”, 37) yer alan hadislere göre bir gece Hz. Peygamber, Kâbe’nin avlusunda (diğer bazı rivayetlerde amcasının kızı Ümmühânî’nin evinde) “uyku ile uyanıklık arasında bir durumdayken” Cebrail yanına geldi, göğsünü açarak kalbini zemzemle yıkadı, sonra Burak denilen bir binek üzerinde onu Kudüs’e götürdü.

Rasûlullah’ı burada önceki bazı peygamberler karşıladılar ve onu kendilerine imam yaparak arkasında topluca namaz kıldılar (Başka bazı rivayetlere göre Hz. Peygamber önce Mekke’den göklere yükseltildi, dönüşte de Kudüs’teki Mescid-i Aksâ’ya götürüldü. Bu bilgiye göre ayette Rasûlullah’ın bu manevi yolculuğa Mekke’den başlayıp semalara yükseldikten sonra Mescid-i Aksâ’ya geldiği, oradan da Mekke’ye döndüğü özetlenmiştir). Daha sonra semaya yükseltilen Rasûlullah, semanın birinci katında Hz. Âdem, ikinci katında Hz. İsa ve Hz. Yahya, üçüncü katında Hz. Yusuf, dördüncü katında Hz. İdris, beşinci katında Hz. Harun, altıncı katında Hz. Musa, yedinci katında ise Hz. İbrahim ile görüştü. Kur’ân’da “sidretü’l-müntehâ” (hudut ağacı) denilen ve görüşe göre (bk. Şevkânî , V, 124) yaratılmışlarca bilinebilen alanın son sınırını işaretlediği kabul edilen hudut noktasının ötesine, Cebrâil’in geçme imkânı olmadığı için Hz. Peygamber Refref denilen bir araçla tek başına yükselmesini sürdürdü. Bu sırada kendisine evrenin sırları, varlığın kaderiyle hükümlerin tespiti için görevlendirilmiş olan meleklerin çalışmaları gösterildi. Nihayet bir yoruma göre (bk. Şevkânî , V, 123) bir beşerin insan olma özelliğini koruyarak Allah’a yaklaşabileceği son noktaya kadar yaklaştı (Necm sûresinde “yay” örneği ile anlatılan yaklaşma, ağırlıklı yoruma göre Cebrail ile Hz. Peygamber arasında olmuştur.; bk. En-Necm 53/8-9).

Miracın uykudayken veya uyanıkken ruhen vuku bulduğunu söyleyenler olmuştur. Doğru olsa bile bu iddia miraç mucizesinin değerini ve önemini azaltmaz. Çünkü genel bir ilke olarak vahiy yollarından birinin de rüya olduğu kabul edilir.
 
Peygamber’in, Rabbine selam ve ihtiramını arz ettiği, Allah’ın da ona selamla hitap ettiği ve inananlara esenliklerin dile getirildiği “Tahiyyat” duasındaki diyalogun mi’rac olayı sırasında gerçekleştiği kabul edilir. Mekândan münezzeh olan Allah Teâlâ ile Kur’ân’ın “âlemlere rahmet” olarak gönderdiğini bildirdiği Hz. Muhammed (sav) arasında, insan idrakinin kavramaktan aciz olduğu bir şekilde gerçekleşen bir buluşma sırasında Rasûlullah’a, içlerinden günahkâr olanlar –eğer affedilmezlerse bir süre cehennemde cezalandırıldıktan sonra bütün ümmetinin cennete kabul buyrulacağı müjdelendi; ayrıca kendisine bir hediye olarak Bakara Suresi’nin “Âmene’r-resûlü…” şeklinde başlayan son iki ayeti verildi; İslam’ın temel ibadetlerinden beş vakit namaz emredildi. Bazı rivayetlere göre mi’racdan dönüş sırasında kendisine cennet ve cehennem ile burada bulunacak insanların durumları gösterildi. Nihayet Hz. Peygamber Mekke’den ayrıldığı noktaya getirildi.

