Dinî Düşünce Tarihimiz Açısından Hamidullah'ın Eserlerinin Türkçe'ye/Türkiye'ye İntikali ve Tesirler

Muhammed Hamidullah merhumun Türkiye'ye, Türkiye'deki ilmî ve tarihî birikime, potansiyele ve Türk talebelerine hususi bir ihtimam ve dikkat gösterdiği çok az sayıdaki insan tarafından bilinir. Son yıllarını Türkiye'de geçirmek hususunda yarım bir arzusunun olduğunu da bazı hocalardan duymuştum. Fakat Paris'te tahsil gören Müslüman talebelere karşı kendini sorumlu hissettiği için 60'lı, 70'li yıllarda Zeki Velidi Togan'ın ve Fahir İz'in Türkiye'ye gelip yerleşmesi tekliflerini de, daha sonraki senelerde talebelerinden gelen teklifleri de bunun için kabul etmemişti.1 Fakat Türkiye'ye olan yakın ilgisi erken bir tarihten, 1932'den itibaren hep devam etti. Kendi ifadelerine kulak verelim:

"Pek aziz saydığım Türkiye'ye ve Türk milletine karşı pek az kimse tarafından bilinen özel bir hissiyatım vardır. İlk defa Türkiye'ye 1932 yılında geldim. Mekke, Medine, Beyrut, Şam ve Kahire kütüphanelerinde çalışmalarımı tamamlamamı müteakip Almanya'nın Bonn şehrine ve oradan da Sorbonne Üniversitesi'ne (Paris) gitmek maksadıyla yol üzerinde İstanbul'a uğramıştım. Daha önce Medine-i Münevvere'de iken içinde çalıştığım Şeyhülİslam Arif Hikmet Bey Kütüphanesi, Türklerin kitaba karşı duydukları büyük tutku ve zevk hakkında bende büyük bir tesir husûle getirmiştir, İstanbul ise sahip olduğu kütüphane zenginlikleri ve ilmî muhitlerde tanıyabildiğim faziletli alimlerinin yüksek seviyeleri ile gönlümü son derece heyecanlandırmıştır. Burada tanıdığım kimseler arasında üstad Şerafettin Yaltkaya, İsmail Saib Sencer, Profesör Helmut Ritter, Osman Rescher ve diğerleri de bulunmaktaydı. (...) Bu kardeş ülke benim ikinci ilim yurdum olmuştu. (...) Türkiye'de girişilen bu [kitap ve makalelerimin tercüme] çalışmalar[ı], sonuç olarak öyle bir semere verdi ki böylece dünyada hiçbir dilde, benim kitap ve makalelerim Türkçe'de olduğu sayıda yayınlanmamış oldu. (...)

Şurası da var ki 1959 yılında bu kitabı Le Prophe'te de l'Islam - Sa Vie et son Euvre [Türkçe'de İslam Peygamberi] adı altında Paris'te yayınladığımda, unvanımı 'İstanbul Üniversitesi'nde profesör' şeklinde bir açıklama ile vermiştim. İçinde yaşadığım ve iki cilt halinde bu eseri yayınladığım ülke olan Fransa'dan hiç bahsetmemiştim. Bunun sebebi, İstanbul'da gerçekleştirdiğim akademik çalışmalarım sırasında bu çalışmamla ilgili bütün belge ve kaynakları Türkiye'den sağlamış olmamdı." (vurgular bizim).2

Bu satırlardan yola çıkarak Hamidullah'ın, "ikinci ilim yurdum" dediği Türkiye'ye olan hususi ilgisinin kaynağında iki tayin edici sebebin bulunduğunu söyleyebiliriz: 1. Kendi çalışmaları açısından çok ehemmiyet atfettiği İslami yazmalar açısından burasının İslam dünyasında istisnai bir yer oluşu ve Türklerin kitaba karşı olan tutku derecesindeki muhabbetleri, kitap zevkleri; 2. İstanbul'da tanışıp istifade ettiği mütebahhir alimler.

Yazdıkları ve Türk talebelerine söylediklerinden yola çıkarak kendilerinin tasrih ettikleri bu iki hususun yeterli açıklayıcılıkta olmadığını söylemek zannederim yanlış olmaz. Daireyi tamamlamak  için Hamidullah Hoca'nın açıkça söylemediği fakat bizce ilave edilmesi gereken önemli bir husus daha var: Hindistan'da, dinî bilgileri ve temayülleri kuvvetli bir ailede ve ilim çevresinde yetişen bir insan olarak hissiyat düzeyinde Türklere, Osmanlı Devleti'ne ve hususen hilafet merkezi olarak İstanbul'a yakınlık duygusunun en geç tahsil çağında teşekkül etmiş olduğunu kabul etmek gerekecektir. Yeni yapılan araştırmalarla daha iyi biliyoruz ki XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren siyaset, matbuat ve ilim çevrelerinde hatta Müslüman halk nezdinde, giderek daha fazla güçlenen Hindistan - İstanbul münasebetleri, peşi sıra Cumhuriyetin kuruluş yıllarına kadar varlığını etkin bir şekilde sürdüren Hint Hilafet Hareketi, yıllardır İngiliz işgali ve sömürgeciliği altında bulunan o bölgede çok etkili ve kuşatıcı olmuştur, Hamidullah'ın bu hissiyatın dışında yetiştiğine ihtimal vermek çok zor olsa gerektir. Medine'deki Şeyhülislam Arif Hikmet Bey Kütüphanesi'nde başlayan ve 1932 yılında vuku bulan İstanbul ziyaretiyle gerçekleşen şey, -siyasî şartlar çok değişmiş olmasına rağmen- önceden var olan "hissiyat"ın, birçok bakımdan "bilgi" ve ümit kaynağı düzeyine intikal etmiş olmasıdır.

Hamidullah Hoca, ilmî araştırmaları için gittiği İslam ülkelerinde sadece kütüphanede çalışan bir araştırmacı olarak kalmamış, aynı  zamanda o ülkedeki siyasî, dinî ve sosyal gelişmeler ve değişmelerin iyi bir müşahidi olmuş, bir adım ötede ilmî-fikri sahalardaki müsbet gelişmelere şu veya bu ölçüde katkıda bulunmak isteyen bir "muharrik" unsur, bir davetçi, bir teşvikçi olmak istemiş, bunları da vazife bilmiştir. 1932'den itibaren daha yakından müşahede ettiği Türkiye, onun için gerek tarihî birikimi, mevcut imkanları ve eğitim-öğretim seviyesi gerekse insan unsuru ve gelecekle ilgili açık veya zımnî iddia ve beklentileri itibariyle ümit vadeden önemli bir yer olacaktır.

Kendi ifadelerinden de anlıyoruz ki 1952 yılından itibaren başlayan ve çeyrek asır devam eden konferans ve derslerinin Türk ilim ve fikir adamlarının, genç öğrencilerin, hatta sıradan insanların büyük ilgisine mazhar olması, makale ve kitaplarının kendine sadık talebeleri tarafından peş peşe Türkçe'ye tercüme edilmesi, buradaki konferans ve derslerinin nerede ise eşzamanlı olarak kitaplaştırılması... Hoca'nın Türkiye ile ilgili müşahede ve tesbitlerini tahkim etmiş ve onu bu topraklara daha fazla bağlamış gözükmektedir. Onun beyanlarıyla söylersek;

"İstanbul Üniversitesi'nin bir sözleşmeli 'misafir öğretim üyesi' sıfatıyla gerçekleştirdiğim bu öğretim faaliyetlerim ve ilmî araştırmalarım, sadece bir yarı yıllık devreler halinde Türkiye'de tam 25. sene kesintisiz sürdü gitti! Bazı yıllar aynı yarı yıl içinde Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nde de ayrı dersler verdim.3 Daha sonraları bu şekil derslerimi Erzurum Atatürk Üniversitesi İslami İlimler Fakültesi'nde de sürdürdüm. Bu yıllar boyu süren Türkiye'deki çalışmalarım ömrümün en verimli ve zevkli geçen kısımlarıdır. İstanbul Üniversitesi'ndeki çalışmalarım dışında kalan zamanlarımı kütüphanelerde geçirdim. Özel defterime kaydettiğim değeri çok yüksek ilmî malumattan ayrı, İslam kültür mirası içinde pek mühim yer tutan birçok el yazması eseri de keşfetmek şerefine nail oldum. (...)

