En Yüksekte Olacak Ses, Hz. Peygamber'in Sesidir

13 Mart 2017

İslam geleneğiyle şekillenen Hz. Peygamber algısı ve Mevlâna’nın Hz. Peygamber tasavvuru nasıldır?

Bir ayet-i kerime var Hucurat Suresi’nde: “Seslerinizi Peygamber’in sesinden daha fazla yükseltmeyin. Ve onunla, birbirinizle konuştuğunuz gibi yüksek sesle konuşmayın.” Yani sesleriniz Hz. Peygamber’in sesini bastırmasın buyuruyor Allah Teâla. Bu ayet-i kerime hiç kuşkusuz belirli bir bağlamda gelmiştir. Hudeybiye’den sonraki yoğun İslamlaşmanın başladığı dönemde, özellikle bedeviler arasında İslam adap ve erkânını tam içselleştirememiş Müslümanlar, Peygamber Efendimiz’le herhangi bir kişi gibi konuşuyordu. O kimseleri uyarmak için bu ayeti kerime geliyor. Bu, Hz. Peygamber’le herhangi biri gibi konuşmayın, o bir Peygamberdir uyarısı. Şimdi buraya kadar ayetin genel yorumu. Hemen herkesin bildiği bir yorum... Ama bence bu ayetten İslam tarihini, İslam geleneklerini, İslam adabını yorumlayabileceğimiz ikincil bir yorum da çıkartabiliriz. O da şu: İslam geleneği içerisinde her şey Hz. Peygamber’in etrafında şekillenmiştir. Hz. Peygamber’in etrafında şekillendiği ölçüde o şey dinî ve hakiki, ondan uzaklaştığı ölçüde batıl ya da bid’at ya da fasık kabul edilmiştir. Bu bakımdan İslam geleneğinde temel prensip, “Peygamber’in sesini bastırmamak”, “Peygamber’in kişiliğini ikincilleştirmemek” aksine “Peygamber’in daha bariz, daha açık olarak öne çıkmasını” sağlamaktır. İslam geleneğinin böyle bir özelliği vardır.

Hatta Mevlâna’yla Şems-i Tebrizî’nin meşhur bir karşılaştırma hikâyesi vardır. Orada Şems-i Tebrizî, Bayezid-i Bistami'nin bir şatâhatıyla, Hz. Peygamber’in bir cümlesini karşılaştırır. Der ki, Hz. Peygamber her gün istiğfar ettiğini söylüyor. Bayezid-i Bistami ise daha iddialı bir şekilde sanki rahmeti, mağfireti, tövbeyi geçmiş bir haldeymiş gibi konuşuyor. Mevlâna bu durumu tam da Hucurat Suresi’nde söylendiği gibi açıklıyor ve diyor ki, “Bayezid-i Bistami’nin o şekilde bir şatâhat söylemesinin sebebi, aslında istidadının az olmasıydı. Yani az bilgi onu çılgına çevirdi. Hz. Peygamber’inki ise, sonsuzluktu.” Daha sonra Şems-i Tebrizî aynı bakış açısını ifade eden şöyle bir söz söylüyor. Diyor ki, Peygamber Efendimiz’in bir hadis-i şerifi var: “Benim sırtım sizin önünüz gibidir” (arkada namaz kılarken insanlar dikkatsizlik yapıyorlar, Efendimiz onları uyarmak için bu sözü söylüyor). Arkamda da olsanız sizi görürüm diyor. Şems-i Tebrizî bu hadisi geniş yorumlayarak aynı zamanda zahir gibi algılıyor onu ve “benim zahirim, sizin batınınızdır” gibi yorumluyor. Yani bu şu demek aslında, Mevlâna da dâhil tasavvuf içinden her ne çıktıysa, Hz. Peygamber’in zahirine uymaktan çıktı. Bence aslında İslam içerisindeki hemen her bahsi bu çerçevede yorumlamamız lazım. Yani bu bir Peygamber’in hayatının tefsiridir, onu anlama çabasıdır ve rehber yani uyulan kişi Hz. Peygamberdir. Bu çerçevede düşünmek lazım.