 

 

Söz konusu hadislerin baş kısmında yer alan ve mi’racın Hz. Peygamber “uyku ile uyanıklık arasında” bir durumdayken başladığını, uyandığında kendisini Mescid-i Harâm’da bulduğunu belirten ifadeler dolayısıyla (Buhârî’deki rivayetlerin birinin sonunda [“Tevhîd”, 37; Taberî, XV, 5] “Peygamber uyandı ki Mescid-i Harâm’dadır” denilmektedir) bu olayın bedenle gerçekleşen bir yolculuk mu olduğu, yoksa bunun bir tür rüyada vuku bulunan ruhanî bir durum mu olduğu hususunda erken dönemden itibaren tartışmalar yapılmıştır (mesela bk. Taberî, XV, 5; İbn Kesir, V, 40-41). Biri uykuda diğeri uyanıkken olmak üzere iki mi’racdan bahsedildiği de olmuştur. Müfessirlerin çoğunluğu mi’racı Hz. Peygamber’in hem bedeniyle hem de ruhuyla uyanıkken yaşadığı bir olay olarak kabul etmişlerdir. Miracın uykudayken veya uyanıkken ruhen vuku bulduğunu söyleyenler olmuştur. Doğru olsa bile bu iddia miraç mucizesinin değerini ve önemini azaltmaz. Çünkü genel bir ilke olarak vahiy yollarından birinin de rüya olduğu kabul edilir. Nitekim bu sûrenin 60. ayetinde mi’rac olayı kastedilerek “sana gösterdiğimiz rüya …” şeklinde bir ifade yer almaktadır. Buradaki rüya kelimesinin uyanıkken görme anlamına gelebileceği gibi bundan uykuda görülen rüyanın kastedilmiş olabileceği de belirtilmektedir (mesela bk. Taberî, XV , 110; İbn Âşûr, XV , 146). Ayrıca Hz. İbrâhim de oğlu İsmâil’i kurban etme emrini rüyasında almıştı (Sâffât 37/102).

Ancak, mi’rac Hz. Peygamber’in tamamen mucizevi bir tecrübesi olduğundan onu illâ da aklın kalıpları içinde açıklamanın gerekli olamadığı muhakkaktır. Taberî’ye göre Allah, kulunun ruhunu değil, mutlak bir ifadeyle kulunu geceleyin götürdüğünü ifade buyurduğuna göre “Peygamber sadece ruhuyla mi’raca çıkmıştır” diyerek ayetin anlamını sınırlamaya hakkımız yoktur (XV, 26).

Ayette (İsra, 1) Mescid-i Aksâ’nın çevresinin mübarek kılındığı bildirilmektedir. Çünkü burası İbrahimî geleneğinin merkezi olup burada Hz. İbrahim’den Hz. İsa’ya pek çok Peygamber gelmiş geçmiş; çoğu burada vefat etmiş ve buraya defnedilmiştir.
 
Buhârî’nin naklettiği rivayetlerde Hz. Peygamber’in önce göklere çıkarıldığı, sonra Kudüs’e getirildiği bildirilirken, önce Kudüs’e  getirildiğini ifade eden rivayetler de vardır (bk. Taberî, XV, 3-5). Konumuz olan ayette isrâ anlatılırken açıkca “Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksâ’ya" uğradığı görüşünü teyit etmektedir. Öte yandan Muhammed Hamîdullah, âyette geçen “en uzak mescid” anlamına gelen Mescid-i Aksâ’nın Kudüs’teki mescid olamayacağını, bunun “semavi bir mescid” olması gerektiğini savunan görüşü tercih eder. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm’de Filistin’den “en yakın yer” diye söz edilmektedir (Rûm 30/3). Şu halde “en uzak mescid” (el-Mescidü’l aksâ) Kudüs’te olamamalıdır. Öte yandan Kudüs’te eski mabed (Süleyman mabedi) İslamiyet’ten çok önce ortadan kaldırılmış, şimdiki Mescid-i Aksâ ise henüz yapılmamıştı (age, I, 107-108). Bununla birlikte müfessirlerin tamamına yakını, bunun Kudüs’teki Süleyman Mabedi olduğunda müttefiktirler. Bu görüşe katılan İbn Âşûr, ayette Hz. Muhammed (sav)’in ümmeti tarafından eski mabedin yeniden inşa edileceğine bir işaret bulunduğu kanaatindedir(XV, 8,18). Nitekim Müslümanlar hicrî 66-73 yılları arasında bugünkü Mescid-i Aksâ’yı inşa etmişlerdir.

Ayette Mescid-i Aksâ’nın çevresinin mübarek kılındığı bildirilmektedir. Çünkü burası İbrahimî geleneğinin merkezi olup burada Hz. İbrahim’den Hz. İsa’ya pek çok Peygamber gelmiş geçmiş; çoğu burada vefat etmiş ve buraya defnedilmiştir. Nihayet Peygamber Efendimiz'in mucizevi bir şekilde buraya getirilmesi ve daha sonra bir süre buranın Müslümanlar tarafından kıble kabul edilmesi de Mescid-i Aksâ’nın çevresinin mübarek bir mekân oluşunun başka bir ifadesidir.

Kaynak: Kur’ân Yolu – Türkçe Meal ve Tefsir, Hazırlayanlar: Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadreddin Gümüş, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara, 2003, s. 402-405.