Edebiyat Fakültesi İslam Araştırmaları Enstitüsü'nde umumiyetle haftada üç saat tutarında ve ele alınan konunun çeşidine göre değişmek üzere bazen İngilizce, bazen Fransızca ve umumiyetle de Arapça verdiğim ve öğrencilere anında tercüme yapılan bu derslerim açık dersler mahiyetinde olduğundan çeşitli fakülte ve yüksekokul öğrencileri ile halktan bazı kimseler tarafından da 'dinleyici öğrenci' sıfatıyla takip edilmekteydi. Başlangıçta (1952) küçük seminer salonlarında yapılan bu derslerim, müteakip yıllarda o derece alaka ile karşılandı ki izdiham halinde toplanan öğrencilerin rahat ders dinlemelerini sağlamak maksadıyla Edebiyat Fakültesi'nin büyük amfilerine taşındı; buralar da doldu taştı ve hatta hatırladığıma göre buralara hoparlör tertibatı dahi kondu! Uzun seneler boyu sayıları binleri bulan bu öğrencilerim arasından, Türkiye'de bakanlık veya yüksek seviyede devlet memurluğu yapanlar bile çıktı.4

Hamidullah Hoca'nın Edebiyat Fakültesi'ndeki (dolayısıyla Türkiye'deki) derslerinin zeminini ve imkanını ısrarlı takip ve ikna teşebbüsleriyle hazırlayan kişi Zeki Velidi Togan'dır (öl. 26.6.1970). Onun, gerek yetişme tarzı (medreseli ve Nakşî bir ailede yetişmiştir) gerekse çalışma ve ilgi alanları, nihayet siyasî-ilmî iddiaları itibariyle Türkiye'deki tarih, edebiyat ve diğer sosyal ilimlerin o günkü eğitim-öğretim metoduna, araçlarına, muhtevasına ve seviyesine razı olması imkansızdı. Türkiye'de 1924'ten beri medrese, 1933'ten beri de ilahiyat eğitimi tamamen ortadan kalkmıştı. Tarih ve edebiyat sahası kısmen istisna edilirse Arapça, Farsça ve Osmanlıca dersleri sosyal ve dil ilimlerinin lisans ve lisansüstü eğitiminde hemen hiçbir yere sahip değildi. Zeki Velidi bütün bu sebepler muvacehesinde gittikçe nüfuzunu genişleten ve İslam ve Türk tarihinin, kültürünün bütün sahalarına el uzatan şarkiyat çalışmalarının Türkiye'de yetersiz bir şekilde takip edildiğini görüyor, bunu Türkiye ve Türk üniversiteleri, ilim politikaları için ciddi bir zaaf, belki bir tehdit olarak algılıyordu.

Zeki Velidi daha sonraki yıllarda, 17 Mayıs 1950 tarihinde İstanbul Hukuk Fakültesi'nde verdiği bir konferansta, hem Müslüman milletleri hem de milli temayülleri hesaba katarak Türkiye'de İslami ilimlerin üst düzeyde tahsiliyle alakalı tarihî ve felsefi mecburiyetleri dile getirecektir. Ona göre İslamiyet'le Türkler arasındaki ilişki varoluşsal bir ilişkidir ve bu ilişki ancak oryantalistlerin inşa ettikleri metodları ve yaptıkları çalışmaları da hesaba katarak İslami ilimlerin üniversite düzeyinde tahsiliyle idrak edilip sürdürülebilir:

"(...) Türkiye'de bu tetkikatın Garp ilim yolundan planlı bir şekilde ve hızla ilerletilmesi, kaybettiklerimizin ciddi hamlelerle telafi edilmesi zaruridir. Biz bu işi yapmalıyız. Çünkü bütün Türk tarihinde İslamiyet kadar tekmil mukadderatımız üzerinde müessir bir kuvvet görülmemiş ve İslamiyet'in mukadderatı üzerinde de Araplardan sonra hiçbir millet Türkler kadar müessir olmamıştır. Anadolu'ya gelen Selçuklular, sayıları pek az olan Osmanlılar ancak İslamiyet sayesinde Bizans medeniyetine karşı koyup kendi milliyetlerini muhafaza edebildiler. (...) Müslüman Türkler Önasya'da şimdiki Türkiye'yi yarattıkları vakit Doğu Avrupa'ya Peçenekler ve Öz-Oğuzlar gelmişlerdi. XI. asrın ortasında Peçeneklerin sayısı    800 000 (ev yahut nüfus). Oğuzlar 600 000 sayıldıkları halde bunlardan şimdi bir avuç Gagauz'dan başka bir şey kalmadı. Daha Avrupa'ya gelişlerinden bir asır sonra bunlar Hristiyanlığı kabul ederek şimdiki Doğu Avrupa Slavlarına katıldılar. En çokları da şimdiki Ukrayna milletini teşkil ettiler. Çünkü İslamiyet gibi bir dayançları yoktu. (...) Biz Türkler yalnız İslam devrinde kültür itibariyle birleşmiş, fikren yeknesak ve mütecanis bir millet olduk, yalnız o sayede Osmanlı Devleti kurulabildi. Ve yalnız Müslümanlık devrinde tarihte kütle halinde müsbet bir rol oynayabildik. (...) O halde biz İslam ilimlerim ciddiyetle ve milli tarihimiz bakımından tam ihtimamla öğrenmek mecburiyetindeyiz (...)."5

Bir taraftan II. Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkan yeni uluslararası gelişmeler, diğer taraftan Türkiye'nin çok partili hayata geçme teşebbüslerine paralel olarak yürüyen biraz daha yumuşak laiklik tartışmaları Zeki Velidi Togan'ı harekete geçirmişe benziyor. 1948 yılında Paris'te toplanan 21. Müsteşrikler Kongresi'nin, Türk hükümetinin rızası ve kongreye katılan Türk delegasyonunun ısrarlı talepleri sonunda 1951'de gerçekleşecek bir sonraki toplantısının İstanbul'da yapılmasına karar vermiş olması onu destekleyen ve harekete geçiren bir başka gelişmeydi. 1946 yılında çıkan yeni Üniversite Kanunu'nun, fakültelerde enstitülerin açılmasına müsaade etmesini hareket noktası olarak alan Zeki Velidi, 1941 yılında muattal hale gelen Edebiyat Fakültesi İslam Tetkikleri Enstitüsü'nü yeniden canlandırma teşebbüslerine başladı. Hazırladığı rapor 27.12.1949 tarihinde toplanan profesörler Meclisi gündemine girdi ve görüşüldü.616.05.1950'de İslam Araştırmaları Enstitüsü'nün kurulması kararı alındıysa da o dönemin zor şartlarında Üniversite Senatosu'ndan geçmesi 1953 yılına kadar sarktı. Bu süreç içinde Zeki Velidi'nin "hazırlık komisyonu'nda bulunan arkadaşlarıyla birlikte Enstitü'nün başkanlığı için -İstanbul'da yapılan Müsteşrikler Kongresi'ne de katılan- Muhammed Hamidullah'ı düşündüğünü ve bunu sağlamak için 8.01.1952 tarihinde toplanan Edebiyat Fakültesi Profesörler Meclisi'ne, Hamidullah'ın ilmî şahsiyeti ve çalışmaları hakkında uzun sayılabilecek bir rapor takdim ettiğini görüyoruz.7 Hamidullah'ın müdürlüğü kabul görmeyince Zeki Velidi Enstitüsü'nün ilk müdürlüğünü kendisi üstlenmiş, müdür yardımcılığına da Fuat Sezgin'in getirilmesini sağlamıştır.8 Teferruatını yeteri kadar bilmediğimiz bütün bu süreçteki çalışmalar Hamidullah'ın müdürlüğü için yetmedi ise de onun her eğitim yılı bir sömestr (üç ay) olmak üzere yıllarca düzenli ders vermesini mümkün hale getirmiştir. Derslerin devamını sağlayan ve mevzuattan yararlanarak dersleri dışarıya daha ziyade açan kişi ise Enstitü'nün üçüncü müdürü de olacak olan Salih Tuğ'dur (müdürlüğü: 1976-1982).

