Dünden Bugüne Hac Yolunda

23 Haziran 2022

Hac, insanların uzun ve oldukça zor bir yolculuğu hayatları pahasına göze aldıkları bir ibadettir. Teknolojinin, ulaşım imkanlarının  bugünkü kadar gelişmediği bir dünyada ibadet için kıtaları aşıp bir yerden başka bir yere gitmek ve tekrar eve dönmek ancak inançla açıklanabilir. İslam öncesinde ve sonrasında insanlar, gruplar halinde ya da bireysel olarak; deve, at, demiryolu, araba, otobüs ve uçak gibi çeşitli ulaşım araçlarını kullanarak bu ilahi görevi yerine getirmeye çalışmışlardır.

İslam’dan önceki üç asır boyunca Suriye, Filistin ve Mısır gibi Hristiyan ülkerinde aziz ve şehitlerin türbelerine yapılan hac maksatlı ziyaretler gelişmiştir. Başta Kudüs olmak üzere, Suriye’deki Büyük Aziz Symeon Stylites’in naaşının bulunduğu türbesi, Klikya’daki (Tarsus) Aziz Tekla Türbesi, İskenderiye’nin dışında, çölde yer alan Aziz Menas Türbesi, Suriye’nin kuzeyindeki Sergiopolis ‘te bulunan Savaşçı Aziz Sergios’un türbesi İslam öncesi dönemde hac ziyereti yapılan önemli yerlerdir. Bu mekanların birçoğunda  hac ve ticaret iç içedir. İnsanlar hac vesilesi ile bir taraftan kutsallık atfettikleri mekanlardaki azizlere saygıları sunmakta diğer bir yandan da mal alıp satmaktaydı.[1]

Hac ve ticaretin iç içeliği Hz. Peyagamber’in (sav), çocukluk ve gençlik dönemlerinde (5. yy’da) de aynı şekilde devam etmiştir. Mekke ve onunla özdeşleşmiş olan hac hadisesi, Yakın Doğu’nun genç antik döneminde görülen en yaygın hadiselerden biriydi. Yerleşim bakımından oldukça elverişsiz bir alanda, su kaynalarına uzak, tarıma uygun arazilerin neredeyse mevcut olmadığı bir yerde konumlanan Mekke şehri, varlığını büyük oranda Harem bölgesine ve buranın kalbi konumunda bulunan Kâbe binasına borçluydu. Şehrin tüm bu eksikliklerine rağmen hayatiyetini sürdürebilmesi buraya hac için gelen ziyaretçiler sayesindeydi.[2]

Nübüvvet ile birlikte Kâbe ve etrafındaki harem bölgesi tevhidî inancın merkezi haline gelerek eski İbrahimî rolüne tekrar kavuşmuştur. Hz. Peygamber’in hayatının son senesinde gerçekleştirdiği Veda Haccı ile de hac son şekline kavuşmuş, haccın rükunları tespit edilip putperest hurafe ve kalıntılardan tamamen temizlenmiştir.

İslami kaynaklara göre haccın Hz. Adem’e kadar uzanan bir geçmişi vardır. Ancak en temelde Mekke’deki ilk ibadethanenin Hz. İbrahim tarafından yeniden inşa edildiği kabul edilir. “Bir zamanlar İbrâhim, İsmâil ile beraber beytin temellerini yükseltirken...” (el-Bakara 2/127) mealindeki ayet Hz. İbrahim’in oğlu İsmail ile birlikte, Nuh Tufanı’nın ardından uzunca bir süre kumlar altında kalan Kâbe’yi gün yüzüne çıkarıp haccın menasikini tespit ederek kabenin her yıl ziyaret edilmesini sağlamıştır. Hz. İbrahim, cariyesi Hacer ve oğlu İsmail’i burada bırakıp Filistin’e döndükten sonra, ardından gelen peygamberler ve ümmetleri de Kâbe’yi ziyaret etmeye devam etmişdir.[3]

5. yüzyıl boyunca Mekke, Kusay ve  Hz. Muhammed (sav)’in de mensup olduğu Kureyş ‘in denetiminde bulunmuş, Kâbe’nin bakım ve onarımı bu aileler tarafından gerçekleştirilmiştir. Bu aileler aynı zamanda hac ticaretini de ellerinde bulunduran Mekke’nin önemli aileleridir. Nübüvvet ile birlikte Kâbe ve etrafındaki harem bölgesi tevhidî inancın merkezi haline gelerek eski İbrahimî rolüne tekrar kavuşmuştur. Hz. Peygamber’in hayatının son senesinde gerçekleştirdiği Veda Haccı ile de hac son şekline kavuşmuş, haccın rükunları tespit edilip putperest hurafe ve kalıntılardan tamamen temizlenmiştir.[4]

Mekke’nin fethinin ardından gerçekleşen ve Hz. Muhammed (sav)’in de katıldığı ilk hac kafilesine Hz. Ebû Bekir emirlik yapmış, müşriklerin Mescid-i Harâm’a yaklaşamayacağı (et-Tevbe 9/28), kadın veya erkek hiç kimsenin çıplak tavaf yapamayacağı gibi hususları tebliğ etmek görevi ise Hz. Ali’ye verilmiştir. Hicretin 10. yılında hac görevini ifa eden Hz. Peygamber (sav)’in vefatından sonra gelen halife ve hükümdarlar hac emirliği uygulamasını sürdürmüşlerdir. Halife ve hükümdarlar ya bizzat kendileri hacca gitmek ya da bir emîr tayin etmek suretiyle hac kafilelerinin bu vecibeyi huzur içinde yerine getirmelerini sağlamıştır. Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer halifeliklerinin ilk yılında hac emîri tayin edip ertesi yıl bizzat hacca gitmişler, Hz. Osman ise halifeliğinin ilk ve son yılları hariç her yıl haccetmiştir. Hz. Ali ise iç karışıklıklar sebebiyle hilâfet yılları içinde buna fırsat bulamamıştır.[5] Fakat Hz.Ali, akrabalarını kendisine vekaleten hac emiri olarak tayin etmiştir. Hac emirliği geleneğinin zaman zaman farklı şekillerde de olsa 1926’ya kadar devam ettiği görülür.[6]

