Haziran 2019’da Güney Afrika’ya yaptığımız yolculuk her yönüyle hayatımın unutulmaz günleri arasında yerini aldı. Apartheid rejiminin nasıl sonlandığını, eşitlikçi anayasanın hangi süreçlerden sonra gerçekleştiğini, mücadelenin kahramanlarından dinlemek çok büyük bir tecrübe. Konuşmacıların çoğunun barışın baş mimarlarından biri olarak başpiskopos Desmond Tutu’yu işaret etmesi dikkat çekiciydi. Capetown’da kendisini ziyaret etmek istesek de hastalığı elvermedi.
Tutu 1931’de Güney Afrika’da yemyeşil bir kasaba olan Klerksdorf’ta doğdu. Babası ilkokul müdürü, annesi ise körler okulunda öğretmendi. Küçük yaşta kitaplarla hemhal oldu. ‘Ayrımcılık çok kötü bir şeydir, beyaz çocukların üstün tutulduğunu görünce ülkede bir şeylerin yanlış gittiğini anlamıştık. Fakat hayatı anlamlı kılan şeylerden kendimizi mahrum etmedik, kendi cennetimizi yarattık’ diyor bir konuşmasında. Anayasa tartışmaları yaşanırken kurulan Hakikat Komisyonlarında on yıllarca karanlıkta kalmış olaylar aydınlanıyor, mağdurlar konuşuyor ve failler itiraflarda bulunuyordu. Bu komisyonun başına suçlular ve katiller de dâhil, herkesin adaletine güvenebileceği emin birisinin getirilmesi gerektiğinde, akla gelen ilk kişi Tutu’ydu. Siyasetçilerle içli dışlı değildi, herkese belli bir mesafede durup yalnızca hakkaniyeti gözetiyordu çünkü.
Bu güvenilirlik dini açıdan öne çıkmış herkese ilham verebilir. Bütün dünyanın sulh ve selametinde, İslam dünyasındaki ihtilafların giderilmesinde, çatışmaların çözümünde, mezheplerin yakınlaşmasında din adamlarının etkin bir rolü olabilir. Nasıl ki barış gazeteciliği, barış siyaseti var, barışı önceleyen din adamları da insanlığa büyük katkı verecektir. Herkesin akıl tutulması yaşadığı zamanlarda din adamlarının hür ve müstakil varlığını referans almaya ihtiyaç var. Dini önderlerin elbette politik tarafları, görüşleri olabilir, fakat bütünüyle angaje olmuş bir din adamı kapsayıcılığını yitirdiğinden, saygınlığı da zafiyete uğrar. Din adına ortaya çıkan insanlara sorgusuz sualsiz bağlanmaların yol açtığı kötülüklerin boyutlarını Orta Doğu’da iliklerimize kadar hissetmekteyiz. Peygamberi bile silip geçen konumlarıyla, bağlılarını mezhep çatışmalarına, cinayetlere, kadın düşmanlığına sürükleyen dini önderler İslam dünyasının en büyük meselesi.
İslam’da din adamları diye ayrıcalıklı, halkı horlayarak başöğretmenlik yapan üstün bir sınıf (Rabbaniler) yoktur. Bu kavram Yahudi din adamlarının tanımı haline geldi fakat Kur’ân’daki ayet şu şekilde: “Allahın kendisine kitap, hikmet ve nebilik verdiği bir kimsenin, insanlara, “Allah’ı bırakıp bana kul olun!”demesi mümkün değildir. Aksine o Peygamber onlara şöyle öğüt verir: “Öğrendiğiniz ve derinlemesine incelemekte olduğunuz kitap gereğince, Rabbaniler(Rabbinize halis kullar olunuz).”Al-i İmran, 79
Kur’ânı Kerim Yahudilerin zamanla bu takvayla ilgili vasfı bir makama dönüştürerek insanları kandırdıklarından, kendilerini Allah’la insan arasında aracı tayin ederek dini tahrif ettiklerinden bahseder. Aydın Mülayimov İslamın Din Adamlarına Bakışı adlı makalesinde, Rabbani kelimesini Yahudi din adamlarıyla ilgili değil, ayetlerden de anlaşılacağı gibi; ‘Rablerine kulluk eden’ ve ‘O’nun öğretilerini öğrenen’ insanlar şeklinde açıklamış. Mülayimov, Fahruddin Râzî’den naklediyor: Beni İsrail’in bu Rab edinme işi nasıl oldu diye Ebu’l Aliye’ye sordum. Şöyle cevap verdi: “Allah Teâla’nın kitabında