II

- 50'li yılların sonu 60'lı yılların başlarından itibaren Türkiye'deki ' dinî yayıncılıkta, dinî bilgilerin giderek daha fazla seviye ve derinlik kazanmasında ve İslamiyet'le alakalı ilmî -akademik çalışmaların usûl ve muhteva itibariyle gelişmesinde, hatta farklı bir anlatma-yazma üslûbunun ortaya çıkmasında Hamidullah Hoca ve eserleri istisnai denebilecek bir yerde duruyor. Gerçekten de Hoca'nın eserleri ve faaliyetleri Türkiye'de hususi denebilecek bir tesire ve hüsn-ü kabule mazhar olmuştur. Bir çeyrek yüzyıl Türkiye'de ders vermiş olması ve doğrudan veya dolaylı olarak birçok sadık talebe yetiştirmesi, neticenin böyle tezahür etmesinde belirleyici bir role sahip olmalıdır. Başka dillerde yayınlanan birçok kitap ve makalesini, ders notlarını, o devrin şartlan içinde -aşağıda görüleceği üzere- nerede ise eşzamanlı denebilecek şekilde Türkçe'ye aktaran mütercimlerin, ekseriyetle İstanbul'da veya Paris'te ders ve sohbet halkasına katılmış, Türkiye'deki ders ve konferanslarının mütercimliğini yapmış talebeleri, dostları ve hizmetinde bulunmuş yakınları olduğu, bu yüzden de tercümelerin Türkiye şartlarında -hele o yılların şartlarında- itinalı ve başarılı yapıldığı unutulmamalıdır. 70'li yılların sonlarına kadar bu mütercimler arasında Fuat Sezgin, Nafiz Danışman (öl. ?), Nihat Keklik, Said Mutlu (eczacı, öl. 1967)9, Kemal Kuşçu (emekli albay, öl. ?)10, Salih Tuğ, Mehmed S. Hatiboğlu, Bülent Davran (hukuk doktoru, sonra profesör, öl. 28 Nisan 1998), Macit Yaşaroğlu (diş doktoru, öl. 6 Mart 1988)11, Yusuf Ziya Kavakçı, İsmail Cerrahoğlu, Ruhi özcan (öl. 17 Ağustos 1986), Suat Yıldırım, İhsan Süreyya Sırma, İbrahim Canan, Zahit Aksu, Hamza Aktan, Fahrettin Atar, Mehmet Akif Aydın... bulunmaktadır.12 Ayrıca Türkiye'de verdiği konferans-ders metinlerinin tercüme edilerek kitaplaştırılması neticesinde önce -ve bazıları sadece- Türkçe yayınlanan eserleri, broşürleri de vardır. Hukuk İlmine İslam'ın Mühim Yardımları, İmamı Azam vs Eseri, Modern İktisat ve İslam, İslam Fıkhı ve Roma Hukuku, İslami İlimler Akademileri başlıklı eser ve broşürleri ile Erzurum İslami İlimler Fakültesi'ndeki ders takrirlerinin teksir baskıları bunlar arasındadır.

Hoca'nın telif tarzı, kılı kırk yaran dikkati, devamlı kendini ve eserlerini yenileyen çalışma-telif adabı ve yumuşak fakat ihatalı üslubunda da tesirini, yaygınlığım ve güvenilirliğini artıran bir "hikmet ve keramet" olmalıdır.13 Bu üslûbun belki de en dikkate değer tarafı meydan okumayan, modern unsurları içine almaktan çekinmeyen, aynı zamanda vukuf ve rüsûh seviyesinde ilmîlikten taviz vermeyen fakat "dinî-manevi dil"in tevazuuna, hassasiyetlerine ve gereklerine de olabildiğince riayet eden bir itidal noktasını bulmuş ve bunu ısrarla sürdürmüş olmasıdır.

Hamidullah'ın eserlerinin bu ölçüde yaygınlaşması ve müessir olmasında belki bir üçüncü sebep olarak Ankara İlahiyat Fakültesi (açılışı 1949), İmam Hatip Okulları (açılışı, kurs olarak 1949, okul olarak 1951) ve Yüksek İslam Enstitüleri (ilk açılışı 1959) ile birlikte vücut bulan ortama ve bu ortamla alakalı olarak ortaya çıkan doğrudan-dolaylı taleplere de işaret edilmelidir. İlk kuruluş yıllarında ders kitabı yardımcı ders kitabı, dinî muhtevalı ve seviyeli kültür kitabı bulmakta hayli zorlanan bu okulların hem hoca hem de talebe kadrolarının, Hamidullah'ın kitapları için yer yer iştiyak derecesinde arzulu ve hazır bir muhatap/okuyucu kitlesi meydana getirdiğinde şüphe yoktur. Hoca veya talebe olarak o devri yaşayan veya o dönem üzerinde çalışan kişilerin yakından bildikleri gibi o yıllarda Türkçe'ye tercüme edilen dinî muhtevalı kitaplar arasında, çoğu Müslüman Kardeşler ve Cemaat-ı İslami kaynaklı olmak üzere aktivist ve gür sesli olanlar hem sayı olarak kabarık hem de psikolojik ve siyasî sebepler dolayısıyla toplumsal karşılık bulma açısından avantajlı idi. Diğer tarafta ise halka, büyük kalabalıklara hitap eden, onların dinî hislerini canlı tutan fakat sahihlik, seviye, dil hassasiyeti ve estetik vasıflar aramayan bir dinî yayıncılık da hüküm sürüyordu (İstanbul'da Beyazsaray, Ankara'da Hacıbayram yayıncılığı). Hamidullah'ın eserleri bu iki farklı hattın arasında dışlayıcı olmayan, halkın dinî-manevi hissiyatını hesaba katan bir itidal noktası arayışına da denk düşüyordu. Bu "kendiliğinden" itidal noktası, yeni neşvünema bulmaya başlayan din eğitimi kurumlarının uçlara savrulmalarım kısmen önleyen bir fonksiyon da icra etmişe benzemektedir. (Aşağıda bir başka zaviyeden bu konuya tekrar döneceğiz).

Hamidullah Hoca'nın eserlerinin Türkçe'ye, Türkiye'ye intikali meselesine kronolojik olarak bakıldığında konferans metinlerinden, broşür ve kitaplarından önce makalelerinin neşredildiği görülecektir. Türkiye'de neşredilen ilk yazısı 1953 tarihinde İslam Tetkikleri Enstitüsü Dergisi'ndeki makale olmalıdır14 ve yine Zeki Velidi Togan'ın Hamidullah'la olan yakın irtibatlarıyla alakalıdır. Bunu tarih olarak Ankara Üniversitesi İlahiyat FAKÜLTESİ Dergisi (1955), Sebilürreşad (1956-64)15, İslam (1956-57)16, Türk Sanan (1958)17 ve Hilal'de (1958-1962) çıkan yazılan takip edecektir. İstanbul Hukuk Fakültesi Dergisi'nin Fransızca nüshaları (1959, 1962, 1968)18, Türk Yurdu (1960), Diyanet Dergisi (1961)19, Türk Bioloji Dergisi (1963)20, Türkiyat Mecmuası (1965), İslam Düşüncesi (1968), Hareket (1969), Tarih Enstitüsü Dergisi (1971)21, İslam Medeniyeti, Atatürk Üniversitesi İslami İlimler Fakültesi Dergisi, İslami İlimler Enstitüsü Dergisi, Diyanet Gazetesi, Nesil (1977), Yeşilay Dergisi (1978)... yazılarının yayınladığı diğer belli başlı dergilerdir.22 Türkçe M.E.B. İslam Ansiklopedisi'ndeki ilk maddesi ise 1965'te yayınlanan "Serahsî" maddesi olmalıdır.

1958 yılında başlayan kitap ve broşürlerinin Türkçe neşirlerinin 60 ve 70'li yıllardaki kronolojik seyri şöyledir (Notlar: 1. Parantez içinde siyah karakterle verilen tarihler o eserin yabancı dillerdeki ilk neşrinin tarihidir; 2. Son yıllarda Hamidullah Hoca'nın kitapları, ders notları ve bazı makaleleri Beyan Yayınları tarafından, bir kısmı Vecdi Akyüz'ün editörlüğünde, yeni mütercimler de devreye girerek neşredilmektedir. Bizim çalışmamız bu yeni yayın faaliyetini, bir-iki not aktarımı hariç şimdilik değerlendirme dışı tutmaktadır23; 3. Sıcak kurşun dizgi-baskının hakim olduğu 60'lı, 70'li yıllarda bu tür kitaplar umumiyetle 5 bin adet basılırdı, asgari sınır ise 3 bindi. Kitapların yeni baskılarının aralıkları, satış ve yaygınlık dereceleri ile gördükleri alaka, buna bağlı olarak etkileri bu umumi baskı adetleri hesaba katılarak değerlendirilebilir):

1.         Hukuk İlmine İslam'ın Mühim Yardımları, 195824; genişletilmiş 2.

bs., İslam'ın Hukuk İlmine Yardımları, 1962.

