Eşsiz Kareler Eşliğinde Bir Fotoğrafçının Objektifinden Kutsal Beldeler

25 Aralık 2009

Image"Ömer Faruk Aksoy'un 25 yıldır çektiği, ustalık ve sanat yüklü fotoğraflar, mekânı sadece aksettirmekle kalmayıp mekânın taşıdığı manayı da ihtiva etmesiyle dikkat çekiyor..." diye not düşüyor Prof. Dr. Ekmeleddin İhsanoğlu bu eşsiz karelerin altına.

Hayli ilginç bir serüvenin, Londra ve Mekke arasındaki gidiş-gelişlerin ardından Ömer Faruk Aksoy'un nihai durağı bir zaman sonra belli oluyor ve artık objektifi Hicaz'ı kare kare kayıt altına almaya başlıyor . Genç yaşta sinema ve görsel sanatların gücünün farkına varan fotoğrafçılığının yanında National Geographic'in İnside Mecca ve BBC'nin The Hajj: The Journey of a Life Time gibi önemli belgesel yapımlarda da görev aldı.

Sorularımızı yanıtlayan Ömer Faruk Aksoy, Haremeyn fotoğraflarından da bir demeti bizimle paylaştı.

-Meslek hayatınıza nasıl başladınız ve hangi projelerde bulundunuz?

-11 yaşında babam bana bir fotoğraf makinesi hediye etmişti... Fotoğraf çekmeye de böyle başladım. 1960'lı yıllarda film kameraları kullanmaya başladım. İmam Hatip Okulu'na giderken de sinemanın çok büyük bir gücünün olduğunu fark edip sinemacı olmayı kafama koydum. Lisedeyken Paris'e gidip sinema tahsili yapmak istiyordum. Daha sonra lise bitince babamın yönlendirmesiyle Yüksek İslam Enstitüsü'ne kaydoldum. Ama içimdeki Paris ateşi sönmediği için bir ay gibi kısa bir sürede para biriktirip pasaportumu çıkarttırdım ve biletimi aldım. Bir gece, herkes uyuduktan sonra mum ışığında bir mektup yazıp evden ayrıldım. İki buçuk saat sonra da Paris'te buldum kendimi. Bazı arkadaşlarımın yanında kaldım. Para kazanma ve okula kaydolma imkânım olmadığı için 15 gün Fransa'da dolaşıp durdum. Sonra otostop yaparak Paris'e geri döndüm. Paramın büyük kısmı tükendi ve bir çıkış yolu olarak İsviçre'deki bir tanıdığımın yanına gitmeye karar verdim. Bu sebeple bir yarış bisikleti aldım, Paris'ten İsviçre'ye bisikletle beş günde gittim. O arkadaşımın yardımıyla İsviçre'de 18 ay kadar kaldım. Bu dönemde yol ameleliği gibi çeşitli işler yaptım. Almanca öğrendim ve fotoğrafçılık kursuna devam ettim.

O yıllarda Türkiye'de ne tür çalışmalarınız oldu?

1974 sonunda babamın ısrarlarına dayanamayarak Türkiye'ye döndüm. Kaydımı yenileyerek Yüksek İslam Enstitüsü'ne tekrar girdim. Bu dönemde babam, beni Milli Türk Talebe Birliği Sinema Kulübü vasıtasıyla Yücel Çakmaklı Ağabey'le tanıştırdı. MTTB Sinema Kulübü'nde dokuz arkadaşla bir şirket kurduk. Abdurrahman Dilipak, Mesut Uçakan, İsmail Güneş gibi arkadaşlarımız vardı bu grubun içinde. Sonra bir film çektik. O film, muvaffak olamayınca grubumuz üçe ayrıldı; bazı arkadaşlar, Mehmet Kılıç'ın yönetmenliğinde Güneş Ne Zaman Doğacak adlı filmi çektiler.

Diğer arkadaşlarımız da Mesut Uçakan'ın yönetmenliğinde Lanet filmini çektiler. Itır Esen ve Bulut Aras'ın ilk sinema filmiydi bu film.

Aslında bunlardan da önce benim Yeşilçam'a ilk girişim, rahmetli Ayhan Işık'ın Haşhaş filmiyle olmuştur. O filmde asistanlık yapmıştım. Bu sırada üniversiteye de devam ediyordum. Yine o dönemde Yücel Çakmaklı'nın, Necip Fazıl'ın Bir Adam Yaratmak piyesini televizyon filmi olarak çektiği projede reji asistanlığı yaptım. Beş senelik zaman zarfında birçok filmde kameramanlık ve reji asistanlığı yaptım. Kadın Hamlet filminde Metin Erksan'la çalışma şerefine de nail oldum.