Emeviler Dönemi

Emevi halifesi Muâviye de İslam ümmeti üstündeki otoritesinin bir göstergesi olarak hacda bir takım yeni uygulamalara imza atmıştır. Örneğin halifenin veya başka bir idarecinin Kâbe’nin örtüsünü tedarik etmesi geleneğini başlatan Muâviye’dir. Muâviye, Suriye’deki idare merkezini bırakıp her sene Mekke’ye gitmesi zor olacağından sadece iki kez hacca gitmiştir. Daha sonraki yıllarda ise ailesinden, kardeşlerinden birini hac emiri tayin ederek İslam dünyası üzerindeki otoritesini sürdürmeye devam etmiştir. Muâviye’nin ardından oğlu Yezid de siyasi otoritesini sürdürmek, toplumu kontrol etmek, ümmetin ve müslümanların lideri sıfatını güçlendirmek için hac ve hac emirliği meselesine büyük önem vermiştir. Nitekim Hz. Ali’nin oğlu Hz. Hüseyin’in Kerbala’da şehit edilmesi, hilafet mücadelesinin bir sonucudur.[7]

Kâbe’yi Hz. İbrahim’in inşa ettiği dönemki haline döndürmek isteyen İbnü’z-Zübeyr, Mekke’nin ileri gelenleriyle istişareler yapmış, tamamen yıkıp yıkmama konusunda onların oyuna başvurmuştur. Büyük bir çoğunluk tamamen yıkıma karşı çıkmış sadece yenilemesini tavsiye etmiştir.

Hac bu açıdan bir nevi müslüman siyasetinin sahnesi konumundadır. O dönemde hac üzerinden yaşanan bir başka siyasi mücadele örneği ise Yezid’in döneminde başlayan ve yaklaşık on yıl süren, Emeviler ile Abdullah ibn Zübeyr’in mücadelesidir. Yezid’in en güçlü ve en dişli rakibi olan İbnü’z-Zübeyr, onun hilafeti ele geçirdiğini öğrendikten sonra hemen Medine’den Mekke’ye geçmiş, kendi gücünü pekiştirmek ve Emevi iktidarını zayıflatmak için haccı kullanmaya çalışmıştır. Yezid’in idaresinin 680 senesindeki ilk haccında İbnü’z Zübeyr, Emevi halifesinin temsilcisini tanımamış ve ayrı bir cemaat teşkil eden kendi taraftarlarına imamlık yapmıştır. Bu sebepten 682 yılı haccında Arafat’ta en az üç farklı grup vardır: Emevi temcilsi taraftarları, Hâricî Necde taraftarları, İbnü’z-Zübeyr taraftarları. Üç grupta birbirlerinden ayrı bir şekilde, kendi önderlerini takip ederek Arafat’tan dönmüştür. Yezid’in ölümünün ardından İbnü’z-Zübeyr Mekke’nin tartışmasız hükümdarı ve hac emiri olmuştur. Emeviler Suriye’de iç çatışma ile meşulken o Kâbe’yi yeniden inşa işine koyulmuştur. Kâbe’yi Hz. İbrahim’in inşa ettiği dönemki haline döndürmek isteyen İbnü’z-Zübeyr, Mekke’nin ileri gelenleriyle istişareler yapmış, tamamen yıkıp yıkmama konusunda onların oyuna başvurmuştur. Büyük bir çoğunluk tamamen yıkıma karşı çıkmış sadece yenilemesini tavsiye etmiştir. İbnü’z-Zübeyr, çıkan bu sonuca rağmen Kâbe’yi tamamen yıkmış ve yeniden inşa etmiştir. Öyleki Kâbe’nin bugünkü halinin büyük ölçüde İbnü’z-Zübeyr tarafından tasarlanan ve inşa edilen bina olduğu konusunda görüş birliği vardır.[8]

İbnü’z-Zübeyr’in gittikçe artan otoritesine karşı Emevi Halifesi Abdülmelik, Haremeyn üzerindeki hükümranlığını pekiştirmek için en güvendiği kumandanı Hacac ibn Yusuf ‘u ve ona destek olması için diğer bir kumandanı Tarık ibn Amr’ı Mekke’yi kuşatmak üzere göndermiştir. Kuşatma devam ederken hac mevsimi resmen başaladığında her iki taraf da birbirlerinden olabildiğince uzak kalarak haclarını eda etmiştir. Geçici ateşkes sırasında tarafsız hacıların haccın bütün rükünlerini yerine getirmelerine izin verilmiştir. Hac biter bitmez mücadele yeniden başlamış, mancınık bombardımanının gittikçe artması, İbnü’z-Zübeyr ve taraftarlarının yiyecek ve mühimmat stoklarının tükenmesi ve en nihayetinde de İbnü’z- Zübeyr’in hücum sırasında öldürülmesi üzerine altı ay süren kuşatma  bitmiştir. İbnü’z-Zübeyr, Emevi otoritesini hiçe sayarak tam on yıl boyunca Mekke’yi ve hac kurumunu kendi idaresinde tutmayı başarabilmiştir. Bu on senelik dönem sanatsal miras bakımından da önemli bir dönem olarak kabul edilir.[9]

Abdülmelik’in ardından oğlu ve halefi Velîd döneminde de hac yolculuğunu daha kolay ve güvenli kılmak için çeşitli tedbirler alınmıştır. Dağ yollarındaki geçitler temizlenmiş, Hicaz’da yeni kuyular kazdırılmış ve Mekke’de içme suyu tedariki kolaylaştırılmıştır. Bir diğer Emevi halifesi Hişâm ibn Abdülmelik de Suriye’den Haremeyn’e varan güzargahta su kemerleri ve su tankları yaptırmıştır.[10]

