Dosyalar
Hz. Peygamber ve Çocuk
 

Dostluk Nedir?

30 Ocak 2013 Çarşamba Sonpeygamber.info / Yazarlar


“İnsanların vücudunda bir et parçası vardır ki o salah bulursa bütün vücut salah bulur, o bozulursa bütün vücut bozulur. Dikkat edin o kalptir.” diyordu Peygamberimiz.

Bu kalp ancak Allah’ın zikriyle mutmain oluyor, dostların yüzü bu yüzden kalplerin cilası. Çünkü affedilmeye ehil hale gelmek için insanla bilenmemiz lazım, dostluk İlahi ünsiyet için eğitim ve alıştırma yeri. Dostumuzun yüzü bu dünyadaki ahvalimizin vitrini.

Dostluğun parıldaması için insanın insana dair tezahür alanından geçmesi lazım. Peygamberimiz insanla sınandı ilkin. Yürürken ashabını öne geçirir, kendisi arkadan yürürdü, biriyle veya bir toplulukla karşılaştığında ilk selamı veren olurdu. Bir yere gidip gelirken değişik yollar kullanırdı ki daha çok insanla selamlaşma imkânı olsun. Önce selam sonra kelâm. O bir yoldaydı ve önce refik, sonra tarik derdi ki bu yol arkadaşının yoldan önce geldiğinin delili. Benim gözüm uyur, kalbim uyumaz diyen de kendileri. Uyurken de uyanıktı böylece. Bütün peygamberler böyleydi.

Peygamberimizin kadın sahabeleri de çeşitli vesilelerle ziyaret etmesi kadın erkek arasındaki dostluğu, kardeşliği, örtünmenin insanlık boyutumuzu ezip geçmemesi gerektiğini gösteriyor.  Mesela Kuba semtine gittiği zaman Ümmü Haram bint Milhan (r.anha)’a uğraması onun da çoğu kez yemek ikram etmesi. Bir seferinde yemekten sonra uykuya dalıp iki kez uyanıp rüyasını anlatmışlığı da vardır. Bir gemiyle cihada çıkan gaziler görmüştü. Ümmü Haram (r.anha) Peygamberimizin rüyasına karışıp gitmek istedi, beni de onlardan yapması için Allah’a dua ediver, diyordu. Sen gidenlerin birincilerindensin buyurdu, ne işin var senin gazvede, gemide, bir kadın olarak demedi. Bir deniz gazası için çıktığı yolda şehid oldu Ümmü Haram (r.anha).

Bu dünyaya dair emellerinden bir çırpıda vazgeçebilecek olmak, hakiki manada dostluğa ehil olanların şiarıdır. Ortak enerjiyi hak sözün duyurulmasına adamaktan daha büyük bir dostluk zemini yoktur. Bunun için yola çıkan insanların vefası birbirlerine ve uğruna baş koyulan menzillere sadakattir.

Hz. Ali (ra)’nin kardeşi Cafer (ra) Habeşistan’a hicret ettikten yıllar sonra Medine’ye döndüğünde Peygamberimiz de Hayber’in fethinden yeni gelmişti. Onu görünce kucaklayıp iki gözünün arasından öptü, Hayber’in fethine mi yoksa seni gördüğüme mi daha çok sevineceğimi bilemiyorum, dedi. Bir insanla kucaklaşmak bir fetihten daha önemli olabilirdi O’nun için.

Selamlaşma ile birlikte tokalaşmayı da tavsiye eder, ellerini sımsıkı tutardı insanların, onlar bırakmadan da bırakmazdı. Musafaha ve hediyeleşmenin kini gidereceğini ünsiyeti artıracağını söylerdi.

Dostluk yüce bir ahittir. “(Ey Muhammed!) Şüphesiz ki sana biat edenler; ancak Allah’a biat etmektedirler. Allah’ın eli onların eli üzerindedir. Kim ahdini bozarsa, ancak kendi aleyhine bozmuş olur. Kim de Allah ile olan ahdine vefa gösterirse Allah ona büyük mükâfat verecektir.” (Fetih, 10)

“Andolsun ki ağacın altında biat ederlerken Allah o müminlerden razı olmuştur. Kalplerinde olanı bilmiş, onlara güven duygusu vermiş ve onları pek yakın bir fetihle ödüllendirmiştir.” (Fetih, 18)

Biatlaşmada birlikte bir yola çıkılır, söz verilir, akitleşilir. Burada dünyevi kazanımlardan, çıkarlardan değil; doğru yolun sadık yolcularından söz ediyoruz. Eller üst üste konuluyor ve beyat ediliyor. Kadınlar da beyat etmiş, böylelikle aşağılayıcı telakkilerle el konulan insanlıkları aynıyla teslim edilmiş ve sorumluluklarıyla birlikte dostluk haklarına kavuşmuşlardır.

