Göçlerle, başkaldıran sınırlarla, kökene yolculuklarla altüst olan bir dünyada Müslümanlar ister istemez farklı dinlere mensup, değişik hayat telakkilerine ve hayat tarzı alışkanlıklarına sahip insanlarla bir arada yaşamanın icapları konusunda ayrıntılı olarak yeni baştan düşünmeye mecbur kalıyorlar. Evrensel, bütüncül iddialara sahip dinin talep ve icaplarını geri çekmek anlamına mı geliyor acaba bir arada yaşamanın incelikleri üzerine düşünürken, farklı dünya görüşü ve hayat telakkilerine sahip insanlarla kimi düzlemlerde ister istemez eşitlenmek? Söz konusu olan her türlü aidiyetin kamusal alanda görünme ve seslenme hakkı talep ettiği bir dönemdir. Kimse bir diğerinin geçirdiği kanlı, acıklı tecrübeden ders almayı gerektiği kadar önemsemiyor ve birey olma yoluna düşen kişi aynı zamanda yapabildiğince dibine kadar eşelemek istiyor kökenini. İslam’ı ikincilleştiren ya da paranteze aldıran güncel kaygı, farklı aidiyet ya da varlık düzlemlerini din seviyesine yükseltiyor.
İslam’ın paranteze alınmasının ta karşısında “insan”ı paranteze alarak İslami idealleri gerçekleştireceğini uman bir zihniyet de mevcut değil midir?
“İslam’ı herhangi bir dinin komşuluğunu kabul etmeyen bir din zanneden ve Müslümanları, dünyada sadece kendileri kalmadıkça rahatlamayan bir topluluk zanneden kişi, yanılmaktadır” diye yazıyor Muhammed Gazali. Bu cümle güncel bir arada yaşama tartışmaları açısından çok değerli. Medine Vesikası, gettolaşmış bir toplum yapısının perspektifinden seslenmiyor bize, ötekine hayat tarzı pratikleriyle sürekli açık mektuplar göndermeyi öne alıyor. Kaldı ki, İslam’ın yüksek değerlerinin ve şifa bahşeden güzelliklerinin buna muhtaç insanlara ulaşması için “dayanıklı” bir şeffaflığın tesisi için çaba göstermek, aynı zamanda bir sorumluluk… Yüksek duvarların arkasında gerçekleşen site yapılanmalarıyla kendi varlıklarını koruma altına alan Müslümanların bu tür steril bir hayat tarzı içinde güçlenecek yerde zaafa düşmeleri hiç şaşırtıcı olmaz. Mağara ehli yaşantısı bir sonuç değil, sonuca götüren yolda bir güçlenme çabası durağı değil midir? Kaldı ki Medine Vesikası’ndaki bildirinin mesajı çok açık: “Aralarında iyiliği tavsiye, samimiyet, suç birliği için değil, iyilik için anlaşma…” Mazlum ise kökenine bakılmadan yardımına koşulacak kişi.
Bana kalırsa bu bağlamda uç tecrübeyi İran üzerinden irdelemek daha anlamlı olabilir. Çünkü Türkiye’de benzeri esaslı tartışmalarda çoğu kez ya önemli ayrımları veya problemleri çözmeden paranteze alıp yolumuza devam ediyoruz ya da teorik darbelerle şoka uğrayarak bir şeyleri içselleştirdiğimizden, teorik çabalara artık gerek kalmamış gibi bir hafiflikle yola devam ediyoruz. Oysa donanımlı çıkmamış oluyoruz yola. Kazalar belalar karşısında hazırlıksızlığımızı bu kez modernizmin şeytani tuzaklarına yorarak içimizi rahatlatıyoruz.
Geçmiş yüzyıllara, hanedanlara özgü saltanat haklarını gözeten devlet anlayışıyla günümüz toplumsallığını kavrayamayacağımızı da bize pozitivist mühendisliğin insanın yüreğini, iman yeteneğini hafife alan çarkları öğretmedi mi? 19. Yüzyılda gayrimüslimler biz Müslümanlardan farklı renkleri olan giysilerle dolaşmayı olağan sayıyorlardı herhalde. Ancak mesela günümüz İran’ında sokakta bir Müslüman kadınla Ermeni kadını birbirinden ayırmakta zorlanabilirsiniz. İranlı entelektüeller arasında son yirmi yılın en hararetli tartışma başlıklarından biri olarak gündemde kaldı, “birinci sınıf- ikinci sınıf vatandaş ayrımı”…
Medine Vesikası ve Veda Hutbesi’nin bize sunduğu gelişmiş toplumsal tasarım bağlamında, insanları fesada kışkırtan, dolayısıyla kardeşlik bağını zedelemeye açık tahripkâr örgütlenme veya ifadeleri dışarıda bırakacak şekilde elbet; fikir ve beyan özgürlüğünü güçlendirmeye dönük öneri, tedbir ve tavsiyeler bana çok açık görünüyor. “…Beni Avf Yahudileri müminlerle birlikte Yahudilerin dini kendilerine, Müslümanların da dini kendilerine olmak üzere- bir millettirler.”
