Sevdiğimiz veya önemsediğimiz şeylerden hayal ettiğimiz mukabeleyi göremediğimizde yaşadığımız kırıklığın nasıl da lehimize olduğu hakkındadır bu yazı.
Bu ilk cümleyi biraz açalım. “Sevmekle önemsemek aynı şey değil mi, işte yine özensiz bir yazarın gereksiz tekrarı” diye düşünebilir bazı okurlar. Her şeyin içine sevgi katanlardan değilseniz, ikisi arasındaki farkı net bir şekilde görürsünüz. Sevmek öyle harcıalem yapıştırılacak bir etiket değildir. O yüzden sevdiklerimiz daha özel, önemsediklerimiz daha geneldir. Hatta bazen sevgiyi rastgele savurmak insanın imanına bile zarar verir. Bakmayın siz aşk yolunun sıradışı şathiyelerine, nitekim onlarca ayet Allah’ın sevmediklerinden bahseder. Sevdiğimiz şeylerdeki seçiciliğimiz, karakterimizin ve inancımızın göstergeleridir. Sağlığımızı önemseriz mesela, ama onu sevmeye başladığımızda bugün geldiğimiz noktada hayretle gözlemlediğimiz bir sağlık fetişisti olup çıkarız Allah korusun. Neyse, bu yazının konusu sevgi duygusunu irdelemek olmadığından bu kadarla iktifa ediyoruz.
Gelelim “şeyler” ifadesine. Yazıya başlarken “sevdiğimiz veya önemsediğimiz kişiler” diyecektim, sonra bu duyguların insanlarla sınırlı olmadığını, “şeyleri” de içine alan kuşatıcılıkta olduğunu fark ettim. Gezmeyi severiz mesela; iyi havaları, kırları, güzel kitapları, mimozaları, Boğaz’ı severiz. Önemsediğimiz şeyler de sadece kişilerle sınırlı değildir. Sözün güzel söylenmesini, yemekteki lezzeti, kıyafetimizin ütüsünü, evin derli toplu olmasını önemseriz. Acizane, önemsemekle sevmenin her zaman bir arada olmadığını da düşünüyorum. Patronu önemseriz ama sevmeyebiliriz. Hakikat aşkına güzel sözden, açken lezzetten, kötü bir haber aldığımızda ütüden vazgeçebiliriz.
Şimdi artık cümlenin asıl söyleyeceğine gelebiliriz… Küçük büyük önemsediğimiz veya sevdiğimiz şeyler bize arzuladığımız karşılığı vermediğinde uğradığımız hayal kırıklığı nasıl lehimize olabilir? Bu tamamen bizim boşluk fikrine nasıl baktığımızla ilgilidir. Kalbimizi, vakti saati geldiğinde uzaklaşıp gitmek üzere yaratılmış, gelip geçici şeylere duyduğumuz düşkünlük ve sevgiyle doldurmuşsak, arkalarından bir boşluk içinde kalmamız kaçınılmazdır. Kaçınılmaz olduğuna göre asıl mesele boşlukta kalmak değildir, bu boşluğu nasıl yorumladığımızdır. Ya boşluk hiç açılmasaydı da kalbimiz dünyanın süsü püsü, makamı mevkii, evi barkı ile son vakte kadar dolu kalsaydı ne olurdu halimiz?
Bazıları bu boşluğun içine doğmuşlardır, hayatları boyunca ellerini uzattıkları ellerinde kalmıştır. Hiçbir şey kalplerine nüfuz edecek kadar yaklaşmamıştır onlara. İhtimal ki onlar kalplerin sahibinin kendisine ayırdığı kişilerdir, eğer bilebilirlerse. “Aziz ve Celil olan Allah, sevdiği kulunu dünyadan, sizin hakkında endişe ettiğiniz hastalarınızı onlara dokunacak yiyecek ve içeceklerden koruduğunuz gibi korur.” buyuran Efendimiz, sanki bu kişilerden bahsetmektedir.
Eğer bilmezlerse, bu sefer -Allah korusun- şu ayette anlatıldığı gibi olur halleri: “Derken onlar kendilerine hatırlatılanı unuttuklarında, (önce) üzerlerine her şeyin kapılarını açtık. Sonra kendilerine verilenle sevinip şımardıkları sırada, onları ansızın yakaladık da bir anda tüm ümitlerini kaybedip yıkıldılar.” (Enam, 165)
Sevdiğimiz ve önemsediğimiz şeyler (kişi, mevki, başarı, para, sağlık vs.) bizden alındığında, geride kalan yalnızca karakter ve imanımızı içkin olan ahlakımızdır. Oluşan boşluğu Allah’ın bizi kendisi için ayırdığına yorup Eyüp gibi O’na yönelmek de Fecr suresinde anlatılan nankör ve bencil insanlar gibi O’ndan büsbütün uzaklaşmak da bizim seçimimize kalmıştır. Rabbinin rızasını kazanan neyi kaybetmiştir? Onu kaybeden neyi kazanmıştır?
Sevdiğimiz ve önemsediğimiz şeyler bir bir uzaklaştıkça bizden vazgeçmeyen Rabbimizin, yakınına almak için bizi arındırdığını, kendimizi ziyan etmeyelim diye ilahi bir dokunuşa mazhar olduğunuzu düşünün. Bazıları buna züğürt tesellisi diyebilir. Bakışı dünya ile sınırlı olanlar dine hep böyle bakmışlardır ezelden beri. Şahsen ben önemsediğim şeyler benden alındıkça kendime “kaybeden” gözüyle bakmaktansa, “yaklaşan” gözüyle bakmayı daha mümince buluyorum. Peki, yaklaştığımızın bir alameti var mıdır? Nasıl emin olacağız yaklaştığımızdan? Müjdemi isterim, çok açık bir alameti var yaklaşmanın: İbadetlerin artması ve zorunlu bir görev gibi baştan savılarak değil de sevgi dolu bir buluşma gibi zevk alarak yapılmaya başlanması…