Dostluğun asıl parladığı ve kendini gösterdiği yer birlikte başka insanların hakkı hukuku için yola çıkılabilmesi. Tutanların, biriktirenlerin, ele geçirenlerin değil, verenlerin, dağıtanların, paylaşanların dostluğu bir yere varır.

Bu dünyaya dair emellerinden bir çırpıda vazgeçebilecek olmak, hakiki manada dostluğa ehil olanların şiarıdır. Ortak enerjiyi hak sözün duyurulmasına adamaktan daha büyük bir dostluk zemini yoktur. Bunun için yola çıkan insanların vefası birbirlerine ve uğruna baş koyulan menzillere sadakattir. Dostluğun temel dayanaklarından biri vefadır bu yüzden.

Dostluğun ana harcı Allah için olmasıdır, bu duygunun şahsi sevgiyle birbirine karışması lazım. Müslüman olduğu gün elindeki kırk bin dinarın otuz beşini Allah için verdi Hz. Ebu Bekir (ra). Hicret zamanı gelince de elinde kalan her şeyi. İslam’ın zorlu Mekke günlerinde eziyet altındaki mümin köleleri tek tek satın alıp azat ediyordu.

İnsani kadirşinaslık bunun yansıma biçimi. Peygamberimiz Hatice ile düğünü sırasında sütannesi Halime’yi unutmamış, ona kırk koyun yollamıştı vefasını göstermek için. Hatice annemizin vefatından sonra da yakın kız arkadaşlarını ziyaret eder, onları her vesileyle anar ve hediyeler yollardı. Şimdi kim ölen eşinin arkadaşlarını ziyaret ediyor, gittikçe gerileyen insanlığımız buna müstait mi, 1500 sene sonra ne kötü bir taassuba ve kötücül düşüncelere saplandık. Hüzün Yılı ilan eden bir erkek var mıdır eşinin ölümüne. Hz. Aişe (r.anha)  bir gün “Varsa yoksa Hatice, Allah sana Hatice’den daha alasını nasip etti, o vefat ettiyse yerine ben geldim” demişti. Dünyada genç karısına karşı hiç tereddüt etmeden “Hayır Aişe! Allah bana Hatice’den âlâsını nasip etmedi! İnsanların beni yalancı çıkardığı bir devirde bana herkesten evvel iman eden, insanların beni mahrum bıraktığı demlerde bana bütün malını veren odur.” diyerek kim karşı durabilir.

O’nun süfli düşüncelerden, dünyevi bayağılıklardan azade olan aşkı da kimselere benzemiyordu bu yüzden. O her şeye göğüs geren, metanetli, dirayetli kadın; kristal gibi üzerine titrenmesi gereken bir emanetti aynı zamanda. Kristal gibi inceydi sevdiği kadın ve ona göre ihtimam gerekirdi. Baskıların dayanılmaz boyutlara ulaştığı, vahiy üç yıl boyunca kesilip de büyük bunalımların yaşandığı berzah zamanlarında yanında Hatice (r.anha)  vardı. Kendisini yüksek kayalıklardan atacak kadar üzgün olduğu demlerin sadakat dolu, bağrı teselli kaynağı kadını Hatice (r.anha) bu yüzden tek ve biricik.

Sahabelere davranışları da böyleydi. Sayfaların almayacağı dostluk örneklikleri var. Hz. Ebû Bekir (ra) mesela. Cahiliye zamanlarında da çocukluktan dosttular. Ölüm ayırana dek ayrılmadılar. Yemen padişahı Ebrehe’nin Kâbe’yi yıkmak için Mekke önüne geldiği, ordusundaki beyaz bir filin Mekke kapısında yere çöküp bir adım bile atmadığı, Ebabil kuşlarının deniz tarafından sökün edip ağızlarındaki taşlarla zalim orduyu tarumar ettiği zaman. O yıl doğmuştu Peygamberimiz. Ebû Bekir (ra) de iki yıl sonra. Necip Fazıl, “Peygamber Halkası” kitabında, dostluklarının cahiliye döneminde sıkı tartışmalar ve fikir alışverişleri içinde geçtiğini söyler. Vahye hazır iki yürektiler ve Peygamberimiz vahyi onun yüreğine açtığında bir lahza duraksamadan kabul eden arkadaş, Hz. Ebû Bekir (ra) O’ndan hüccet, vesika, senet istemedi. İsmi “işe erken başlayan, peygamberle ilk tekbiri alıp namaza duran kişi” manasına kendisine verildi. Sadık olması da gösterdiği sorgusuz sualsiz teslimiyetin adı.