2.         İslam'a Giriş, 1961, 1965, 1973 {1957).25

3.         Hz. Peygamber'in Savaşları, 1962, 1972, 1981 (1953).26

4.         İmam-ı Azam ve Eseri, 1963.27

5.         İslam'da Devlet İdaresi, 1963, 1979 (1935/Alm., 1942/İng.).28

6.         Modern İktisat ve İslâm, 1963, 1969.29

7.         İslam Fıkhı ve Roma Hukuku, 1964.30

8.         Kur 'ân-ı Kerim Tarihi ve Türkçe Tercümeler Bibliyografyası, 1965

(1959).31

9.         İslam Peygamberi, 2 C,  1966 (ilk cilt) ve 1969 (ikinci cilt)

(1959).32

10.       Muhtasar Hadis Tarihi ve Sahife-i Hemman İbn Münebbih, 1967

(1954).33

11.        İslami İlimler Akademileri (Raporlar), 1969.34

12.       Rasûlullah Muhammed, 1973 (1974).35

13.       İslam Müesseseleri Tarihi, 1975.36

14.       Konferanslar, 1975.37

15.       İslam Tarihi Dersleri, 1976.38

16.       Kur'ân-ı Kerim Tarihi - Ders Notları, 1978.39

17.       İslam Hukuku Dersleri, 1979.40

Son beş eser, Hamidullah'ın Erzurum'da İslami İlimler Fakültesi'nde hoca iken verdiği ders ve konferansların, aynı fakültenin genç hocaları tarafından yapılmış tercümelerinden oluşmuş ve teksir halinde sınırlı sayıda basılmış (bu yüzden de kataloglarda nerede ise hiç yer almayan) kitaplardır.

III

Zeki Velidi Togan'ın 1955'te yayınlanan 1952 tarihli raporu (bk. Ek 1) ve Nurettin Topçu'nun 1963 yılında Hz. Peygamber'in Savaşları kitabının tercümesinin basılması vesilesiyle yazdığı yazı (bk. Ek. 2) istisna edilirse Hamidullah Hoca'nın kitapları ve eserleri hakkında Türk fikir adamlarının, gazete yazarlarının, nerede ise bütün büyük cemaat yapılarının görüş serdetmeye, giderek sert tenkitlerde bulunmaya başlaması İslam Peygamberi kitabı tercümesinin ilk cildinin çıkışından (1966) sonradır.41 Bunanla beraber karalama kabilinden tenkitlerin ve tezyiflerin yoğunlaşması, en azından kronolojik olarak 12 Mart 1971 askeri müdahalesinden sonraya rastlamaktadır. Acaba bu kronolojik örtüşme bir tesadüf eseri midir yoksa üzerinde durulup düşünülmesi gereken anlamlı başkaca bazı sebeplerden bahsedilebilir mi?

Bu sorunun cevabını aramaya geçmeden önce Hamidullah Hoca'nın telif tarzında, bazı ana yaklaşımlarında ve temel yorumlarında her zaman "haklı" tenkit konusu olabilecek bazı unsurların bulunduğuna işaret edilmelidir.

1. Bunlardan biri Hoca'nın umumiyetle muhatap / hedef kitle olarak batı ilim çevrelerini veya batılı kültür içinde yetişmiş okuyucuları nazar-ı itibara almasıdır. Bir akademisyen müellifin, hatta bir fikir adamının muhatap kitlesinin hassasiyetlerini, seviyesini, beklentilerini, ihtiyaçlarını hesaba katarak, daha işin başında böyle bir tercihte bulunarak eserini ortaya koyması elbette yadırganacak bir husus olamaz, aksine vazifesi olduğu bile söylenebilir. Burada problem teşkil eden nokta, aynı eserin kültürel kodları itibariyle farklı bir muhatap kitleye aynen tercüme edildiği zaman ortaya çıkmaktadır. Hamidullah'ın eserleri arasında söz konusu etmeye çalıştığımız problemle en ziyade örtüşen metin herhalde İslam'a Giriş kitabı olmalıdır. Bu kitap adı üzerinde bir "giriş" kitabıdır yani teferruata kaçmadan İslam hakkında "genel" ve "doğru" (selefin tabiriyle "muhtasar müfid") bilgiler vermeyi, yorumlar aktarmayı hedefler. Ama kimin için? Dinî konularda yeterli malumatı olmasa da İslam dünyasının herhangi bir coğrafyasında, İslam'ın herhangi bir kültürü, tarikatı, mezhebi ve meşrebi içinde büyümüş, farklı siyasî ve aktüel beklentileri olan bir Müslümanın bu kitapta karşılaşacağı bazı bilgi ve değerlendirmelerden, öncelik tercihlerinden  tedirgin veya rahatsız olmasında, ardı sıra bazı tenkitler geliştirmesinde şaşırtıcı bir durum olmamalıdır.

2. Hamidullah Hoca'nın, esas itibariyle oryantalistik tavrı benimseyen bir müellif olmadığı ek açıklamalara ihtiyaç göstermeyecek kadar açıktır, hatta onların tezlerine ve iddialarına karşı derinden derine İslam'ı savunmayı hayatı boyunca sürdürmüş ve bunda muvaffak olmuş bir şahsiyet olduğu rahatlıkla söylenebilir. Fakat bu durum onun, oryantalistlerin İslam'la alakalı tezlerinin, tenkitlerinin ve modern düşünceden beslenen temayüllerin tesiri altında kalmadığı manasına gelmez. Mesela birçok çağdaşı gibi o da İslam'ın prensipte tek evliliği öngördüğü, köleliğin (ve cariyeliğin) bir şekilde devamından yana tavır koymadığı, belli bir siyasî sistemi öngörmekten çok adalet, meşveret, ehliyet-liyakat gibi siyasî prensipler vaz ettiği, ilk yazılı "anayasa" metninin Hz. Peygamber tarafından düzenlendiği ve dolayısıyla kanun / hukuk devleti fikrinin İslam'da çok erken teşekkül ettiği vb. fikirleri ısrarla savunmuştur. Bugün sosyal bilimlerde geliştirilip kullanılan yorumlama metodları ve dil-üslup analizleri sayesinde çok daha iyi biliyoruz ki tarihte veya bugün İslam ahkâmı ve Müslüman toplum yapısı için bu tür bir akıl yürütme biçimi, açıklama ve müdafaa tarzı tersten oryantalistik tezleri savunmak, savunmak değilse bile aynı / benzer mantığın izlerini takip etmek manasına gelmektedir. Çünkü Hamidullah'ın da katıldığı ve savunduğu bu görüşlerin oryantalistik dildeki kendisine tekaddüm eden kaynaklarını ve karşılıklarını bulmak hiç de zor olmayacaktır, İslam'da niyet elbette her şeyin önündedir fakat iyi ve halis niyet her zaman neticenin doğru ve yerinde tezahür etmesini garanti altına almaz.

3. Bu satırların yazarının ilgilendiği konular itibariyle Hamidullah Hoca'nın fikir ve telif dünyasının tenkide en ziyade açık olan tarafı, Hz. Peygamber'in hayatını (sîretini) yazım tarzıyla alakalı yönüdür. Şöyle ki: İslam'ın ilk asırlarında daha ziyade hadis ilmiyle irtibatlı olarak, daha sonraki dönemlerde istiklaliyetini kazanan ayrı ilim dallarına paralel bir şekilde hem usûl ve muhteva hem de dil ve üslup itibariyle farklılaşan sîret yazımları ortaya çıkmış ve gelişmiştir. Hadis, şemail, tarih, meğazi, sîret / siyer, kısas-ı enbiya, mevlid, delail, Muhammediye, Miraciye, mucizat-ı Nebî, naat... türündeki eserlerin hemen hepsi Hz. Peygamber'in hayatına tahsis edilmiş kitaplar / metinler olmakla beraber usûl, muhteva ve üsluplarından ötede hedef kitleleri, oluşturmak istedikleri hissiyat-zihniyet dünyası ve gerçekleştirmek istedikleri peygamber tipolojisi itibariyle de farklı olan fakat eşzamanlı olarak yan yana, birlikte bulunan, birbirini besleyen ve tahkim eden metinlerdir. Bütün bu farklı siyer-i Nebî anlatımlarına tasavvuf merkezli "Hakikat-ı Muhammediye" literatürü ve Hz. Peygamber'in hayatının bazı kesitlerini hususi üslûbuyla "tasvir" eden minyatür çalışmaları da dahil edilebilir.

