-Baharında eylülü yaşayan kuşcağız! Kalbini hüzünle dağladın mı hiç?
Hüzün ki su ve ateştir ılgım salgım; gülünü de gülistanını da, ırmağı ve lalesini de ateş ve suya döndürür hayatın... Hani ateşe değince bir su, bakılır ya niceliğine ırmak mıdır, ya yağmur mu. Yağmurlu havanın yangını büyük olur ya hani; hani serpintiler ateşi besler ya!?.. Bardak bardak boşalıyorsa bir su, söner de alevler; yağmur yağmur serpilince çoğalır ya hani!..
Hüzün ki kalpte başlayan bir yanıştır, elbet onu söndürmek için gayrete gelir göz pınarları yağmur yağmur... Ve yazık ki ırmak olamadıkça, yalnızca içindeki yangını çoğaltır bir kuşcağızın. Minicik kalbi yandıkça ağlayan bir kuş, gerçekte kentler tutuşturacak yangınlar çoğaltmaktadır turfa yüreğinde, ve yazık ki başkaları gafildir alevlerden... Bir döngüdür bu yüzden su ve ateş, hüzün potasında insanı yandırıp yundurmak için; ve belki başına baht, ayağına taht kondurmak için.
–Rüyalarına siyah hüzünler düşen kuşcağız! Damlada denizce çağladın mı hiç?
Deniz ki ateşlere sürgün sancılarda eflatun düşünceler çoğaltır. Kelimeleri tutsak olmuş zamanları can evine dalga dalga sürükler kasıtla. Bir süvarinin terkisinde uyuyan sağır uğultuları getirir ufuklardan, ve bir geminin pruvasında karanlığın kurşun ağırlığı duyulur. Sonsuz hürriyete benzer uzayan bir şey vardır uzaklarda, hep uzaklarda... Alabildiğine maviliklerde uçuşur bulutsu sevinçler pupa yelken, ve çoban ateşlerine koşan gecelerde derbeder ömürler bölünür orta yerinden kâbus kâbus... Umut salıncaklarındaki huzurlu uykular, öldürülecek heyecanların tenhalarında eylül şiirlerine döner de baygın ormanların ve ölü sahillerin öte yakasında sıtmalı arzular vurur udun tellerine; kafessiz bülbüller düşer bir bir yere...
–Yüreğinde melal büyüten kuşcağız! Okul önlerinde gizli gizli ağladın mı hiç?
Gözyaşı ki bir tesellidir yavaş yavaş ayağa kalkan ve sürgünlerin yurda son dönüşlerindeki özlemdir. Yağmayan yağmurların altında, yalınayak, antik güzelliklere tutkun papatya tarlalarını seher yürüyüşleriyle geçerek beyaz saatler yaşamaktır gözyaşı. Parıltısını yeni bulmuş gözlerinde bir kuşcağızın, çeşmibülbül tutsaklıklarıyla yıkık bendlerinden taşra akan hayallerdir, eski resimlerde yıllanmış hatıralardır, seruma koşan hastalar gibi. Aylara ve yıllara değmez karınca yollarında yağı biten kandiller aydınlatıyor şimdi hazin çehrelerini güvercinlerin, ve domdom kurşunuyla vurulup düşmekteler yere. Damla damla arınmadır bu, kirli sulardan ve basamak basamak yükseliştir heyûlâ kaygulardan...
– Kanadı orta yerinden kırılan kuşcağız! Umudunu bir âh’a bağladın mı hiç?
Âh ki Rabb’ın en kısa adıdır, tutulmuş yollarda kararıp yitirilen rüyaları uygarlığın kaçamak suskunluklarının yüzüne çarpıverir, ve son kapıda selvalar ve sisler, mahşer çıvgını ruhlarımıza adalet dağıtır. Rakkaslarına söz geçiremeyen saatler, yüreklerin hüzünle en tanıştığı anda durur ve yoğun ihanet lifli ince yapraklarda, çizgi çizgi çile okunan yüzler belirir, dolunay olur... Varsın gündüzler ışığından utansın artık, kederler buz kessin yangınlarında ve dillerimizdeki sefil ilençleri güden dişlek çobanların geçtiği kapılar kapansın bir bir.
Hüzne ne hacet kuşcağız; zeytine and içerek ve kevserlere not düşerek bir tayy–i mekana dönecekse ıyşımız, işretimiz... Âh ile adreslerimiz ırmaklar olmuşsa elbette öğreneceğiz yüzmeyi, değil mi?!..