Abbasiler Dönemi: Haccın Altın Çağı

750 yılında Emeviler’in Abbasiler tarafından yıkılmasının ardından hac konusunda ciddi gelişmeler yaşanmıştır. Abbasi idaresinin başlangıcından Hârûnürreşîd’in 809’daki vefatına kadar olan ilk yarım asır haccın altın çağı olarak nitelendirilir. Hilafeti ve iktidarı geniş müslüman toplumlarına yaymak gayesinde olan Abbasiler için hac ve hac menasiki, Abbasi siyasetinin merkezi unsurlarından biridir. Abbasiler’in iktidar merkezini Suriye’den Irak’a taşımasıyla birlikte hac kervanları artık Suriye’den değil Irak’tan başlayarak buradan Arabistan çöllerini aşıp Haremeyn’e ulaşıyordu. Irak başlangıçlı hac seyahati, Suriye’ye göre çok daha zordu. Doğal su kaynakları bulunmayan uzun mesafeler vardı. Abbasiler müslümanların hac seyahatini kolaylaştırmak için kervan yollarına bir dizi sarnıç inşa ettiler. Emevi döneminin çok daha ötesine geçerek Derbizübeyde (Zübeyde Yolu) olarak bilinen güzargah üzerinde  konaklar yaptılar. Derbizübeyde’nin amacı, Bağdat’tan başlayarak Haremeyn’e kadar olan güzergahta her bir menzillik mesefade su kaynakları, erzak ve konaklama mekanları oluşturmaktı. [11]

Haccın altın çağının zirve noktası Hârûnüreşîd’in hilafet dönemidir. Halife en az dokuz kez hacca gitmiş ve her seferinde kendisiyle beraber saray mensuplarını ve memurlarını da götürmüştür. Bunların en önemlisi Aralık 802 haccıdır. Bu hac mevsimi boyunca Mekke İslam dünyasının başkenti haline gelmiştir.

Daha önce hiç görülmemiş büyüklükteki bu organizasyon ve inşaa faaliyetini, Hârûnüreşîd’in zevcesi Zübeyde bint Cafer (ö.831) kendi şahsi servetinden tasarrufta bulunarak gerçekleştirilmesini sağlamıştır. Kendisi ve kocası arasında o dönemde hac  üzerinden büyük bir cömertlik yarışı vardır. Zübeyde’nin ve eşinin dışında Hârûnürreşîd’in annesi Hayzüran bint Ata, Halife Muktedir’in annesi Seyyide Şağab Hatun ve Abbasilerin ileri gelenlerinden pek çok isim zikredilebilir.[12]

Haccın altın çağının zirve noktası Hârûnüreşîd’in hilafet dönemidir. Halife en az dokuz kez hacca gitmiş ve her seferinde kendisiyle beraber saray mensuplarını ve memurlarını da götürmüştür. Bunların en önemlisi Aralık 802 haccıdır. Bu hac mevsimi boyunca Mekke İslam dünyasının başkenti haline gelmiştir. Büyük cömertliklerin sergilendiği bu hac da Haremeyn ailesine yaklaşık 1.5 milyon altın dinar dağıtıldığı bilinir.[13]

Hârûnüreşîd, Abbasi halifeleri içinde en çok hacca giden ve ayrıca hacceden son halifedir. Ondan sonki halifeler artık hacca bizzat gitmemişlerdir. Abbasi hilafetinin bu ikinci döneminde (IX. ve X. yüzyıllarda) hilafet makamı gittikçe artan iç ve dış sorunlar ile boğuşmaya başlamıştır. [14] Bu sorunlardan başlıcaları: iç karışıklıklar, dış tehditler, bedevîlerin çapulculukları, iktisadî sıkıntılar, susuzluk ve aşırı sıcaklarla sağlık problemleriydi. Bu dönemde ortaya çıkan iç sorunlardan biri olan “Karmatîler” haccı ve hacıları en çok etkileyen olaylardandır. Karmatîler, Abbasilere karşı düzenlenen Zenc isyanı sonrasında ortaya çıkan ve Hz. Ali’nin soyundan gelen İsmail adına hilafet ihdas etmek amacında olan bir dini gruptur. Hac kervanlarına saldıran Karmatîler, 858’de Batı Afrika’dan gelen bütün hacı adaylarını rehin almışlar, 916’da Derbizübeyde boyunca giden hac güzargahını kapatarak erkek hacıları katletmiş ve kadın hacıları esir almışlardı. 930 yılında daha da ileri giderek Mekke’ye girip çok sayıda hacıyı katletmiş ve Hacerülesved’i de yanlarında götürmüşlerdir.[15]

13. yüzyılda İslam dünyasındaki siyasal bölünmeler, Moğol istilası ve Haçlı tehtidleri haccın güvenli ve huzurlu bir şekilde yerine getirilmesini zorlaştırmaktaydı. Örneğin Eyyübi hükümdarlığının son yıllarında Mısır ve Suriye’den hiçbir hac kervanı Mekke’ye yola çıkamamıştır.

Abbasilerin ardından 969’da Şii Fatımiler Mısır’ı fethetmiş ve Kahire’yi başkent olarak kabul ettmişlerdi. Böylelikle artık ana hac kervanları Irak yerine Mısır ve Suriye’den yola çıkmaya başlamıştır. Hacılar iki farklı güzargah üzerinden Mekke’ye ulaşmaktaydı. Buna göre birinci yol: Kahire’den başlayıp Sina Yarımadası’ndan Akabe’ye oradan da aşağıya, Hicaz’a; Medine’ye ve güneyde devamla Mekke’ye varmaktaydı. İkinci yol: Kahire’den Nil güzergahıyla Yukarı Mısır’a ve Doğu çölünden geçerek Kızıldeniz’in Ayzab limanına, oradan da aşağı  Mekke’nin limanı olan Cidde’ye ulaşmaktaydı.[16]