XIX. yüzyıl İslam dünyası için birçok şüphenin, tereddütün ve değişme talebinin asrı olduğu kadar dinî düşünce ve dinî yaşantı sahasında, -modernleşme projesine çok uygun olarak- tektipleşme (tevhid, ittihad, telfîk...) arayışlarının da giderek kuvvet kazandığı uzun ve sıkıntılı bir zaman dilimidir. Artık "hakikat" ve "doğru"nun kendisi ve anlatımı ile vakıaların ve kişilerin hakikat ve doğruluğu da süratle tektipleşmeye doğru seyredecektir. Yeni Selefi hareketin, modernizmin, oryantalizmin, rasyonalizmin, bilimperestliğin de beslediği ve tahkim ettiği bu süreç İslami ilimlerin hem kendi aralarındaki farklı usûl ve üslupları meşru gören hiyerarşilerini zedeleyip bozacak hem de her ilmin kendi iç zenginlik ve çeşitliliğini zaafa uğratacak, zenginlik ve derinlik işareti olan ara kademeleri ve nüansları önemsizleştirecek, görünmez kılacaktır. Tasfiye de diyebileceğimiz tektipleşme arayışlarının güçlenerek hüküm sürdüğü alanlardan biri de tarih anlayışı ve telifi, bu arada sîret yazımıdır.42 Bu kuvvetli yeni yöneliş, mevcut "menfi" şartları değiştirerek hali ıslah edebilmek ve daha iyi bir istikbal hazırlayabilmek için tarihi dönüştürme ameliyesi olarak da anlaşabilir.

Artık sîret kitaplarında Hz. Peygamber'in mucizeleri giderek daha az sayıda yer alacak, zikredilenlerin anlatımı da harikuladeliğini giderek daha fazla kaybedecek, meselenin tabiatı müsait olmamasına rağmen bazıları için maddi-bilimsel açıklamalar ve yorumlar devreye sokulacak, Rasûlullah'ın yüksek manevi şahsiyeti ve "beşerüstü" vasıfları da aynı yönelişin beklenebilir bir uzantısı olarak zayıflayacaktır. Özetlemeye çalıştığımız tarih ve sîret yazımındaki bu hususlar ve problemler muvacehesinde Hamidullah Hoca'nm aşağıdaki ifadelerine birlikte bakalım:

"Ben bu eserde [Hz. Peygamber'in Savaşları'nda] tam ve şümullü bir tarzda Hz. Peygamber'in hayatının bütün cepheleriyle meşgul olmamaktayım; yine bu kitap sırf bu mucizeler konusunu kendisine mevzu edinmemiştir. Kur'ân O'nun gösterdiği mucizelerin en marufu ve en başta gelenidir. O, muvaffakiyete sadece mucizelerle ulaşmış olsaydı, O'nun hayatı ‘en üstün, en güzel örnek: üsvetun hasene' yani ‘cemiyete mensup fertlerin takip edecekleri, Kur'ân'a muvafık ameli, fiili örnek' olamazdı. Hz. Peygamber'in insani görünüşü izah edilmedikçe, O'nun hattı hareketinin değeri ve taklit edilmeye layık bir örnek olması, bilhassa mucizeye inanmayan, inanamayan fertlere izah edilemez."43

"(.....) Bu ve buna benzer diğer birçok sebepler altında ben elinizdeki bu mütevazı siyer kitabında, hemen hemen pek az bir şekilde mucizeler konusuna eğilmiş bulunuyorum. Yine ben aynı sebeplere dayanarak, bütün muteber ve sahih hadislerde yer alan ve bu sebeple üzerinde hiçbir şüphe izi bulunmayan, tarihe mal olmuş bu mucizelerin felsefesini ve bunların olabilirlik şartlarını ele alıp uzun uzadıya münakaşa etmenin de lüzumuna kani değilim. Aksine ben inanıyorum ki bir inanış manzumesinin yahut davranışlar ve eylem nizamının akla uygunluğu ve mantıkiliği bizzat o sistem vasıtasıyla ispatlanır, yoksa sadece mucizelerle değil."44

Hamidullah Hoca'nın mucizelere inanan ve bu hususta birçok sahih rivayetin bulunduğunu kabul eden bir müellif olduğunda şüphe yoktur. Şu ifadeler onundur: "Ben şahsen, Allah'ın seçilmiş kulları olan rasûllerinin gösterdiği bütün mucizelerin gerçekliğine tam manasıyla inanan bir kimseyim." Ayrıca eserinde Mirac mucizesi dışında, örnek olmak üzere kaynaklarda geçen bazı mucizeleri de aynen zikretmiş, aktarmıştır. Bunlar; Hz. Peygamber'in bir ölüyü diriltmesi, doğuştan dilsiz çocuğu konuşturması, meşhur bir pehlivanla arzusu üzerine üç defa güreş tutarak her seferinde sırtını yere getirmesi, ağacı yürütmesi, gökteki ayı ikiye bölmesi {şakku'l-kamer), harpte gözü çıkan bir sahabinin gözünü yerine koyması ve daha iyi görür kılması, mescidde hutbe okurken yaslandığı hurma ağacının inlemesi, karanlık ve yağmurlu bir gecede sahabinin eline tutuşturduğu asanın yol boyunca lamba gibi yanıp ışık vermesi, çok az bir yemeği birçok kişiye yetecek kadar artırması, aynı şekilde çok az bir suyu herkesin içip kanacak kadar bollaştırması, birçok şeyi olmadan önce haber vermesi, çok uzaklarda cereyan eden bir hadiseyi yanındakilere anlatması mucizeleridir.45 Fakat kendisinin de ifade ettiği gibi aynı zamanda mucizelerle, manevi-metafizik hadiselerle örülmüş bir siyer yazmak istemediği açıktır:

"Bu konuda daha birçok örnekler [mucizeler] sayılabilir; ancak biz hepsinden bahsedecek değiliz. Benim acizane reyime göre, Muhammed (sav)'ın insan olması hasebiyle (sebep-netice ilişkisi içinde gösterdiği emek ve gayreti bilip öğrenmemiz), Allah tarafından O'nun faydalanması için O'na verilen insanüstü mucizeleri bilmemizden daha istifadelidir ve bizim için daha öğretici mahiyettedir. Muhammed (sav)'ın getirip bize bıraktığı ilahî tebliğ ve öğretim, insan olmamız hasebiyle bizimle daha çok ilişkilidir ve bize hitap eder. Bu ilahî tebliğin ana yapısı ve gerçekliği hususunda O'nun kendi hemşehrilerini ikna edip buna inandırması gayesiyle kullandığı usûl ve yolu bulup ortaya çıkarabilmemizde mucizeler, ikinci planda bir yer işgal ederler. Ben bu kitapta O'nun asıl hayatının sadece bazı görünüşlerini ortaya koymak için gayret sarfettim. İslam Peygamberi'nin sîretinin felsefi görünüşü ve izahı ile gösterdiği mucizelerin tarihe mal olmuş teferruatını merak edenler için Urdu dilinde kaleme alınıp neşredilmiş Seyyid Süleyman Nedvî'nin [Sîretu 'n-Nebî adlı] eserini tavsiye edeceğim (...)"46

Bizim de açık bir tenkit ve tartışma alanı olarak altını çizmek istediğimiz husus, böyle bir tercihin yapılmasının zihnî-fikrî sebepleri, tarihî-aktüel şartları ve bu tercih neticesinde ortaya çıkan temayülün, yazılan metnin felsefî ve maddi zaaflarıyla, problemleriyle alakalıdır,47 Aslında Hamidullah Hoca bu türden bir sîret yazımını öne çıkaran ve deneyen ilk müellif olmadığı gibi sonuncusu da değildir. Fakat eserlerinin birçok dile çevrilmesi ve çok okunması hesaba katıldığında bu alanda en çok etkili olanlar listesinin ilk sıralarında yer aldığı söylenebilir.