Peygamber Efendimiz’in “refik-i âlâ” yani Cenab-ı Hakk'a gönül hoşluğuyla gitmek, yani ölümü gönül hoşluğuyla karşılamak anlamında kullandığı bir ifadesi var. Mevlâna’nın “şeb-i arus” şeklinde ifade ettiği bu söz, “refik-i âlâ” ile gelen bir kavramlaştırmadan ibarettir. “Şeb-i arus” kavramının kaynağı Hz. Peygamber'in “refik-i âlâ” ifadesidir.

Şeb-i arus Hz. Mevlâna ile ortaya çıkan bir kavram mı? Bu kavramın kaynağı nedir ve Mevlâna şeb-i arus’u hangi anlamda kullanır?

Aralık ayındayız, şeb-i arus törenleri olacak. Daha önce de çeşitli vesilelerle anlatmaya çalıştım, evet şeb-i arus diye bir kavram var. Şeb-i arus, Mevlâna’nın ölümü anlatmak için kullandığı bir kavram. Yani hayat bir aşk ile yaşanıyor, bir iştiyakla özlemekle yaşanıyor, ölüm ise bu özlemenin maksadına ulaşması. Yani özlemin neticelenmesi, yani Allah’a kavuşmak... Konunun tabi çok açıklayıcı tarafları var. Öncelikle buradaki aşkın ilahi aşk olduğunu, iman olduğunu anlıyoruz. Özlenilenin Allah olduğunu, insanın maşukunun Allah olduğunu anlıyoruz. Bunun insanlarla, beşeri aşkla bir ilgisi yok.

Müslümanların herhangi bir mutasavvıf, düşünür ya da bir âlimde öne çıkmış kavramın sünnetteki karşılığını bulması lazım. O irtibat kurulmazsa o zaman biz Hz. Peygamber’den kopuk olarak başka kişilere yönelmiş oluruz. Bu durum o kişilerin razı olacağı bir durum değil.

Şeb-i arus kavramını biz Mevlâna’yla özdeşleştirirsek ya da onun dinde ihdas ettiği bir kavram olduğunu düşünürsek yanlış bir yola gireriz. Peygamber Efendimiz’in “refik-i âlâ” yani Cenab-ı Hakk'a gönül hoşluğuyla gitmek, yani ölümü gönül hoşluğuyla karşılamak anlamında kullandığı bir ifadesi var. Mevlâna’nın “şeb-i arus” şeklinde ifade ettiği bu söz, “refik-i âlâ” ile gelen bir kavramlaştırmadan ibarettir. “Şeb-i arus” kavramının kaynağı Hz. Peygamber'in “refik-i âlâ” ifadesidir.

Yani şeb-i arus aslında Hz. Peygamber’in nübüvvet diliyle ifade etmiş olduğu, dolayısıyla daha zarif, daha abartısız daha dikkatli söylenmiş bir sözün biraz şairce, şair muhayyilesiyle daha abartılı anlatıldığı bir kavramdan ibarettir. Dolayısıyla benim kanaatime göre Müslümanların bu konuları ele alırken herhangi bir mutasavvıf ya da herhangi bir düşünürde ya da herhangi bir âlimde öne çıkmış bir kavramın sünnetteki karşılığını bulması lazım. O irtibat kurulmazsa o zaman biz Hz. Peygamber’den kopuk olarak başka kişilere yönelmiş oluruz. Bu durum o kişilerin de arzuladığı ya da razı olacağı bir durum değil. Mesela Mevlana’nın Yunus Emre’nin arzuladığı bir durum değildir. Aynı şeyi başka kavramlar için de söyleyebiliriz. Mesela, Yunus Emre “yetmiş iki milleti ayıklamamak” diye bir kavram kullanıyor. Ya da Hacı Bektaş-ı Veli ya da İbn Arabi benzer kavramı kullanıyor. Ya da diyelim ki Mevlâna’nın dergâhında “ne olursan ol yine gel” daveti var. Bunların hepsi, Hz. Peygamber’in hadislerinin yorumlarından ortaya çıkan düşüncelerdir. Mevlâna da dâhil zikrettiğimiz her bir isim, Allah dostu, âlimdir ve her sözünün arkasında Hz. Peygamber’in hadislerinin yorumu vardır.  