LONDRA VE MEKKE ARASINDA

1979'da okulumu bitirince, o zamanlar Londra'da bulunan Halit Eren, beni ve bir arkadaşımı Londra'ya çağırdı. Oradaki Müslüman-Türk cemaati için bir dergi çıkarmak arzusundaydı. Babam, yine Avrupa'ya gitmeme karşı çıkıyordu ve Mekke'ye gitmemi istiyordu. Bir gün Halit Eren, telefonla babama "Allah izin verirse onun yolu, Londra'dan Mekke'ye de çıkar" diyerek babamı ikna etti.

-Hicaz'daki çalışmalarınız nasıl başladı?

-1980 yılında Londra'da Halit Eren'le birlikte Cemaat adlı dergiyi dokuz sayı çıkarttık. Oradaki Müslüman sinemacı arkadaşlarla birlikte Suudi Arabistan'a geçip Mustafa Akkad için düzenlenmiş olan bir konferansın çekimlerini yaptık. Orada Hac Araştırmaları Merkezi'nde çalışmaya başladık. Hacla ilgili birçok şeyi filme aldık. Mesela o dönemlerde çok yaşanan ve çok can kaybına yol açan çadır yangınlarını veya kurbanların toprağa gömülmesini kameraya çekip kamuoyunun ve kralın bilgisine sunduk. Bu çalışmalar neticesinde bazı iyileştirmeler oldu. Modern mezbahalar kuruldu örneğin ve artık bu kurbanlar, toprağa gömülmeyip fakir ülkelere gönderiliyor. Bunların yanı sıra çeşitli reklam filmleri de çektik ve bazı ödüller aldık.

-Hicaz üzerine bu kadar yoğunlaşmanızın sebebi nedir?

-Bunun iki sebebi olsa gerek. Birincisi, ben beş yaşındayken dedem bize bir vasiyette bulunmuştu. "Okuyun, âlim olun, fazıl olun ve Resulullah'a hadim olun." İkincisi de Halit Eren'in babamla yaptığı telefon konuşmasındaki kerametinin zuhur etmesidir. Sanırım bu sebeplerden ötürü ben Mekke ve Medine'yle bu kadar yoğun bir şekilde ilgileniyorum.

Son senelerde de BBC, National Geographic, Discovery gibi kanallara hacla ilgili çekimler yaptık. Son çalışmamız da "İbni Battuta'nın Ayak İzlerinden Mekke'ye Yolculuk" adlı bir IMAX sinemasıydı. Orada da yönetmen yardımcılığı yaptım.

-25 yıllık süre içerisinde orada neler değişti? Ayrıca bu çalışmalarınız sırasında karşılaştığınız ilginç olaylardan da bahsedebilir misiniz?

-Çok üzücü şeyler oldu tabii. Mesela Mimar Sinan'ın eseri olan revaklar yıkılacaktı. Bu eserler üç kere yıkımdan kurtuldu. 1950'lerdeki ilk yıkım düşüncesine Kral Faysal engel olmuş. 1970'lerin ortalarında da Ziyaü'l-Hak, yıkılmasına mani oldu. Üçüncü yıkım projesi sırasında biz orada çekim yapıyorduk. 1988 yılıydı. Yıkılacağına dair haber gelince biz, bir hafta içinde bütün revakların çekimini yaptık. Yıkılsa bile elde fotoğrafları kalsın istedik. Bu çekimler sırasında ben, neredeyse hiç uyku uyuyamadım. Osmanlı torunu olarak ne yapabileceğimi düşünüyordum. Bazı gazeteci ve diplomat arkadaşlarımıza bunların yıkılacağı haberini ulaştırdık. Neticede bu haber, rahmetli Turgut Özal'a ulaştırıldı. Burada da bir kamuoyu oluşturuldu ve yine yıkım engellendi. Fakat korkarım ki dördüncü bir yıkım projesi olursa bu eserler kurtarılamayabilir.

Ecyad Kalesi'nin yıkımı sırasında da birkaç haber ulaştırdık buraya. Ama ne yazık ki yıkım engellenemedi.

-İslam toplumu, görsellikle ve görsel sanatlarla problemli olmakla itham ediliyor. Bu alanda, bu algıyı kırabilecek ne tip açılımlar yapılabilir sizce?

-Bu noktada ben, gençlerimizi medyaya yöneltmemiz gerektiğini düşünüyorum. Zaman zaman ikinci bir Mustafa Akkad'ın çıkmamış olması veya Çağrı'yı aşan bir filmin yapılmamış olması tartışılıyor. Sinema, televizyon, internet gibi alanlara bütün gücümüzle yönelmemiz ve bu alanlarda çalışmamız lazım diye düşünüyorum.

-Mesela Hz. Peygamber dönemini veya daha sonrasını ele alabilecek bir sinemanın kurulabilme ihtimali nedir size göre? Onu göstermeden ama onun mesajını da ulaştırabilecek bir proje nasıl gerçekleştirilebilir?

Mutlaka bir yolu vardır bunun. Mesela bu, minyatürde halledilmiş. Neden sinemada da başarılamasın ki? Şimdiki teknoloji de bunların yapılabilmesine olanak tanıyor.