13.-15. Yüzyıllarda Hac

13. yüzyılda İslam dünyasındaki siyasal bölünmeler, Moğol istilası ve Haçlı tehtidleri haccın güvenli ve huzurlu bir şekilde yerine getirilmesini zorlaştırmaktaydı. Örneğin Eyyübi hükümdarlığının son yıllarında Mısır ve Suriye’den hiçbir hac kervanı Mekke’ye yola çıkamamıştır. Yine 1258’den sonraki birkaç on yıl boyunca Moğollar’ın Bağdat’ı işgali ve Abbasi Halifesi’nin idamının ardından Irak’tan hiçbir kervan hacca gidememiştir. 1260’larda Suriye ve Mısır’da  Memlük saltanatının kurulmasının ardından Hicaz’daki durum değişmiş, hac kervanları 1266’tan sonra Akabe güzargahını kullanarak Mısır’dan bir kez daha yola çıkabilmiştir. Bu yıl aynı zamanda Kabe’yi örtmek amacıyla işlenen ve siyah kumaştan dokunan Kabe örtüsünün (Kisve) ve mahmil olarak bilinen tahtırevanın da kervanla beraber gönderilmeye başlandığı senedir.[17]

15. yüzyılda yaşayan yazar Kalkaşandi’nin  belirttiğine göre mahmil, “sarı ipekten dikilmiş nakışlı, tepesinde topuz bulunan bir çadır”dır. Sarı renk Memlükler’in sembolüdür ve Tahtırevan’ın içinde Kur’an’ın bir nüshasından başka bir şey bulunmaz. Hac kervanında mahmili taşıyan deve, yükünü Mekke’ye getirdikten sonra  ömrü boyunca başka bir yük taşımazdı. Mahmil’in kökeni ve gönderilmesinin öneminin nedeni kesin olarak bilinmemekle birlikte, Mısır sultanı ve Osmanlı sultanları tarafından Haremyn üzerinde sembolik bir egemenlik iddiası olarakuzun yıllar bu gelenek sürdürülmeğe devam etmiştir.[18]

Mahmil alayı o dönem toplumları için hac öncesinde yapılan önemli bir ritüeldir. Kahire’de 1325 yılında yapılan mahmil alayına tanık olan ünlü seyyah İbn-i Battuta’nın aktardığına göre; şehrin tüm önde gelenleri mahmili ve hac emirini selamlamak üzere at sırtında şehir dışına çıkmışlar ve develerin sırtında  nağmeler söyleyen sarbanlar (haberciler) öncülüğünde tüm şehri dolaşmışlardır. Kahire’yi turlayan mahmile eşlik eden merasimler Memlükler’in sonuna doğru daha özenli bir şekilde düzenlemeye başlar. Bu dönemde develerin sırtında değerli kumaşlar ve Çin imalatı nesneler de sergilenmeye başlar. Alayın geçeceği güzergahta dükkanı bulunan esnaf evlerini ve dükkanlarını boyar, duvarlarına halı asar. Mızrak oyunları oynanır, adına ifrit denilen atlı kabadayılar hem kalabalığı eğlendirirler hem de çeşitli tehditler ile dükkanlardan haraç toplarlar. Osmanlı döneminde bu mızrak oyunlarına son verilmiş ve bu tür zorbalıklara müsaade edilmemiştir. Onların yerine alayın en önünde dervişler yürümeye başlamıştır.[19]

Hac sırasında vefat etmeye de büyük önem atfedilmiştir. Bilhassa yaşlı ve hasta hacı adayları Mekke’ye ulaşmayı ya da yolda ölmeyi umut eder, bazıları da bu isteğine nail olurdu. Hac, kış aylarının en zor günlerine ve sıcak yaz aylarına denk geldiğinde yolculuk çok daha zor olmaktaydı.

Memlük ve Osmanlı saltanatı sırasında Kahire ve Şam’dan yola çıkan hacı kervanları önceki dönemlerden çok da farklı değildir. Fakat bu kervanlar ve yolculukları hakkında daha çok bilgi mevcuttur. 15.yy’da Kahire ve Şam’dan yola çıkan hac kervanları küçük birer mobil kasaba gibidir. Çöl güzargahlarına aşina olan çöl bedevileri kervanlara rehberlik eder. Onları sırasıyla sakalar, eşraf, kisve, mahmil  okçular ve meşaleciler tarafından korunan hazine takip eder. Hazinenin hemen arkasında sırayla zengin tacirler ve hacıların ana grubu yer alırdı. En arkada da öndekilere yetişmeye çalışan fakir hacı adayları bulunur. Kervandan geri kalan hacıları ve düşen eşyaları toplamak için atlı bedeviler görevlendirilir.[20]

Hacıların hayatından, yolculuğun güvenli ve huzurlu bir şekilde sürürmelerinden sorumlu kişi hac emiri ve onun komutasındaki birliklerdi. Hac kafilesinin kendi imamı, müezzini ve kadısı vardır. Kervanda su temininden, yakacak toplanmasından ve havai fişeklerden sorumlu görevlilerin yanı sıra fırın, müzisyenler, cellatlar, gözcüler, deve semerlerini tamir eden bir marangoz ve hac emirini eğlendirmek için rebab eşliğinde şiirler okuyan şairler de bulunurdu.  Kafilenin yola çıkışı ve mola vermesi davul ya da havai fişekler ile haber verilirdi. Kahire’de başlayıp Ecrud ve Akabe üzerinden Kızıldeniz’in doğu kıyısında devam eden hac yolculuğu uzun molalar da dahil kırkbeş ila elli gün sürmekteydi.[21]

Hac sırasında vefat etmeye de büyük önem atfedilmiştir. Bilhassa yaşlı ve hasta hacı adayları Mekke’ye ulaşmayı ya da yolda ölmeyi umut eder, bazıları da bu isteğine nail olurdu. Hac, kış aylarının en zor günlerine ve sıcak yaz aylarına denk geldiğinde yolculuk çok daha zor olmaktaydı. Öldürücü semum (sıcak, kumlu rüzgar) sıcağının yanı sıra ani sel baskınları, eşkiyalık ve veba gibi hastalıklar da büyük ölümlere yol açmaktaydı. Kervanda, vefat eden hacıların mal varlıklarını idare etmek için görevli kişiler bulunurdu. Müteveffanın eşyalarına el konulduğundan bazen ölen kişi, arkadaşları tarafından gizlice çadırlara gömülürdü.[22]

