Kayıtlara geçmiş ve neredeyse üzerinde ittifak oluşmuş tanıma göre din: "Allah'ın insanlara peygamberleri aracılığı ile gönderdiği, akıl sahiplerini kendi istekleri ile dünyada ve ahirette huzura ve mutluluğa ulaştıran ilahi kanundur."
Şimdi bu tanımın unsurlarına birer birer bakalım:
1- Din dediğin şey, öncelikle Allah tarafından gönderilmiş olmalıdır. İnsanların uydurdukları sistemler Allah katında geçerli bir "din" olmazlar.
2- Allah bir din göndereceği zaman bunu mutlaka bir peygamber aracılığı ile yapmıştır. Peygamberler dinden Allah'ın muradının ne olduğunu açıklamaya ve bu muradın hayatlarımıza nasıl aktarılacağını göstermeye memurdur. Bunu onlar gibi veya onlar yerine kimse yapamaz.
3- Din akıl sahiplerine hitap eder. Akıl, vahiy ile muhatap olmamızın sebebidir. Her nimet gibi o da büyük bir sorumluluk yükleyen muazzam bir lütuftur.
4- Bir dindarlıktan söz edilecekse bu tamamen kişinin kendi seçimi olmalıdır. Hür irade ile seçilmemiş, dayatılmış bir din kişiyi mümin değil, münafık yapar. Ana-babalar elbette evlatlarını kendi dinlerine göre yetiştirirler. Yetişkin olduktan sonra -varsa eğer- dinle ilgili sorunlarını aşarak inancını kendine mal etmek her bireyin kişisel sorumluluğudur.
5- Dinin amacı insanları iki cihan mutluluğuna ulaştırmaktır.
İşte bu son madde çağımız Müslümanına biraz sorunlu gözüküyor. Buradan anlamamız gereken dindar insanın bu dünyada da -bugün anladığımız manada- mutlu olacağı mıdır? Eğer öyleyse dindarlar genel olarak mutlu mudur? Kendilerini "mutlu" olarak tanımlarlar mı? Çevrenizde gözlerinin içi huzurla gülümseyen, dilinde hep şükür olan, hayata ümitle bakan, sohbet ettikçe içinizin açılacağı kaç kişi var? İnsanlar, Müslümanlığı kendilerine huzur veren bir sistem olarak görüyorlar mı? Bu konuyu düşünüyorlar mı?
Din kendi emir ve tavsiyelerine kulak asmayan; kanaati, şükrü, tevazuyu, rızayı bir kişilik özelliği olacak kadar içselleştiremeyen tabela Müslümanına nasıl huzur versin? Bazıları dinin öngördüğü ahlak ve karakteri edinmeye çalışmak yerine falan durumda filan duayı okumanın huzur vermesini beklerler. Onunla konuştuğunuzda, mesela bir yerde dışlanmışsa bunu kendi burnunun büyüklüğüne, soğukluğuna, kabalığına veya görgüsüzlüğüne değil; ya başörtülü oluşuna ya da namaz kılışına bağlar; kusuru kendinde değil, dininde arar. İmanı, ibadeti, tebliği, cihadı layık görüldüğümüz bir seviye olarak değil de ortamlarda bizi zor durumda bırakan kamburlar olarak görenleri din nasıl mutlu etsin?
Kendini ıslah edip tekamüle ulaşmak için dinin rehberliğinden yararlanacağına, yetersizliklerinden doğan hayat sıkıntılarını bile dine fatura eden, kendini temize çıkarmak için dinini suçlayan, mutsuzluğunun sebeplerini ararken aklına ilk önce dini gelen insanı din mutlu eder mi? Eğer bu bakış açısı doğru olsaydı Peygamberimiz’in da Mekke'de ne güzel işleri yolundayken, huzurlu bir yuvası varken, sonrasında bütün yaşadığı sıkıntıları O’nun başına dini açmış olmaz mıydı?
Mutluluğumuzu insanların onayı ve sevgisi, maddi refah ve lüks, hatta sağlık gibi değişken ve çoğu kez kontrolü bizim elimizde olmayan dış şartlara bağlamak peşin peşin mutsuz olmak demektir. Bunun yerine sadece dışımızı değil, iç dünyamızı da zenginleştirerek nefsimizi arıtmak ve metafizik uyumdan doğan huzura ulaşmaya çalışmak, şartlarımız ne olursa olsun kimsenin engelleyemeyeceği bir mutluluk imkanıdır ve bu yol bütün peygamberlerin yoludur.