İslam literatürü içerisinde oluşturulmuş bütün kavramlarda, bütün düşüncelerde temel dayanak noktası Hz. Peygamberdir. Bu nedenle Hz Peygamber “burhan'ül muhakkikin”dir. Yani bütün bu kişilerin delilidir.

Yani yeni bir söz ya da kavramı değerlendirirken temel ilke, bu sözün sünnetteki karşılığını aramak mıdır?

Günümüzdeki büyük problemlerden bir tanesi sünnetin, şairlerin dilinde kazandığı yeni yorumların yeni kavramsallaştırmaların, Hz. Peygamber’le irtibatının kurulamaması. Sünnetle bu yeni ifadeler arasındaki irtibatın kurulamaması. Bu günümüzde çok büyük bir problem. Daima bu ilk ilkeden hareket etmek gerekiyor. İslam geleneği içerisinde Hz. Peygamber’in sesini susturacak ya da Hz. Peygamber’in sesini bastıracak ya da sesi Hz. Peygamber’in sesinin önüne geçecek biri çıktığı zaman, bunu her Müslümanın reddetmesi lazım. En yüksekte olacak ses, Hz. Peygamber’in sesidir, yani yukarıda yazılmış olan Hz. Peygamber’in adıdır. İslam geleneği, İslam bilimleri, İslam tasavvufu bu ilke ekseninde şekillenmiştir.

Şunu vurgulamış olayım, Peygamber Efendimiz son nefesinde, dünya hayatında kalmayla ukbaya göçme arasındaki durumu anlatmak için “refik-i âlâ” ifadesini kullanmıştır. Yani dosta gidiyorum, en yüce dosta gidiyorum. Başka hadisler de var. Bakın mesela, “Allah’tan başka dost yoktur” gibi. Dolayısıyla eğer bir din ölümü, “dosta gitmek” şeklinde Peygamber’in diliyle ifade ediyorsa onun ardından gelen şairler, onun ardından gelen mutasavvıflar o söze istinaden, o söze binaen “şeb-i arus” kavramını kullanabilirler. Mevlâna da Hz. Peygamber’in refik-i âlâ ifadesinden yola çıkarak şeb-i arus kavramını kullanmıştır. Yani “şeb-i arus”, “refik-i âlâ” ile gelen bir kavramsallaştırmadır. Ve bu kavram Hz. Peygamber ile ortaya çıkmıştır.

Eğer Hz. Peygamber’in cümlesinde bu böyle ifade edilmeseydi o zaman “şeb-i arus” kişisel bir kavram olarak kalabilirdi. Şunun altını özellikle çizmek lazım, İslam literatürü içerisinde oluşturulmuş bütün kavramlarda bütün düşüncelerde temel dayanak noktası Hz. Peygamberdir. Bu nedenle Hz Peygamberburhan'ül muhakkikin”dir. Yani bütün bu kişilerin delilidir. Mesela Mevlâna’ya sorsak “şeb-i arus” derken delilin ne, Hz. Peygamber diyecektir. Temel hareket noktamız daima budur. Bu olmalıdır.

Bir deyim vardır: Ağaca bakarken ormanı yitirmemek… Bu aynı zamanda önemli bir prensip. Çünkü ağaç, ormanın delili... Ağaç ne kadar büyükse yakınında ona benzer pek çok ağacın bulunduğu bir orman olduğu için önemlidir. Mesela biz bugün Mevlana’yı konuştuğumuz zaman hemen yakınında Sadreddin Konevî, Ahî Evran, İbn Arabi İbnü'l-Fârız gibi Ferganî gibi isimleri de hatırlamak ve konuşmak durumundayız.

İslam geleneği içinde zikredebileceğimiz daha pek çok mutasavvıf, âlim, düşünür varken, neden Mevlâna özellikle en öne çıkmış. Mevlâna’yı bu kadar özel ve önemli bir şahsiyet olarak okurken aynı zamanda bir tekilleştirme sorunundan söz edebilir miyiz?