Yolculuk elbette her cografya için farklılıklar arz etmekteydi. Farklı ülkelerden Mekke’ye yola çıkan hacı adayları için hac, bazen günler, aylar ve hatta yıllar süren bir yolcuğu gerektiriyordu. Örneğin, Kuzey Afrikalı hacılar deniz yoluyla önce İskenderiye’ye ulaşır oradan Kahire kervanına katılırlardı. Ya da Faslı bir hacı, hac için neredeyse evinden uzakta 15 ila 18 ay geçirirdi. Sahraaltı Afrikası’ndan yola çıkan hacılar çok daha zorlu engellerle karşılaşırlardı. Sömürge öncesi dönemde Gao’dan ya da Mali’den çıkan bir hacının yolculuğu iki seneden az sürmez, hatta bazen bu süre sekiz seneye kadar çıkabilirdi. Hacca giden çoğu Afikalı bir daha geri dönemeyeceğini düşündüğünden bütün malını mülkünü gitmeden evvel satar, bazen hanımını dahi boşadığı olurdu. Özellikle siyah Afrikaların yolculuk sırasında haydut saldırılarına maruz kalma, köle edilme veya yabancı bir orduya zorlanma alınma ihtimalleri vardı.[26] İranlı hacılar ise önce Şam’a varır ardından Suriye’den gelen kervana katılır ya da Kufe ve Hail üzerinden Bağdat-Mekke güzergahını takip ederdi. Hintli ve Güneydoğu Asyalı ve Çinli hacılar ise genelde deniz yolunu tercih ederdi.[23]

16.-18. Yüzyıllarda Hac

Osmanlılar, 1517’de Hicaz’ın yönetimini Memlükler’den devraldığında, hac organizasyonunun sorumluluğunu da yüklenmiş oldular. Başkent İstanbul Haremeyn’e uzak fakat deniz ve karayoluyla bağlantılı idi; bu bağlantıda resmî Şam ve Kahire güzergâhları ön plana çıkıyordu. İstanbul-Kahire hattında denizyolu önem kazanırken Şam’dan itibaren güneye yönelen İstanbul-Mekke kervan yolu, uzun olmakla birlikte elverişli bir güzergâhı takip ederek Hicaz’a ulaşabilmekteydi. Bunların dışında Yemen’den başlayan diğer bir resmî hac yolu daha vardı. Ancak bu yol hakkında yeterli bilgi yoktur. Basra’dan Hicaz’a doğru Arabistan yarımadasını doğudan batıya aşan kervan yolu ise Osmanlılar’la Safevîler arasındaki siyasî ihtilâflardan dolayı pek işlek durumda değildi.[24]

Yavuz Sultan Selim döneminde Şam’dan kalkan hac emirinin bir sürresi (kese) bulunuyordu. Bu sürreden yolculuk sırasında hac kervanının karşılaşma tehlikesi olan bedevi kabilelerini def etmek için ödeme yapılır, Mekke ve Medine eşrafına bağışlarda bulunulur, fakirlere sadaka dağıtılırdı. 

Osmanlılar da tıpkı kendilerinden önceki devletler gibi hacca ve hac kervanlarına her zaman büyük önem vermişler, şerifleri Mekke ve Medine’nin idarecileri olarak kabul etmişlerdir. Ancak yine de şeriflerin otoritesini dengelemek için Cidde’ye bir paşanın idaresinde bir yeniçeri birliği konuşlandırmayı da ihmal etmemişlerdir. Ayrıca hem Yavuz Sultan Selim hem de  Kanuni dönemlerinde hac kervanları ve Haremeyn oldukça iyi korunmuştur. Yavuz Sultan Selim döneminde Şam’dan kalkan hac emirinin bir sürresi (kese) bulunuyordu. Bu sürreden yolculuk sırasında hac kervanının karşılaşma tehlikesi olan bedevi kabilelerini def etmek için ödeme yapılır, Mekke ve Medine eşrafına bağışlarda bulunulur, fakirlere sadaka dağıtılırdı.  1708’den itibaren Şam Paşası’nın aynı zamanda hac emiri olması ile birlikte sürreyi  toplamak hac emirinin görevlerinden biri haline gelmiştir. Hac emiri hac seyahatine çıkmadan önce  Suriye sancaklarını ziyaret eder, yaklaşmakta olan haccın masraflarını karşılamak için fon oluşturmaya çalışırdı.[25] XVIII. yüzyıl öncesinde surreler deniz yoluyla Mısır’a ve oradan Haremeyn’e gönderilirken bu tarihten  sonras karayoluyla Şam üzerinden gönderilmeye başlanmıştır.[26]

İstanbul, Şam ve özellikle Kahire’de hacca gidiş ve dönüş sırasında halkın da seyredebildiği -Surre Alayı da denilen- çeşitli törenler yapılırdı. Evliya Çelebi, Seyahatnamesi’nde Kahire’deki törenler hakkında hayli malumat verir. Onun anlatıma göre; merasimin en önemli anı, hac emîrinin genellikle askerî eğitim ve resmigeçitler için kullanılan Karameydan’a gelmesidir. Bu sırada mehter çalınır, yeniçerilerle diğer askerler kumandanları selâmlar ve hac emîri Mısır valisini ziyaret eder. Daha sonra hac yolculuğu için götürülecek toplar meydana getirilir, bu arada sancak-ı şerifle mahmil-i şerif bir deve üzerinde dolaştırılır. Resmî konuklar huzurunda vali, hac emîrine yolculukta kendisine gerekecek para ile bedevîlere ve Haremeyn halkına dağıtılacak surreyi alıp almadığını sorar, o da, “Bir habbe ve cübbe kalmadı” diyerek eksiksiz teslim aldığını bildirir. Mısır valisi bu konuşmaları bir kadıya tescil ettirdikten sonra besmele ile yerinden kalkarak mahmil devesini tekbirle meydanda dolaştırır, bu sırada askerler yüksek sesle gülbank çekerler. Vali, mahmili hacı adaylarının sağ salim gidip gelmeleri temennisiyle hac emîrine teslim eder, deveyi bir defa da onun dolaştırmasından sonra kervan yola çıkar. Kervan hacı adaylarının alışverişi için Müzeyrib menzilinde uzunca bir süre kalır, böylece hem gecikenlerin kervana katılmaları sağlanır hem de unutulan eşyalar yolculara ulaştırılır.[27]