İyiliği tavsiye, samimi olmak, suç işlemek, suça zemin hazırlamak üzere değil de iyilik için anlaşmak… Bunlar, yüksek site duvarlarının –garnizonların- gerisinde kendini kaybederken nasıl mümkün olabilir? Bu soruyu Türkiye gibi İslami toplumsallığın başat sayıldığı bir ülke kadar, bir Avrupa ülkesi ya da ABD eyaleti için de cevaplandırabilmemiz gerekiyor. Müslüman’ın, yoldan geçenin derdine deva olacak cevabı verebileceği aktif, görünür bir katılımı olmalı toplumuna.
New York’ta bir söyleşi gerçekleştirdiğim İkra mescidinin imamı Halil Abdül-Raşid, “Dil öğrenmek istemiyor, iletişim kurmak, topluma katkı sunmak istemiyor. Öyleyse niye geldin New York’a? 11 Eylül vakasından sonra bu topluma katkıda bulunmanız gerekir Müslüman olarak daha iyi anlaşılmak için, daha önce bu belki gerekmezdi, ama şimdi şartlar değişti. Hatta cami içinde yaşadığımız şeyler, ibadetlerimiz, aile ilişkileriniz dışarısı için bir gösterge. Bir kanıtlama çabası değil demek istediğim, amacımız toplumun hidayetine katkıda bulunmak” diyerek eleştiri getirmişti, kendini yaşadığı toplumdan soyutlayarak bir gettoya kapatma eğilimi içinde bulunan Müslüman cemaatlere.
İran devriminden sonra eser vermeye devam eden önemli düşünürlerden biri olanMuhammed Müctehid Şebusteri’nin ilgi alanı da tamamen bu konular. İran’da resmi ve biricik bir belirleyicilik kazanan dini söylemin insan hakların alanındaki uygulamalarını irdelerken Şebusteri, “dinin yorumlanmasına evet, ama hegemonyasına hayır” şeklinde bir tespite ulaşıyor. Bu tespitle söylenmek istenen, her şeyden önce Müslümanların Allah’a giden yolları öteki insanlara kapatacak bir dindarlık konusunda alabildiğine hassas olma sorumluluğuna dikkat çekmek. Yorumsamacı olarak değerlendirilirken, görececiliğe eleştiriler getiren Şebusteri, “Adını ne koyarsanız koyun düşmanlık ve şiddet doğuran hiçbir söz Allah kelamı olamaz” derken, Kur’an’ın ve İslam’ın insanlığın kardeşlik bağları yönündeki imkânları kavramada Müslümanları yeniden düşünmeye ve daha faal olmaya çağırıyor.
Bir şeyler aksıyor da olsa metinlerinde, âlimin üretmekten geri durmaya hakkı olabilir mi? Allah’ın emirlerinin bireyler ve kurumlarca modern devlete özgü bir üslupla değil, Rahman’ın insana seslenişindeki anlama açılan kanallarla iletilmesi için neler yapılabileceği, Şebusteri’nin “Resmi Dini Söylemin Eleştirisi” isimli kitabının temel kaygısı. Söz konusu olan emir ve yasaklarsa, kaygı daha da güçlenecektir. Âlim bu emir ve yasaklar sistemini bir müzik aletinin anlam katan ve rahatlatan sesindeki uyuma benzetiyor. Şöyle: “Eğer bu ilahi emir ve yasaklar şiddet içeren yöntemlerle tebliğ edilir veya bir grubun çıkarlarını sağlamanın aracı haline getirilirse, ya da devletin emir ve yasakları bir grubun çıkarlarıyla özdeşleştirilirse; mutlak emir ve en yüksek amaç olmasının gereği olan cezbedicilik, huzur vericilik, değiştiricilik ve hayata anlam bahşedicilik gibi özellikleri kaybolur gider.” (Resmi Dini Söylemin Eleştirisi, sf. 187, Tercüme: Abuzer Dişkaya, Mana Yayınları, 2011)
Bin dört yüz otuz iki sene önce Medine’de Müslümanların muzaffer olduğu bir toplumda gerçekleşen barışa dönük ve farklı dinlerden, inançlardan grupları saygıyla gözeten uygulamayı günümüz dünyasında yeniden okumayı başarma gibi bir sorumluluğumuz var, ama bu nasıl gerçekleşecek?
Elbet Şebusteri’nin insan haklarına dönük vurgularının kazandığı merkeziyetin doğası, yazdığı zaman ve zeminden ayrı düşünülemez. Baskın insan hakları söylemlerinin etkili olduğu sahada İslam’ı anlatmak için bazen İslami değerleri paranteze alma yolunu tutuyor Müslümanlar. Bu konudaki zaaf ise kimi Müslüman fikir ehlini temel değerlerin korunması adına “insansız bir İslam” ya da “ötekinin eşikten geçmesine izin vermeye niyeti olmayan bir İslam” tahayyülünü mutlaklaştıran bir üsluba sevk ediyor.