IV

Yukarıda bıraktığımız soruya tekrar dönelim: Hamidullah'a karşı tenkit ve tezyiflerin yoğunlaşmasının kronolojik olarak 12 Mart 1971 askerî müdahalesinden sonraya rastlaması acaba bir tesadüf müdür yoksa anlamlı başkaca bazı sebeplerinden bahsedilebilir mi? Türkiye'de askerî müdahalelerin tarihi ile (ki bu ABD etkisinin daha kesif bir hal alması manasına da geliyor) İslami hareketlerin canlanışı ve yükselişi, bununla irtibatlı olarak dinî gruplar (cemaatlar ve tarikatlar) arasındaki tartışmaların sertleşmesi arasında -en azından-kronolojik bir ilişki olmakla beraber Hamidullah örneğinde başka bazı hususlara ve sorulara da işaret etmek gerekecektir:

1. 6O'lı yıllarda başlayan ve 70'lerde iyice sertleşip uçlara savrulan siyasî ve kültürel tartışmalar / çatışmalar Müslüman-muhafazakar çevrede iç tartışmaları da hareketlendirmiş ve beslemiş, bu çevrelerdeki genel Komünizm-Sosyalizm karşıtlığının doğurduğu gerginliği, kendi içlerinde daha özel bir gerilim alanı haline getiren bir iki gelişme olmuştu. Bu yeni iç gelişmelerden biri yukarıda kısmen temas ettiğimiz tercüme hareketleridir. Müslüman Kardeşler ve Cemaat-ı İslami mensuplarının eserlerinin peşpeşe Türkçe'ye aktarılması, eğitimli kesimde hem genel din anlayışının şu veya bu ölçüde değişmesine yol açtı hem de İslam'ın siyasî talepleri ile din-siyaset ilişkileri başta olmak üzere Türkiye'de o güne kadar pek de zemini olmayan aktivist, yer yer slogancı ve dışlayıcı, sistemle çatışan bir dinî dilin ve üslûbun ortaya çıkmasına ve genç nesiller arasında karşılık bulmasına sebebiyet verdi.

2. 1969 yılında Necmettin Erbakan'ın önderliğinde kurulan ve (muhtemelen Erbakan'a rağmen) süratle "İslamcı" rengi belirginleşen Milli Görüş hareketinin giderek güç kazanması, buna bağlı olarak Müslüman-muhafazakar çevrelerdeki siyasî-fikrî bölünmeyi artırması, bir diğer ifade ile siyasî safların daha belirgin ve vurgulu bir "dinî/İslami" hat üzerinde yeniden tarif edilir olması ikinci önemli gelişme oldu. Yeni tercüme hareketlerinden beslenen ve siyasî talepleri ile sosyal hareketliliğe katılma arzuları artan genç ve orta yaşlı Müslüman-muhafazakar neslin Milli Görüş hareketini destekleme oranının artmasına karşılık, cemaat ve tarikat yapılarının önemli bir kısmı {Nurcular, Süleymancılar ve Işıkçılar nerede ise blok halinde) yeni siyasî hareketin, Erbakan'ın karşısında yer alıyor ve büyük sağ parti olarak AP'ni ve onun lideri Demirel'i alenen destekliyorlardı. Doğru'dan MHP'ye destek veren tarikat yapılarının hem sayısı daha az hem de etkileri sınırlıydı.

3. Mensupları gittikçe artan İmam Hatip Okulları ve Yüksek İslam Enstitüleri çevresi siyaseten mütereddit ve bölünmüş bir manzara arz ediyordu. Bu çevrenin içinde yer alıp da mensubiyetleri daha önce cemaatlere, tarikatlara göre teşekkül etmiş olanlar siyasî tercihlerini büyük ölçüde o istikamette kullanıyorlardı. İmam Hatip Okulları'nın ilk mezunlarından "ağabey" konumunda olanların meşhur isimleri Erbakan hareketine en yumuşak ifade ile mesafeli bakıyorlardı. Bunların açık bir siyasî tercihleri yoktu, kendi beyanlarıyla "tarafsızlık" politikası yürütüyorlardı ama tercihlerini yapmış olan kesimler, hatta arkadaş ve meslektaşları onları MHP ve AP'ne daha yakın görüyordu. Bu tesbitte kısmen gerçeklik payı da vardı. (O yılların şartlarında MHP içinde Türkeş'e rağmen "daha çok Müslümanlaşma" temayülünün güçlendiğini de hesaba katmak gerekir). Yine de İmam Hatip Okulları çevresinin büyük çoğunluk itibariyle şu veya bu ölçüde, isteyerek veya ehven-i şer olarak Milli Görüş hareketine destek verdiği söylenebilir.

4. Bir diğer gelişme 12 Mart 1971 sonrasında, Milli Görüş ve Erbakan çizgisiyle mesafeli olan İmam Hatip Okulu - Yüksek İslam Enstitüsü çıkışlı bir grubun, Diyanet İşleri Başkanlığı'nda, başkan yardımcılığına getirilen Tayyar Altıkulaç önderliğinde etkili olmaya başlamasıdır. Nihai meyvelerini 12 Eylül darbesinden sonra verecek olan bu gelişme geleneksel evsafta din görevlisi yetiştirmekte iddialı olan bazı cemaat yapılarını fiilen, bazılarını da fikren ciddi olarak ilgilendirmekte hatta rahatsız etmekte idi.

Dışardan bakıldığında zikrettiğimiz bu yeni gelişmelerle Hamidullah'a yöneltilen tenkitler ve bu tenkitlerin itham, tezyif ve tekrire kadar varması arasında doğrudan bir ilişki görülmeyebilir. Fakat tenkit ve tezyifte bulunan kişi ve grupların, aynı veya farklı metinlerde Hamidullah'la birlikte kimleri de tenkit ettiklerine ve tenkit biçimlerine bakıldığı zaman kaynağı, zemini ve mantığı itibariyle biraz karmaşık olan bu ilişki açıkça görülebilecektir.

Yetişme tarzları, meslek ve meşrepleri hayli farklı olan şair ve fikir adamı Necip Fazıl Kısakürek Türkiye'nin Manzarası'nda, Ezher mezunu ve emekli Yüksek İslam Enstitüsü hocası Ahmet Davudoğlu Dini Tamir Davasında Din Tahripçileri'nde, emekli albay ve fizik-kimya öğretmeni Hüseyin Hilmi Işık Dinde Reformcular ve Din Adamının Din Düşmanlığı'nda, medreseli ve din görevlisi Sadreddin Yüksel tefrika yazılarında..., birbirlerine çok benzer şekilde Hamidullah'la Efgani-Abduh-Reşid Rıza çizgisini, Seyyid Kutup'u, Mevdudi'yi, dinde reformcuları, Hayrettin Karaman ve çevresini birlikte, yan yana ele alıp tenkit ediyor, aralarında doğrudan veya dolaylı ilişkiler kurarak; hemen hepsi için mezhepsizlikten, Vehhabîlikten, cahillikten; bir kısmı için ajanlıktan, masonluktan bahsederek fikir yürütüyorlardı. Necip Fazıl, Davudoğlu'nun kitabına takriz yazıyor, Davudoğlu Necip Fazıl'ın Hamidullah'la alakalı metnini kendi kitabına aynen iktibas ediyor, Davudoğlu ayrıca Hüseyin Hilmi Işık cemaatına yakın Zeki Çıkman'ın Hamidullah'ı tenkit eden Mirac ve Hamidullah başlıklı kitabına takriz yazıyor... Hüseyin Hilmi Işık'la Sadreddin Yüksel'in aynı dönemde Reşid Rıza'nın Muhaverelu 'l-Muslih ve'l-Mukallid başlıklı kitabı için müstakil tenkit metinleri yazmış olmaları da, bir tarafıyla giderek daha fazla İmam Hatip Okulu - Yüksek İslam Enstitüleri mezunlarının kontrolü altına giren Diyanet İşleri Başkanlığı'nın yeni durumu ile, diğer taraftan Hayrettin Karaman ve grubunun gittikçe netleşen fikriyatıyla alakalıdır. Çünkü tenkit ve tartışmaların bir kısmına kaynaklık eden Muhavere, Tayyar Altıkulaç'ın başkan yardımcılığı sırasında, Hayrettin Karaman'ın sadeleştirmesi ve notlarıyla Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınlan arasında neşredilmiştir (İslam'da Birlik ve Fıkıh Mezhepleri, 1973). Hamidullah münekkitlerinin şahsî mensubiyetlerinden ayrı olarak yazılarının neşredildiği yayın organlarının ve kitaplarının basıldığı yayınevlerinin hangi cemaatin kontrolü altında olduğu vakıası da ayrıca hesaba katılmalıdır.48

Türkiye'de Hamidullah Hoca'ya yöneltilen tenkitlerin tamamına yakın denebilecek kısmı, İslam Peygamberi kitabında temas ettiği bazı konular ve yaptığı bazı değerlendirmelerle alakalıdır. Bunlar arasında Mirac mucizesinin ruhen / manen olduğu yorumu diğerlerini bastıracak şekilde öne çıkmaktadır. Hz. Peygamber'in çocukluğuna dair bazı hadiseler, peygamberlikten önceki yolculukları ve bunların etkileri, İslam'ın Yahudilik ve Hristiyanlıkla irtibatları, Rasûlullah'ın zevceleri-evlilikleri, mucizeler, Mescid-i Aksa... gibi meseleler diğer tenkit konularıdır.