Dostluğun ana harcı Allah için olmasıdır, bu duygunun şahsi sevgiyle birbirine karışması lazım. Müslüman olduğu gün elindeki kırk bin dinarın otuz beşini Allah için verdi Hz. Ebu Bekir (ra). Hicret zamanı gelince de elinde kalan her şeyi. İslam’ın zorlu Mekke günlerinde eziyet altındaki mümin köleleri tek tek satın alıp azat ediyordu. Bunların başında Bilal-i Habeşi (ra) gelir. “Övünmekten sakının, topraktan gelip yine ona gidecek olan insan nesiyle övünmeye hak kazanabilir, bugün diriyse yarın ölüdür, siz şimdiden kendinizi ölü sayın, iyi işler yapmaya bakın” diyordu. Bu, Yunus’un “deli gibi tapınma sen kendini battın tut” deyişine benziyor. Dost gönüllerin kelimeleri benziyor birbirine. Hz. Ömer (ra)’in yüzüğünde de “vaaz verici olarak sana ölüm kâfidir” yazması gibi.

Peygamberimiz 63 yaşında vefat edince halife seçilip iki yıl bu görevi icra etti ve O’nun vefat ettiği yaşa geldi böylelikle. O da 63 yaşında vefat etti. Kısakürek’e göre, dostluğun şahikası bu durum dostlar arasındaki kemiyetlerin ve keyfiyetlerin esrarlı raksıdır.

Hicrette sıra sıra müminleri Medine’ye yollamıştı Peygamberimiz. En yakın dostları kalmıştı kendisiyle. Hz. Ali (ra)’yi kalan işleri bitirsin diye bırakıp yola çıktıklarında, saklanmak zorunda kaldıkları Sevr mağarasında yumurtalarını bırakan kanatlarını döken güvercinle, ağlarını örüp onları gizleyen örümceğin dostluğu unutulmaz. Yorgunlukla başını dizine koyup uykuya dalan Peygamberimizi seyre koyulmuştu Hz. Ebu Bekir (ra). O’nu ısırabilecek olan bir yılanın mağara deliğinden içeri girmeye çalıştığını görünce engellemek için ayağını bastırmıştı deliğe. Sokulurken de hiç kıpırdamadı dostu uyanmasın diye. Onun sessizce gözünden gelen yaşın yüzüne damlamasıyla uyanır kalbi uyumayan Peygamber, sonra muhabbetle bakar, ona sessizce zikretmenin sırlarını açar tasavvuf erbabına göre. Zikr-i hafi burada temrin ve terennüm edilmiştir. Peygamberimiz 63 yaşında vefat edince halife seçilip iki yıl bu görevi icra etti ve O’nun vefat ettiği yaşa geldi böylelikle. O da 63 yaşında vefat etti. Kısakürek’e göre, dostluğun şahikası bu durum dostlar arasındaki kemiyetlerin ve keyfiyetlerin esrarlı raksıdır.

Peygamberimizin sağ yanına, başı onun göğüs hizasına gelecek şekilde defnedildi. Ahzab, Zümer, Rahman, Al-i İmran, Tahrim surelerinde ehliyeti, eşsiz teslimiyeti, dostluğu övülen kişi. “Mağarada yârim, Kevser havuzunda arkadaşımsın” hitabına mazhar olan.

Hz. Ali (ra) ise amcaoğlu. Vahiy evinde büyüyen çocuk. Peygamberliğini açıklaması gereken çok zor ve çetrefilli zamanda onun desteğini gördü ilkin, bir çocukla çetin işi istişare etti.

Hicret esnasında Kureyş toplanıp da Peygamberimizin katline karar verdiğinde o gece yatağına amcaoğlu yattı. Peygamberimizin evi sarıldığında, Cebrail’in getirdiği emirle yola çıkması gerekiyordu. Son muhacir Hz. Ali (ra) ise Allah’ın inayetiyle canını kurtardı ve yürüyerek geldi Medine’ye. Biricik dostu yanına geldi ve yaralı ayaklarını meshederek iyileştirdi. Ali (ra), Hayber Kalesi’nin tunç kapısını kucaklayıp kaldıran adam. Fatıma (r.anha) ile tartıştığı bir gün mescide gidip tozun toprağın içinde yattığında kızın babası gelip kaldırmıştı onu şefkatle, üzerini silkeleyerek. “Ya Ebu Türab!” diye seslenerek… (Toprak babası demek.) Bu isim en sevdiği ismi oldu. Bir de Haydar (aslan) ve Murtaza (razı olunan) isimleri var. İlmin kapısı Ali (ra) o. Peygamberimiz vefat edince ciğeri yanan beyitler söyleyen adam:

Ben hem dünyadan çabuk usanırım,
Hem de kapılacak cahillerden değilim!
Peygamberin pâk cesedi
Şu toprakta olduğu için
Benim dünya ile birleşmem muhal!