ahbâr ve ruhbanın sözlerine aykırı nice hükümler buluyorlar ama yine de onların sözlerini kabul ediyorlardı. Allah’ın kitabındakini kabul etmiyorlardı.” Kendi din adamlarını “erbab” edinmeleri Hıristiyanlara da sirayet ettiği için, Allah Teâla ehl-i Kitab’a dinlerinin aslına dönmeleri için ortak çağrıda bulunmuştur: “Yahudiler Allah’ı bırakıp Ahbârlarını; Hıristiyanlar da rahiplerini Rabler edindiler...” Bu âyeti duyan Adiy ibni Hatim Rasûlullah’ın yanında itiraza kalkışmış; “Ben de bir Hristiyandım fakat biz ahbâr ve ruhbanlarımızı Rab edinmiyor ve onlara ibadet etmiyorduk” demişti. Bunun üzerine Rasûlullah şöyle buyurdu: ‘Allah’ın haram kıldığını helal, helal kıldığını da haram kıldıklarında onların dediklerini kabul etmiyor musunuz?’’Adiy ibni Hatim “Evet, kabul ediyoruz, çünkü onlar dini konularda yetkili kişilerdir” dedi. Bunun üzerine Rasûlullah: “İşte bu onları Rab edinme değil de nedir?” buyurdu.(1)
Aslında hanif dinlerin tahrif olmamış özünde, değil din adamlarına, peygamberlere bile tanrısal atıflarda bulunmak mümkün değildir. Hz. İsa (a.s.) Yahudi din adamlarını eleştirirken havarilerine şu tavsiyede bulunmaktaydı: “Onlar, insanlar tarafından Rabbi diye çağrılmaktan kıvanç duyarlar. Ama sizler Rabbi diye çağrılmayın. Çünkü Öğretmeniniz (Rabbiniz) tektir, hepiniz de kardeşsiniz.” Râzî, bu hastalığın Müslümanların bir kısmına nasıl bulaştığının örneğini vermekte ve kendi hocasının dilinden şu sözünü nakletmektedir: “Fakihleri taklit eden bir topluluğu gördüm. Bazı konularla ilgili olarak pek çok ayet okudum. Mezhep görüşleri bu ayetlere tersti. Bu ayetleri kabul etmediler ve hiç iltifat göstermediler. Şaşkın vaziyette bana başkaldırdılar.“ Ecdadımız şöyle dediği halde bu ayetlerin zahiriyle nasıl amel edilir?” dediler. Artık bu hastalığın pek çok dünya ehlinin damarlarına sirayet ettiğini görürsün.”
İslam’ın hakikatini taşıyıp aktarabilecek geniş kalpli engin düşünceli Müslümanlara ihtiyacımız var. Elbette İslam Dünyasında sayısız insan var fakat siyasi baskılar, açıktan ya da zımnen belli dar alanlarda düşünce ve fiil üretmeye zorlananlar çok fazla. Öncü kişilerin bu kuşatmaya karşı sabır ve fedakârlıkla dünyevi kayıpları göze alarak mücadele etmeleri gerekir ki İslami ilkelerin dışında hiçbir şeyi öncelememek Peygamber tavrıdır.
Peygamberimiz’in adaletsiz, kavmiyetçi yerleşik yapılarla mücadele ederken yaşadıklarını, içinden geçtiği süreçleri, Medine toplumunun tuğlalarını sabırla üst üste koyuşunu, Mekke’nin fethinde şehre kin ve nefretle değil, yüce bir gönülle girişini hatırlamak gerekir. Çatışmaların çözümüne katkı verebilmek için yaşanan gerçeklikleri göz önünde bulundurmak kadar, insanın aziz özünü de gözden kaçırmamak gerekiyor. Peygamberimiz insanları kendisine değil Kur’ân’a tabi kılmaya çalışıyordu. Ölüm dağıtan değil, var eden ve yaşamdan yana olan bir hayat çizgisi vardı. Ahsen-i takvim üzere yaratılan insana değil, onun kötü fiillerine karşı durdu. Hakkaniyetsiz ayrımcı şiddet dolu toplumsal yapıyı dönüştürmeyi, üstünlük iddialarını çürütmeyi hedefledi. Zamanın güç ve ihtişam sahibi liderlerini elbette öfkelendiriyordu. Onlardan biri de Hz. Ömer idi. Güce ve ırka dayalı yapıyı korumak istediğinden peygamberi öldürmeye azmetmişti. Fakat ne zaman ki kız kardeşinin evine gitti, korkudan sakladıkları Taha suresinin yapraklarını alıp okudu, nefsine ağır gelen fakat kalbine nüfuz eden ayetlerle sarsıldı.