Günümüzde Mevlâna üzerine konuşan hemen herkeste bu tekilleştirme problemi üzerine duruyor. Kimse bundan memnun değil aslında. Mevlâna konuşulurken, farklı vesilelerle bu tekilleştirmenin doğru olmadığı söylenir. Ama bu bir şeyi teke irca ederek, tekilleştirerek konuşmak kolaycılığı vardır. Mesela İstiklal Savaşı’nda bir sürü kahraman var ama biz bunu birkaç kişi üzerinden konuşuyoruz. Kendi tarihimizi yine öyle birkaç kişi üzerinden konuşuruz. Bu bir algı biçimi ve bir tür kolaylaştırma, pratikleştirme. Ama en azından bunun hatalı ya da pek çok şeyi göz ardı edici olduğunu unutmamak lazım. Hani meşhur bir deyim var. Ağaca bakarken ormanı yitirmemek… Bu aynı zamanda önemli bir prensip. Çünkü ağaç, ormanın delili... Ağaç ne kadar büyükse yakınında ona benzer pek çok ağacın bulunduğu bir orman olduğu için önemlidir, yoksa ortada hiç ağaç yokken bir ağaç kendi başına büyük olamaz.

Mevlana mühim bir düşünürdür. Mesnevi, Divan-ı Kebir, Fîhi Mâfih eserleri ve bu eserlerde çok önemli bil kullanmış.  Bu dil tasavvufun öncesinde de vardı, dini düşüncede kısmen vardı, fakat Mevlana bu dili daha mükemmel bir forma taşıdı.

Burayı biraz açalım mı, Mevlana’nın dilini ve düşüncesini özellikli ve önemli kılan temel noktalar neler mesela?

Öncelikle bu dilin özelliği, en karmaşık konuların en basit dille herkese anlatılabilmesi. Yani ne seviyeyi düşürüyor, ne de kimseyi feda ediyor. Mevlâna’nın dilinin böyle bir özeliği var. Şu cümleyi düşünürsek, “ne olursan ol yine gel” cümlesini hangi seviyede, “hangi idrak düzeyinde olursan ol, gel bu sofradan bir şey anlayabilirsin” şeklinde yorumlarsam aslında Mevlana’yı doğru anlatabilirim. Dinî düşünce, Hz. Peygamber vahyi getirdiğinde her ne kadar herkese hitap edebilir bir özelikte olsa bile zaman içerisinde ulemâ diliyle daha elitist ve daha seçkinci bir form kazandı. Gazali’nin bir kitabının ismi bilim tavrını anlamak açısından çok önemlidir: İlcamü'l-avam an-İlmi'l-kelâm Mesela Gazali der ki, kelam ilminden, teorik tartışmalardan sıradan insanların uzak tutulması lazım. Şimdi bu durumda o sıradan insanların ne yapacağı, dinle nasıl irtibat kuracakları, Allah’a dair düşüncelerini, duygularını nasıl ifade edecekleri konusunda bir boşluk ortaya çıkıyor. Bu boşluğu genellikle tasavvuf kapattı. Mevlâna da burada çok iyi örneklerden biridir. Mesela Mesnevi’yi okuduğunuz zaman mutlaka herkes işin bir yerinden tutunabilir. Sofrada oturabilir.

Batıdaki Kur’ândan ve hadisten bağımsız Mevlâna algısını rahatsız edici buluyor musunuz? Mevlâna’nın alternatif bir sevgi ve hoşgörü figürü gibi öne çıkartılması sizce problemli bir durum mu?

Ben şahsen batıdaki Mevlâna okumaları biçiminden pek rahatsız değilim. Çünkü biz de batıdan isimleri o şekilde okuyoruz. Mesela Hindistan’dan birisini okuduğumuzda bir Kızılderili’den bir hikâye dinlediğimizde felsefeden başka alanlardan birisini okuduğumuzda onunla aynı inanç düzlemine geçmek gibi bir derdimiz yok. Düşüncenin inançtan bağımsız bir tarafı var, bunu kabul etmek lazım. Bu bakımdan da düşüncenin evrensel bir tarafı var. Şimdi Müslümanların şunu iyi anlaması lazım, İslam bir kabile dini değildir. İslam, evrensel bir dindir ve evrensel bir din demek yani yeryüzündeki bütün insanlara yeryüzünün bütün bölgelerine ve yeryüzünün bütün zamanlarına söyleyebilecek bir sözü olan dindir. İslam böyle bir dindir. Mesel Avrupa’da Müslüman olmayan bir kişinin kendi inancı içinde de Mevlâna’yı okumasında fayda vardır. Tabi mümkünse Peygamber Efendimiz’in hadislerini okumasında, Kur’an-ı Kerim okumasında fayda vardır. Tabi ki umulan şey, arzulanan şey insanların o istikamette yani Mevlâna’nın izini takip ederek Cenab-ı Allah’ı ve Hz. Peygamber’i tanımalarıdır.