Allah her konuşanın sesini işitir, her susanın kalbini duyar diyordu. En büyük dost olan Rabbini anlatıyordu bize: “Sana isyan eden senin sultanlığına eksiklik getirmez, sana itaat gösteren mülkünü büyütemez. Senin kaderine rıza göstermeyen onu değiştiremez ve senin fermanından bir şey beklemeyen ondan müstağni kalamaz.”

Çiçero’nun “Dostluk” kitabı inceciktir, ama değerlidir. Dostunu kaybetmiş bir bilge olan Laelius’un konuşmaları şeklinde yazılmış. Burada meseleye iki insan arasındaki ilişkiler açısından yaklaşılır ki elbette bu önemli. Buna göre dostluğu hem doğuran hem sürdüren erdemdir, erdem olmadan dostluğun hiçbir türlüsü olamaz. İyi günlerinde senin kadar sevinecek biri olmasaydı, mutluluğundan ne zevk alırdın. Kara günlerinde senden çok üzülecek bir dostun olmasaydı, o günlere katlanmak zor olurdu. Çiçero’ya göre doğadan sevgi bağı ve yakınlık kaldırılsa hiçbir ev, hiçbir kent ayakta duramaz. Tarım bile yapılamaz.

Sözünü ettiği bir tiyatro oyununda, biri dostunun yerine ölmek için suçu ben işledim diyerek öne atılınca alkışı alır elbet, ama aslında alkış kendilerinin asla yapamayacağı bir şeyi yapan muhayyel kişiyedir. Çiçero, Ali (ra)’yi tanımıyordu ki? Böyle bir kişinin sadece hayallerde olabileceğini düşünüyordu ister istemez. 

Acaba karşılıklı yardımlaşmaya girişirken insanların amacı tek başlarına beceremeyecekleri şeyleri başkasının yardımıyla elde etmek, sırası gelince karşılığını yapmak mıdır? Yoksa bu yardımlaşmanın ötesinde dostluğun daha derin, daha asil, derinlerden başka bir nedeni mi vardır. Buraya kadar getiren Çiçero’ya artık canfeda bir ilişkiden söz edilebilir. Zaten dostluğun ondan ne çıkarlar elde edilebileceği düşüncesinden çıkması düşünülemez. Dürüstlük ve aşkınlığı görmeyen ruh, dostluk için kolayına harekete geçemez.

Dostluğun kutsal yasasında dost uğrunda şerefli şeyler yapmak ve ondan şerefli şeyler istemek var çünkü. Bu yüzden kendimiz için yapmayacağımız nice şeyler vardır ki dost uğruna yapabiliriz. Birine fena halde çıkışmak, yalvarmak, rica etmek gibi.

İşin ilginç yanı tamamlanma isteği esas saik olsaydı, kendini en güçsüz olarak duyumsayan insanın dostluğa en uygun kişi olması gerekmez miydi. Oysa durum bambaşka. Laelius diyor ki: “Ölen dostumun bana ihtiyacı yoktu benim de ona yoktu.” Bir insanın kendine güveni ne kadar tamsa ne kadar erdem ve bilgelikle donanmışsa o kadar dost edinme kabiliyeti oluyor. Dostluğun kutsal yasasında dost uğrunda şerefli şeyler yapmak ve ondan şerefli şeyler istemek var çünkü. Bu yüzden kendimiz için yapmayacağımız nice şeyler vardır ki dost uğruna yapabiliriz. Birine fena halde çıkışmak, yalvarmak, rica etmek gibi.

Düşmanlar çoğu kez gerçekleri söylerken dostların yumuşak görünme adına susması nasıl bir dostluktur. Bu yüzden gerçeği dostundan bilip duymaya yanaşmayan insanın kurtuluşu olmaz.

Çiçero haklı, dostlukta hiçbir fayda güdülmez ama fayda beklenilmeden de zaten kendiliğinden çiçeklenir.

Fethi Gemuhluoğlu’nun dostluğa dair konuşmasından bakalım bir de Hz. Ali (ra) ile Hz. Ebubekir (ra)’e:

“Dost ol kişidir ki, öldürülmesi muhakkak ve mukarrer olan o gecede Peygamber-i Ekber’in yatağında yatar, Ona Şâh-ı Velâyet denir. Dost ol kişidir ki, Yâr-ı Gâr’dır. Kucağında, mübarek bir emanet vardır. Bütün delikleri elbisesinden muhtelif parçalarla tıkar, son deliğe tabanını dayamıştır. Kucağındaki mübarek emanet, uyumayan uyanıklık içinde uyur görünmektedir. Oradan Ebû Bekir’i yılar sokar. Dost son deliğe tabanını, taban gibi görünen gönlünü uzatandır. Gönlü ile orayı tıkayandır.”