Belli başlı tenkit yazarları ve metinleri, gevşek bir kronoloji ile şöyle sıralanabilir:

1. Necip Fazıl Kısakürek (öl. 25.05.1983), Türkiye'nin Manzarası, 1968, 1973, Hamidullah için "baîdullah", "dalalet kumkuması" gibi ağır ifadeler kullanan Necip Fazıl'ın tenkitlerinin tamamı Ek 3'te verilmiştir. Bu kitapta Seyyid Kutup, Mevdudi ve Türkiye'deki muadilleri de aynı üslupla tenkit edilmektedir.

2. Sadrettin Yüksel  (öl. İstanbul,  25.12.2004)49, "Prof. Hamidullah'ın 'İslam Peygamberi' adlı eseri ve bir araştırma" başlığıyla 22.12.1974 tarihli Sabah gazetesinde tefrika edilmeye başlayan yazı dizisi daha sonra kitap olarak da basılmıştır: Prof. Muhammed Hamidullah'ın 'İslam Peygamberi' ve 'Muhammed Rasûlullah' Adlı Eserlerine Reddiye, İstanbul, Fazilet Neşriyat, 1975.50 Eserin reddiye adını taşıması ve o yıllarda Sabah gazetesini çıkaran cemaatin kontrolündeki Fazilet Neşriyat yayınları arasında basılması ayrıca zikredilmelidir. Müellifin, İctihad-Taklid ve Telfik Risalesi Muhammed Abduh, Reşid Rıza ve Hayreddin Karaman 'a Reddiye (İstanbul, Fazilet Neşriyat, 1975)51 başlığıyla aynı yıl basılan ayrı bir kitabının olması da yukarıda söz konusu ettiğimiz problemle örtüşen bir mahiyet taşımaktadır.

3. Hüseyin Hilmi Işık'ın (öl. 25. 10. 2001) yazdığı Muhammed Hamidullah biyografisi, söz konusu etmeye çalıştığımız problemlerin nerede ise tamamına ışık tutması açısından aynen aktarılmaya değer bir metindir: "Hamidullah: 1326 (m. 1908) senesinde Hindistan'ın güneyinde Haydarabat'ta tevellüd etti. M. 1971'de İstanbul'da kendisi ile konuşuldu. İslam alimlerine, Selef-i salihine güvenmediğini, Haydarabat'taki hocasının sözlerine uymayan bilgilere inanmadığını söyledi. Orada Osmaniye Üniversitesi'nde okudu. Devletler hukuku üzerinde doktora yaptı. M. 1947'de Hindistan hükümeti kendisini vatandaşlıktan çıkardı. Paris'te CNRS ilmî araştırma azasıdır. İsmailî mezhebinde, koyu Ehl-i Sünnet düşmanı olarak yetişti. Açıkça ve sinsice İslamiyet'i bozmağa, Ehl-i Sünnet alimlerini lekelemeğe çalışmaktadır. İslam'a Giriş ve İslam Peygamberi kitaplarında, bozuk düşüncelerini açığa vurmaktadır. Sebe' sûresinin 28. âyetinde 'Seni bütün insanlara peygamber gönderdim' buyruluyor. O ise kitabına, yalnız Müslümanların peygamberi olduğunu anlatan İsim takmıştır. Kafirlerin çoğunun inançları böyledir."52

Hüseyin Hilmi Işık, Seyyid Kutup ve Mevdudi'yi de uzun uzadıya tenkit ettiği Dinde Reformcular kitabında Hamidullah'a da geniş yer ayırmıştır. Şunları söylüyor: "Hindli Hamidullah isminde birisinin de Ehl-i Sünnet alimlerinin bildirdiklerine uymayan düşüncelerini, İslam bilgisi olarak yaydığını görüyoruz. Fransa'da İslam bilgileri profesörü etiketini almış olduğu için, İslam alimi sanılan bu adamın sapık yazılan, Türkçe'ye çevrilerek gençliğin önüne sürülmekte, birçok Müslümanın doğru yoldan kaymasına sebep olmaktadır. İslam Peygamberi adındaki kitabının (...)"53 Hüseyin Hilmi Işık, Sadreddin Yüksel gibi Reşid Rıza'nın Muhavere'sini tenkide tahsis ettiği müstakil bir kitap da telif etmiştir; Din Adamının Din Düşmanlığı (İstanbul, 3. bs., Işık Kitabevi, 1975, 116 s.).

4. Sadi Çöğenli - Ali Bayram, "Sayın Prof. Dr. Muhammed Hamidullah'ın 'İslam Peygamberi' Adlı Eserinde Geçen ve Cumhur-u Ulemaya Muhalif Bazı Meselelerin Tahlili ve Tenkidi", 13.05.1975 tarihli, büyük boy kağıtlara 20 sayfalık daktilo metin teksiri (Erzurum). Tahlil ve tenkit konusu yapılan 5 mesele şunlardır: 1. Peygamber Efendimiz'in (sav) puta kurban kesme meselesi, 2. Mescid-i Aksa meselesi, 3. Miracın ruhanî olmasının delilleri ve tahlili, 4. Hz. Musa ve Gılgamış meselesi, 5. Garanik meselesi {Müelliflerin ikisi de o yıllarda Risâle-i Nur müntesipleri arasında olan kişilerdi). 5. Dr. Zeki Çıkman (diş tabibi). Mirac ve Hamidullah, İstanbul, Berekat Yay., 1976. Bu eserin baş kısmında Ahmet Davudoğlu (s. 3-8) ve Erzurum eski müftüsü Osman Bektaş'ın (s. 9) Hamidullah Hoca aleyhinde takrizleri bulunmaktadır. (A. Davudoğlu'nun Takriz'i kısmen bu makalenin eklerine alınmıştır). Müftü Efendi'nin takrizinde ise şu ifadeler var: "Mirac-ı Nebevî ve hayat-ı peygamberiye dair zamanımızda hilaf-ı hakikat beyanda bulunanlara ve ezcümle profesör unvanında şahsî fikirlerini ilim olarak ileri süren sayın Hamidullah beye..." (s. 9). Bu kitap da Erzurum merkezlidir ve Hüseyin Hilmi Işık'a yakın olan yazar bazı meseleleri Hamidullah'la konuşup tartıştığını söylemektedir.54

Hamidullah Hoca bu ve benzeri tenkit ve tezyiflerden haberdardı, bir kısmı konferanslarının akabinde veya özel görüşmelerde yüzüne karşı da söylenmişti. O, meseleyi şahsî olmaktan çıkararak hem münekkitlerine hem de kitaplarıyla muhatap zevata ilmî ve ahlakî dersler vermeyi tercih etti; insan olduğu için hata yapabileceğini, tenkitlere açık olduğunu belirtti:

"Gerçeği ifade ve açıklama hususunda herhangi bir imtiyaz ve tekele sahip olduğumu da iddia etmiyorum; herhangi alelade bir insan olarak ben de yanılabilirim (...) Benim muttali olabildiğim Türk dilinde yayınlanmış muhtelif kitap veya makale şeklindeki diğer tenkitler, bunlar kusurlu şeyler olmamakla beraber, bana öyle görünüyor ki daha çok bazı yanlış anlamalara dayanmaktadırlar."55

Hüseyin Hilmi Işık'ın tahkir ve tezyiflerine karşı takındığı tavır ve gösterdiği olgunluk ise çok nadir insanların sergileyebileceği bir davranıştı. İslam Peygamberi'nde Efendimiz'in zevcelerinden bahsederken iki Ebû Süfyan'ı birbirine karıştırmış, bunu ganimet bilen Hüseyin Hilmi Işık, Hoca'nın cehaletinden başlamış imanından çıkmıştı. Hoca tahmin edilemeyecek bir şey yaptı; hatasını hemen kabul etti, o kaba tahkir ve tezyifleri görmezlikten gelerek bir yanlışın düzeltilmesine imkan sağlayan kişiye teşekkürler ve dualar yağdırdı;