İnsanlar aklederek, kendi mevcut düzenleriyle vaat edilen insani tutumu karşılaştırarak İslam’a giriyorlardı. Tarihçi Thomas Walker Arnold’a göre Peygamberimiz’in Mekke’de sıcak bir karşılama görmesinin sebeplerinden biri şudur: Şehirdeki aklı başında insanlar İslam’ın benimsenmesini toplumun içine düştüğü kargaşalara çare olarak görüyorlardı. Onlara göre bu durum İslam’ın düzenli hayat disipliniyle gerçekleşecekti. Asi ruhlu adaletsiz insanların tutkuları, şahsi kaprisleri, daha üstün olan bir makam tarafından emredilen kanunların disiplini altına alınmış olacaktı.(2)
İnsanlara ancak herkese aynı eşitlikle işleyen, kalplere huzur veren adil ilkelerle gittiğinizde etkili olabilirsiniz. Peygamberimiz’in insan olarak kendinden bir şey vaaz etmemesi de çok önemli. “Onlara de ki: ben peygamberlerin ilki değilim ki size tuhaf gelsin. Sizin başınıza ve benim başıma yarın ne geleceğini bilmem. Ben ancak bana vahyolunana uyuyorum. Ben apaçık bir uyarıcıdan başka bir şey değilim.” 46/9
Böyle bir peygamberin ardından çatışmaları azaltıp ittifak noktalarını çoğaltmak için emek vermesi gereken din adamları, tersine kendi taassuplarını yaymakla, çocukları, silahsız masumları, kadınları, yaşlıları, ağaçları yutan, yok eden bağnaz cehennemlere yakıt sağlamakla meşgul. Sudan’ın kıymetli düşünür ve devlet adamı Hasan Turabi, “sorgulamadan uzak taklit ve donukluk, mezheplere bağlılıkta da donukluğa yol açtı” diyordu. “Sonunda mezhep taassubu Müslüman bireyin özgürlüğünün sınırlandırılmasına, Müslüman bireyin sorumluluğunun üzerinin mezheple örtülmesine kadar vardı. Kendi mezhebinin kabullerinin dışında kalan şer’i usuller görmezden gelindi, başka mezheplere mensup Müslümanlara olumsuz gözle bakıldı” yazmıştı. (3)
1990’larda düşünür ümit varmış gerçekten. “Müslümanlar kendilerini fıkhi ve değişik amaçlı bölen realiteyi aşmak zorundadır. İletişim araçlarının ve teknolojinin yoğunluğu her yerdeki insanın kaynaşmasını iletişimini sağladı, tarihsel birikimin tüm mezhepleriyle kuşatılmasına yönelik bilinç, gittikçe gelişiyor, şeriatın temel ilkeleri ışığında ve çağın gereksinimleri göz önünde bulundurularak ortak bir tavır belirlenmek üzeredir.”derken gelecekte olacakları öngörmek ne kadar zordu. Fakat bizler çocuklarımızla birlikte akıl almaz mezhep çatışmalarına şahit oluyoruz. Müminlerin ateş altındaki çocuklarına yardım götürürken bile önce mezhebini sorar olduk. Irak Pakistan Yemen Suriye ve daha nice ülkede her farklılık her ayrıntı zenginlik olarak görülmek yerine çatışma sebebi.
Bu kötülüğün son bulması için din adamlarının, kanaat önderlerinin etkin rol alması lazım. Dost düşman her din ve meşrepten insanın itibar edip saygı duyacağı, sözüne özüne insaniyetine hakkaniyetine itibar edilir, insaf ve merhameti ön planda olan, dünyaya her dilden ulaşabilecek kişilerle yol alabiliriz. Peygamberimizin yatıştıran, uzlaştıran, barıştıran, bağışlayan, yaşatan ruhuna dönmekten başka yol yok. Bunun için kimsenin bizi ataması, rol dağıtması, ücret ödemesi gerekmiyor. Her Müslüman çatışmaların sonlanmasında katkısı olacak şekilde kendini görevlendirmek zorunda.
1-Aydın Mülayimov, İslamın Din Adamlarına Bakışı, Bingöl Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2015, sayı 6
2-İslamın Tebliğ Tarihi, Thomas Walker Arnold, İnkılap yayınları, 2007, İst, s.37
3-Özeleştiri ve Yenilenme Sorumluluğu, Hasan Turabi, Ekin yay., ist, 1998