İstanbul’dan yola çıkan bir Surre alayının güzergâhı ise Sirkeci’den başlar, Üsküdar, İzmit, Akşehir, Konya, Adana, Antakya, Hama, Şam, Maan, Medine ve Mekke’de sona ererdi. 1837’de gönderilen bir surre alayı elli dört menzilde konaklamış, bazı yerlerde bir veya iki gün kalırken ramazan ayını Şam’da geçirmek maksadıyla burada otuz bir gün kalmıştır. Dönüşte güzergâh aynı olmakla birlikte menzil sayısının elli dokuza çıktığı, gidişte elli sekiz ve dönüşte otuz iki gün olmak üzere doksan gün yolculuk yapıldığı belirtilmektedir.[28]

Hac mevsiminde Mekke’nin nüfusu birkaç kat artardı ve sokaklarının temizlenmesi de önemli bir problemdi. Çünkü zamanında kaldırılmayan birikmiş pisliklerin bir su baskınında şehrin en alçak yerinde bulunan Mescid-i Harâm’a dolma tehlikesi vardı.

İstanbul’daki teşrifat Kahire’yi aratmayacak derecedeydi. Sarayda başlayıp surre alayının Üsküdar’dan yola çıkışına kadar devam eden bu büyük törene padişah ve maiyeti de iştirak ederdi. Surrenin karadan gönderildiği 1864 öncesi dönemde surre alayı receb ayının on ikisinde veya onu takip eden günlerde düzenlenirdi. İstanbul’daki surre merasimini Dârüssaâde ağası tertiplerdi. Hazırlıklar, surrenin yol boyunca güvenliğinden ve Haremeyn’e ulaştıktan sonra dağıtımından sorumlu olan surre emini tayiniyle başlardı. Padişahın katıldığı törenler sırasında Mekke emîrine hitaben yazılmış nâme-i hümâyun, surre keseleri ve surre defterleri surre eminine teslim edilir ve mahmil yüklü devenin de yer aldığı surre alayı saraydan çıkardı. XIX. yüzyılın ortalarına kadar Topkapı Sarayı’nda yapılan törenlerin sonunda surre alayı Sirkeci İskelesi’nden Üsküdar’a geçerdi. Padişahların Dolmabahçe veya Yıldız saraylarında ikamet ettiği yıllarda ise önce bu saraylarda merasimler yapılır, ardından Beşiktaş İskelesi’nden Üsküdar’a geçilirdi. Üsküdar’da mutasarrıflık dairesi avlusunda surre alayı gidiş ve dönüşünde İstanbul halkının şahit olduğu, yılın en önemli, en çok itibar edilen ve Boğaz’ın her iki yakasında büyük kalabalığın iştirak ettiği, bir dinî merasim halini alıyordu.[29]

Bir diğer önemli mesele de hacıların Mekke’de kalacağı yerlerin hazırlanmasıydı. En fakir hacı adayının bile hanlardan birine yerleştirilmesi gerekirdi. 1556 yılında, geceyi dışarıda veya Mescid-i Harâm müştemilâtında geçirecek hacı adayları için bir barınak ve güçsüz kimselerin Mescid-i Harâm’ı kirletmemeleri için de yakın bir yerde hamam yapılması emredilmiştir. Hac mevsiminde Mekke’nin nüfusu birkaç kat artardı ve sokaklarının temizlenmesi de önemli bir problemdi. Çünkü zamanında kaldırılmayan birikmiş pisliklerin bir su baskınında şehrin en alçak yerinde bulunan Mescid-i Harâm’a dolma tehlikesi vardı; nitekim 1577 yılında Mescid-i Harâm’da büyük bir temizliğin yapılması bu tehlikeden ötürü zorunlu olmuştur.[30]

İstanbul ve Mısır’dan yollanan surrelerin ayrılmaz unsurlarından biri de önceki dönemlerde olduğu gibi mahmillerdi. İstanbul’dan gönderilene mahmil-i hümâyun, Kahire’den gönderilene mahmil-i Mısrî denirdi. İstanbul’dan gönderilen mahmillerin önceleri siyah sonraki yıllarda yeşil renk atlastan olduğu görülür. Mısır ve Şam’dan gelen surre ve mahmiller Medine ve Mekke’de törenlerle karşılanır ve Arafat’ta birleşirdi. İstanbul’dan 1918 sonrasında mahmil yollandığına dair bilgi bulunmamakla birlikte, Mısır’dan 1926’ya kadar kesintisiz gönderilmiştir. Suudi hükümetinin karşı çıkması üzerine 1936’ya kadar mahmil gönderimine ara verilmiştir. Bir sonraki yıl mahmil ancak ve Cidde’ye kadar gidebilmiştir. 1952’ye kadar hacıların gidiş ve dönüş merasimlerinde Kahire sokaklarında görülen mahmil, Temmuz 1952 Hür Subaylar ihtilâliyle son bulmuştur.[31]

Yapımına 1900 senesinde başlanan ve 1908’de Medine’ye ulaşan Hicaz Demiryolu sayesinde hac yolculuğunun süresi kısalmış, maliyeti azalmıştır. Ulaşımda yaşanan bu gelişme hac güzergahında yüzyıllardır var olan ticari faaliyetlerin azalmasına ya da tamamen ortadan kalkmasına yol açmıştır.