"Allah İstanbullu Hüseyin Hilmi Işık'tan razı olsun; çünkü o kaleme aldığı bir makalesinde Ebû Süfyan'ın süt kardeşliği meselesinin sebep olduğu güçlüğe dikkati çekti. Hz. Peygamber Ebû Süfyan'ın kızı Ümmü Habibe ile evlenmişti (...) Hz. Peygamber'in [süt kardeşi] izdivaç ettiği Ümmü Habibe'nin babası [meşhur] Ebû Süfyan değil de Hz. Peygamber'in bir amca oğlu olan Abdülmüttalib'in oğlu el-Hâris'in oğlu Ebû Süfyan'dır. Hemen tashih ediyor ve bütün okuyucularımdan bu dikkatsizliğimden doğan hatadan dolayı beni mazur görmelerini ve kitaplarının sahifelerini tashih etmelerini rica ediyorum." 56

V

Üslup zaafları, tezyifleri ve ilmî-fikrî yetersizlikleri57 bir tarafa bırakılırsa bu kişi ve çevrelerin Hamidullah Hoca'ya ve onunla birlikte diğerlerine yönelttikleri tenkitlerin, hiç değilse bir kısmının tamamen mesnetsiz ve haksız olduğu söylenemez. Tenkit konusu olan bu meselelerin bir kısmı usûl ve muhteva açısından, bir kısmı da tercihler ve Türkiye ile irtibatları açısından bugün için bile yeniden ele alınmaya ve tartışılmaya değer hayati konulardır. Ayrıca tenkit eden çevrelerin geniş ve kısmen müsbet manasıyla gelenek tarafında, karşısındakilerin ise din ve tarih yorumu itibariyle büyük ölçüde gelenekle problemli tarafta yer aldıkları önemli bir husus olarak hesaba katılmalıdır. Fakat bizim burada şimdilik soru şeklinde de olsa serdetmek istediğimiz husus şudur: Hamidullah Hoca'ya ağır tenkitlerde bulunan kişi ve gruplar dinin kaynakları, algılanması, yorumlanması ve yaşanması konusunda aynı meslek ve meşreplere sahip oldukları için mi böyle bir tavrı benimsiyorlardı yoksa -farkında olsunlar olmasınlar- başkaca siyasî ve konjonktürel şartların hatta icbarların etkisi altında kalarak mı hareket ediyorlardı? Meslek ve meşrep farkının, meseleleri ihata kapasitesinin, şahsî özelliklerin, ahlakî zaafların, ihtirasların tarihte olduğu kadar bu tenkit ve tartışmalarda da çift taraflı olarak rol oynadığında şüphe yoktur fakat uluslararası ve mahallî siyasî şartların dahli de az olmasa gerektir.

 

DİPNOTLAR

1-Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi teşebbüsü mesafe almaya başladığı sıralarda Hayrettin Karaman'la Tayyar Altıkulaç'ın Paris'te kendisine vukubulan ziyaretleri sırasında, İstanbul'a gelmesi ve ansiklopedi ile araştırmacılara himmet etmesi tekliflerini de aynı gerekçe ile geri çevirmişti. Hayrettin Karaman'ın ifadeleriyle söylersek, "Türkiye'de sizler gibi fazıl kardeşlerimiz var, siz orada bana ihtiyaç bırakmıyorsunuz, buranın (Paris'in, Fransa'nın.....) ise bana ihtiyacı var, beni mazur görün, burada kalayım ve sizin emirlerinizi buradan yapabildiğim kadar yapayım." , H. Karaman, "Gazetemizin değerli hediyesi." , Yeni Şafak, 2 Mart 2003, s. 2. Benzer bir beyan için ayrıca bk. Suat Yıldırım, "Muhammed Hamidullah", Yeni Ümit, sayı: 59, Ocak-Mart 2003, s. 12.

Mehmet Hatipoğlu'na yazdığı bir mektupta, yıllarca kaldığı Paris için vatan-ı gayrı me'luf (alışamadığım vatan) ifadesini kullandığı da bu arada hatırlanmalıdır.

2-İslam Peygamberi, 5. bs., trc. Salih Tuğ, İstanbul, İrfan yay., 1991, I, XV, XVI, XVIII, XIX-XX.

3- Bu konuda iktibasta bulunmayı yararlı görüyoruz: "Ankara İlahiyat'ta 1951'den beri İslam hukuku dersini okutan merhum Ord. Prof. Sabri Şakir Ansay'ın ayrılmasıyla boş kalan kürsüye hoca bulmak ihtiyacı doğunca, Fakülte idaresi muhtemelen Tayyib Okiç'in telkinleriyle Hamidullah Bey'i öğretim kadrosuna kazandırmayı düşünüyor ve 1960 sonunda onu İslam hukuk profesörlüğüne tayin etme kararı alıyor. (.....) Ne var ki, Hamidullah bey'in 1961'in ikinci yarısında İstanbul Üniversitesi ile üç ay müddetle ders vermek üzere yapılmış sözleşmesi vardı. (.....) Hocamızı bizler ancak [1961] Mayıs sonu ile Haziran aylarında dinleyebilme şansına kavuştuk."; "Hamidullah Hocamız üzerine Mehmet Said Hatipoğlu ile söyleşi" haz. Mehmet Görmez, İslamiyat/Kitabiyat Bülten, sayı: 5, Ekim-Aralık 2002, s. 5.

4-İslam Peygamberi, 5. bs., I, XVII-XIX. Bu konuda ayrıca bk. Mahmut Kaya, "İslam Tetkikleri Enstitüsü", DİA, XXIII, 56-57; İsmail Kara. "Gurûb etti güneş, dünya karardı", Dergâh, sayı: 156, Şubat 2003, s. I, 14-18 (Bu yazı şu kitaba da girmiştir: İ. Kara, Sözü Dilde Hayali Gözde, İstanbul, Dergâh Yay., 2005, s. 213-35).

1954 yılından itibaren derslere katılanlardan Uğur Derman beyefendi, dinleyici olarak gelen yaşlı zevat arasında Esad Fuat Togay, Osman Nuri Ergin ve Mahir İz'i hatırlıyor. Hamidullah Hoca 1932'de İstanbul'a ilk geldiğinde Esad Fuad'ın evinde misafir kalmış muhtemelen daha önce daha önce Paris'ten tanışıyorlar. (1 Kasım 2001 tarihindeki görüşme notlarından.)


 5-"İslam şarkı ile garp arasında ilmî iş birliği-III", İş, XVI/112, 1 Aralık 1950, s. 212-13. Togan aynı konuşmada şunları da söyleyecektir: "(....) Öyle anlaşılıyor ki Müslüman milletler arasında pek yakında çok sıkı bir kardeşlik münasebâtı başlayacaktır. Yeni kurulan Pakistan ve İndonizya İslam devletlerinin karşılıklı yardıma mübrem ihtiyaçları ve Önasya'da bir Yahudi devletinin kurulması da buna sebep olacaktır. Rus ideolojisi karşısında İslam milletleri kendi aralarında manevi rabıtaları halka, kütleye yaklaştıran ve asrileşen bir şekilde yenilemek zarureti görüyorlar (....)"; "İslam şark ile garp arasında ilmî işbirliği-II", İş, XVI/109,1 Eylül 1950, s. 156.

6-Görüldüğü üzere İslam Tetkikleri Enstitüsü'nün yeniden açılma çalışmalarının başlaması, tarih olarak Ankara Üniversitesi bünyesinde İlahiyat Fakültesi'nin açılması çalışmalarının biran öncesine tekabül etmektedir. Araştırmalarda bu hususun güzden kaçmasının sebebi Ankara İlahiyat Fakültesi'nin 1949 sonbaharında açılmasına karşılık Enstitü'nün açılışının birkaç sene daha gecikmiş olmasıdır.

7-Daha sonra yayınlandığı için elimize ulaşan bu önemli rapor (bk. "Değerli İslam alimi M. Hamidullah Bey İstanbul'da", İş, XXI/163, 1 Mart 1955, s. 39-41) Ek 1'de verilmiştir. Zeki Velidi az önce bahsettiğimiz Hukuk Fakültesindeki konferansında da ("İslam şarkı ile garp arasında ilmî işbirliği")Hamidullah'tan önemli bir ilim adamı olarak birkaç yerde bahsedecektir. Salih Tuğ'un bize aktardığına göre Edebiyat Fakültesi profes&