Kur’an-ı Kerim’le ilgili doğru anlama gitmek istiyorsak, bir usulle okunması gerektiğini düşünüyorum. Buna bağlı olarak hadislerin de. Önemli olan, Kur’an-ı Kerim ve hadislerin doğru okunmasıdır. Ama orada daha geniş davranıp İbn Arabi ya da Mevlana söz konusu olduğunda, sanki bunlar daha sırlı bir şey söylüyormuş gibi düşünmek büyük bir hata olur.

Mesnevi’nin herhangi bir ders halkasından bağımsız, belli bir takım hazırlıklar olmaksızın okunup anlaşılacak bir kitap olmadığı söylenir. Kitabın dilini, hikâyelerdeki sembolleri, remizleri çözmek gerçekten bir uzmanlık gerektirir mi. Bizler, Allah’ın vahyettiği kitabı okuyup anlamakla mesul tutulmuşken, bu dini anlatan başka bir kitabı anlayamayacak olmamız size makul geliyor mu?

Hayır, hiç makul gelmiyor ve hiç katılmıyorum bu düşünceye. Mesela Kur’an-ı Kerim’le ilgili doğru anlama gitmek istiyorsak bir usulle okunması gerektiğini düşünüyorum. Buna bağlı olarak hadislerin de. Benim için önemli olan konu, Kur’an-ı Kerim ve hadislerin doğru okunmasıdır. Ama orada daha geniş davranıp İbn Arabi söz konusu olduğunda ya da Mevlana söz konusu olduğunda sanki bunlar daha sırlı bir şey söylüyormuş gibi düşünmek büyük bir hata olur. Mevlana’nın muhatap kitlesinin daha sıradan insanlar olduğunu bilmek lazım. Mesnevi, herkesin istifade edebileceği bir metindir. Yani metin üzerine bir sır yaratmanın gizem yaratmanın bir anlamı yok bence. Bu Mevlana’nın amacıyla da uyumlu bir düşünce değil. Ama tabi neticede Mesnevi bir Seyr-u Süluk gayesiyle yazılmıştır. Kitabın bir ana fikri vardır. Mesela Hint kaynaklı ya da bir takım masallar kullanıyor, ama Mevlana bunları yorumlayarak insanı bir yere taşımak istiyor. Bir yere vardırmayı amaçlıyor. Elbette ki o taşıma sürecinde yani yazarın tam olarak maksadının gerçekleşmesinde mutlaka ikinci kaynaklar ya da yardımcı unsurlara başvurmak gerekir.


Ekrem Demirli Kimdir?

1969 Rize-İkizdere doğumlu. 1993’te Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden mezun olduktan sonra 1995’te Abdullah İlâhî’nin Keşfü’l-Vâridât’ı adlı teziyle yüksek lisansını; 2003’te de Sadreddin Konevi’de Marifet ve Vücûd başlıklı çalışmasıyla doktorasını tamamladı. Halen İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Tasavvuf Anabilim Dalı’nda öğretim üyeliğini sürdüren Demirli, çalışmalarını ağırlıklı olarak iki alanda sürdürmektedir: Birincisi Konevi şârihleri ikincisi ise İbnü’l-Arabî. Ekrem Demirli’nin Sadreddin Konevî, Abdürrezzâk Kâşânî, İbn Sina ve İbnü’l-Arabî’den çevirileri, hakemli dergilerde yayınlanmış makaleleri ve ulusal ve uluslararası sempozyumlarda sunulmuş tebliğleri bulunmaktadır.