Hacılar dönüşlerinde de yine büyük törenlerle karşılanırlardı. Evliya Çelebi buna da şahit olmuş ve gördüklerini aynı canlı üslûbla anlatmıştır. Buna göre; “Hac emîri, Kahire’den önceki son menzilde karşılamaya gelenlerle askerî yetkililer için bir ziyafet verir, ayrıca burada havai fişek gösterileri yapılırdı. Ertesi gün merasimle şehre girilir ve bu sırada kafiledeki ileri gelenlerle mahmil en önde olurdu. Valinin askerleri Nâsırkapısı’nın önünde hacıların dönüşünü beklerdi. Mahmili vali bizzat karşılar ve örtüsünü öper, hac emîrini de kaftanla taltif ederdi ve o gece mevlid okutulurdu.”[32]


Muhammed Sâdık Bey, 1861 senesinde ilk kez ziyaret ettiği Mekke ve Medine’nin ve haccın fotoğraflarını çeken ilk foğrafçısıdır. 1880’de Hicaz’a dönüp Meke ve Medine’deki  binaların, iç mekanların ve Mekkeli önemli devlet adamlarının ve kişilerin fotoğraflarını çekmiştir.  Ayrıca Mescid-i Harâm’ın birçok açıdan panaromik fotoğraflarını da çeken kişidir. Sâdık Bey’in bu başarısı 1881 yılında Venedik Coğrafya Sergisi’nde ona altı madalya kazandırmıştır. Bu tarihten sonra  çıkan yayınlar, Muhammed (Lebib) Betenu’nin  The Journey to Hijaz’ı (Hicaz’a Yolculuk) ve Subhi Salih’in Pelerinage a La Mecque et a Medine’si (Mekke ve Medine’ye Seyahat) dahil, Sâdık Bey’in Haremeyn fotograflarını sıklıkla kullanmıştır. Mekke’nin ilk Avrupalı fotoğrafçısı ise 1885’te orada fotoğraf çeken Hollandalı şarkiyatçı Snouck Hurgronje’dir. Hurgronje, Mekkeli bir doktor olan Abdülgaffar’ı fotoğrafçılık konusunda eğitmiş ve onun çektiği hac fotoğraflarını 1889 yılında yayımlamıştır. Her ikisinin de XIX. yüzyıl sonlarına doğru çektiği fotoğraflar Mekke ve hac konusunda o dönemin görsel kaynakları olması bakımından oldukça geniş ve benzersiz birer arşivdir.[33]


Yapımına 1900 senesinde başlanan ve 1908’de Medine’ye ulaşan Hicaz Demiryolu sayesinde hac yolculuğunun süresi kısalmış, maliyeti azalmıştır. Ulaşımda yaşanan bu gelişme hac güzergahında yüzyıllardır var olan ticari faaliyetlerin azalmasına ya da tamamen ortadan kalkmasına yol açmıştır. Örneğin surre alayının karadan gitme adeti değişince hacı sayısı azalmış, Üsküdar ile Şam arasındaki kara ticareti zarar görmüştür. Hicaz Demiryolu projesinin bir nevi hamisi olan Sultan II. Abdülhamid’in tahtan indirilmesi ve daha sonrasında patlak veren I. Dünya Savaşı ve sonrasında yaşanan siyasi gelişmeler neticesinde  bu hat,  önce parçalara ayrılarak  yük, asker ve mühimmat sevkiyatı için kullanılmaya başlamış, daha sonra bazı bölümleri bakımsızlıktan ve yine birtakım siyasi sebeplerden ötürü kullanılmaz hale gelmiştir.[34]

1950 Sonrası Hac

Yüzyıllar boyunca develer ile Şam, Bağdat ve Kahire’den yola çıkan hac kervanlarının yerini önce buharlı gemiler ardından 1908 yılında açılan Şam-Medine Hicaz Demiryolu, otobüsler ve arabalar almıştır. 1950’lerde hava yolu ulaşımının da eklenmesiyle birlikte Mekke’ye geleneksel hac seyahati kökten bir değişime uğramıştır.[35]

Uçak yolculuğu, haccı ve hac tecrübesini neredeyse tamamen değiştirmiştir. Mekke’ye ulaşmak artık çok daha hızlı ve ucuzdu. Ayrıca İslam dünyasından çok daha fazla kişi hac görevini yerine getirebilme imkanına erişmiştir. Örneğin 1974’te Bangledeş’ten gelen 5000 hacının tamamı, İran’dan gelenlerin %98’i, Endonezya’dan gelenlerin yarıdan fazlası deniz yolu yerine hava yolunu tercih etmiştir. Böylelikle Mekke’ye gelen hacı sayısında da büyük bir atış yaşanmıştır. 1974’te uçakla gelen hacılar günde 120 uçuş sıklığı ile Cidde’ye varmaktaydı. 1961’te yaklaşık 290.000 hacı Mekke’ye gelirken, bu sayı 1972’de 450.000 seviyesine ulaşmıştır.[36]

Geleneksel olarak “hac rehberi” de denilen mutavvıflar, hacılara hac boyunca rehberlik etmenin yanı sıra  onların Mekke, Mina ve Arafat’a ulaşımlarını ve kalacak yerlerini ayarlamakla görevli kişilerdir. Ayrıca hacıların yiyecek içeçek gibi temel ihtiyaçlarının tedarikini de yine onlar sağlamaktadır.

Ulaşım teknolojilerinin gelişimi ile artan hacı sayısı, Mescid-i Hâram’ın bu kadar yoğun bir nüfusu kaldıramayacak duruma getirdiğinden, 1959’dan itibaren Kâbe ve çevresinde genişletme ve yenileme çalışmaları yapılmaya başlanmıştır. Bu doğrultuda Mescid-i Hâram ve çevresi genişletilmiş, Safa ve Merve arasındaki ana yolun güzargahı değiştirilip gidiş ve gelişleri ayıran barikatlar kurulmuştur. Hacıları Cidde’den Mekke’ye götüren ve hacla ilgili mekanların bulduğu yol ağları üzerinde iyileştirmeler yapılmış, Cidde’deki hava alanı yetersiz kalınca şehrin 30 km dışında yeni bir havaalanı açılmıştır.[37]

Haccın önemli unsurlarından biri de tarihi bir kurum olan mutavvıflıktır. Geleneksel olarak “hac rehberi” de denilen mutavvıflar, hacılara hac boyunca rehberlik etmenin yanı sıra  onların Mekke, Mina ve Arafat’a ulaşımlarını ve kalacak yerlerini ayarlamakla görevli kişilerdir. Ayrıca hacıların yiyecek içeçek gibi temel ihtiyaçlarının tedarikini de yine onlar sağlamaktadır. Hacıların, haccın gereklerini yerine getirecekleri mekanlarda tam zamanında bulunmalarını sağlamak mutavvıfın görevidir. Her hacı, Suudi Arabistan’a gelmeden önce mutlaka bir mutavvıfa kaydolmak zorundadır. Hacca gelişten dönüşe kadar hacıların her bir haraketi mutavvıflar tarafından yönlendirilmektedir.[38]


“Bilvesile öğrendiğim şu acayip hadiseyi de zikretmek isterim. Hacca gelen Endonezyalıları misafir eden mutavvıf, bu temiz insanlara isimlerini sorduğunda her biri gayet tabi bir edayla cevap verip memleketlerinde kulllandıkları isimleri söyler. Sahne böyle başlar. Mutavvıfın hayretini gören Endonezyalının hayreti hiç de onunkinden aşağı değildir. Ve hele hacca gelip cenneti hak ettiğine inandıktan sonra  Allah’ın kendisini bu isimle çağırmayacağını öğrenince hayreti dehşete kalbolur. Bu ruh haleti içinde mutavvıftan bu işin çaresini sorar. İşte bunun üzerinedir ki şeyhe müracaat olunur. Mutavvıf, hacılar namına şeyhe, kendilerine birer müslüman ismi vermesi için rica eder. Şeyh bu saf insanlara isimlerini kendilerinin seçmelerini söyler. Duvarda binlerce isimlik listeler vardır. Hacı efendiler bu listeden kendilerine birer isim beğenirler. Bu isimlerin en makbulü Abddullah’tır. Sonra Muhammed daha sonra da Hasan, Hüseyin gelir. Abdullah için 5, Muhammed için 4, Hasan ve Hüseyin için 3 lira ödenir ve böylece devam eder. Şeyh duasını yapar. Hacı efendi de beratını alır. Buna rağmen masum hacı gene üzüntüdedir. Acaba şeyh memleketteki babasına, kardeşine, eşine de bir isim bağışlayamaz mı? Bunun üzerine aynı sahneler tekerrür eder.”[39]


Hac, başlangıcından sonuna kadar zamana ve toplumlara göre değişen çeşitli ritüellerin  uygulandığı bir ibadettir. Anadolu toplumunda yöreye göre küçük farklılıklar olsa da hacı adayları dualarla uğurlanır. Dönüşlerinde de yine dualar ile karşılanır. Hacdan dönenler yanlarında çeşitli hediyeler getirir. Bu hediyeler çoğunlukla tesbih, içinde Mekke, Medine ve Kâbe filmlerinin olduğu fotoğraf makinası, yüzük, seccade, baş örtüsü, koku, zemzem ve hurmadır. Haccdan dönenlerin evlerine yapılan ziyaretlerde bu hediyeler konuklara ikram edilir. Hacca gidip dönen kişinin evinin dış kapısının yeşil renge boyanması ve kapıya Allah, Muhamed lafızlarının yazılması ya da Kabe figürlerinin asılması da bilinen eski hac geleneklerinden biridir.

 

Dipnotlar:

  1. Hac İslam’ın Kalbine Yolculuk, Ed. Venetia Porter., EDAM Yayınları, İstanbul, 2015  s.69.
  2. Hugh Kennedy, “Mekke’ye Yolcuğun Tarihi”, Ed. Venetia Porter, EDAM Yayınları, İstanbul, 2015, s.70.
  3. Abdülkerim Özaydın, “Hac”, Diyanet İslam Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Çevrimiçi, 2022.
  4. Kennedy, a.e., s.71.
  5. Özaydın, a.m.
  6. Kennedy, a.e., s.79.
  7. A.e., s. 80-81.
  8. A.e., s. 81-87.
  9. A.e., s. 89-90.
  10. A.e., s. 92.
  11. A.e., s. 95.
  12. A.e., s. 95.
  13. A.e., s. 104.
  14. A.e., 107.
  15. Özaydın, a.m.
  16. Kennedy, a.e., s. 108.
  17. Robert Irwin, “Mekke’ye Yolculuğun Tarihi (Bölüm 2)”, Ed. Venetia Porter, EDAM Yayınları, İstanbul, 2015,  s. 137-138.
  18. A.e., s. 138-139
  19. A.e., s. 139-141.
  20. A.e., s. 142.
  21. A.e., s. 144-145.
  22. A.e., s. 152.
  23. A.e., s. 161.
  24. Abdülkadir Özcan, “Hac”, DİA, Çevrimiçi, 2022.
  25. Irwin, a.e., s. 173.
  26. Ş. Tufan Buzpınar, “Surre”, DİA, Çevrimiçi, 2022.
  27. Özcan, a.m.
  28. Buzpınar, a.m.
  29. Buzpınar, a.m.
  30. Özcan, a.m.
  31. Buzpınar, a.m.
  32. Özcan, a.m.
  33. Irwin, a.e., s. 208.
  34. A.e., s,. 210-219.
  35. A.e., s. 221.
  36. A.e., s. 222.
  37. A.e., s. 224-227.
  38. A.e., s. 231.
  39. https://twitter.com/hachatirasi