Ezan Hangi Makamdadır?

Ezan konusunda sık sık meydana gelen tartışmalara birçoğumuz şahit olmuştur. Ancak ne var ki yapılan tartışmalarda nedense yıllardır aynı ezber cümleler tekrar edilip duruluyor. Konunun hassasiyeti göz önünde bulundurulsun bulundurulmasın söylenenler yine kendilerini tekrar etmekten öteye geçmiyor maalesef.

Tüm bu kısır tartışmaların dışında kalarak, bugün ezanı hayatımızda nasıl konumlandıracağımıza yahut onu asli manasıyla yeniden duyup duyamayacağımıza dair bir fikir edinme denemesi olarak geçmiş bazı tecrübelere göz atmak istiyoruz.  Daha çok meselenin tarihsel ve kültürel arka planı üzerinde yoğunlaşmak istiyoruz.  Eğer samimi duygularla meseleye yaklaşmak istiyorsak öncelikle ezanın kendisine kulak verilmesi gerektiği düşüncesindeyiz.

Ezan her şeyden önce bir davetti. Muhtevasındaki ibareler itibariyle söyleyecek olursak kurtuluşa davetti. İlk Habeşistanlı Bilal okumuştu. Efendimiz'in ilk ezanı ona okutması ve bu dünyadan irtihaline kadar ezanı hep ondan dinlemek istemesinin sebebi de Bilal'in ezanı en güzel şekilde okumasıydı. Bu da aslında gayet normaldi; yeryüzünün gördüğü en zarif insan Âlemlerin Efendisinin, davetin estetiğine dikkat etmesi ve her şeyden önce o estetiği bizatihi kendisinin duymak istemesi şaşılacak bir durum olmasa gerek.  Sonraki devirlerde ise aslına bakarsak çok bir şeyin değişmediğini, ezanın aynı kaygılarla icra edilmeye devam ettiğini görürüz. Hatta zamanla ezanı okuyacak ve duyacakların bu konudaki dikkatleri sayesinde musikiden tıbba kadar geniş bir müktesabattan yararlanan "ezan kültürü" ortaya çıkacaktı.

Davetten Musikiye Ezan

Evet, ezanın bir davet, bir çağrı olduğuna dair vurgular her zaman dile getirildi. Ancak ezan bir davet olduğu kadar aynı zamanda modern tıbbın terimleriyle söyleyecek olursak bir terapi olarak görülmekteydi. Bu da onun etrafında estetik kaygılarla zaman içerisinde oluşmuş "ezan kültürü" sayesinde oluyordu.

Ezanın icrasına bilhassa önem verilen dönemlerde onun tekdüze tekrarlanan bir çağrı olmaması ve ruhunun zenginleştirilmesi amacıyla her vaktin ezanı ayrı bir makamda okunurdu. Bu uygulamaya örnek olarak Osmanlı tecrübesini mercek altına alırsak karşımıza şöyle bir ezan cetveli ortaya çıkmaktadır:

Sabah Ezanı: Saba Makamı

Öğle Ezanı: Rast Makamı

İkindi Ezanı: Hicaz Makamı

Akşam Ezanı: Evc ve Segâh Makamları

Yatsı Ezanı: Uşşak ve Beyâti Makamları

Ezanın vakitlerine göre makamlara ayrılması konusunda ilk ciddi çalışma İslam düşüncesinin en önemli isimlerinden Farâbî'nin katılımı ve dönemin musikî üstadlarının bir araya gelmesiyle Mısır'da yapılır. Buradaki toplantının ardından yukarıda verdiğimiz tablodan biraz farklı da olsa vakitlere göre ezanın hangi makamlarda okunacağına dair bir cetvel belirlenir. Osmanlıya gelindiğinde bu şekilde bir ezan cetveli oluşacaktır çünkü artık makamların tertibi de gittikçe olgunlaşmakta ve en rafine hallerini almaktadır.

Neden Makamlara Göre Taksim?

Ezanın bu şekilde vakitlere göre belli makamlarda okunması için bir çalışma yapılmasında müziğin bilinenden çok farklı bir işlevi etkili olmuştur. Eskiden beri müziğin insan doğası üzerinde etkili olduğu ve bu etkinin aynı zamanda güneşin konumu, tabiatın durumu gibi hususlarla da doğrudan alakalı olduğu kabul edilmektedir.  Tarih boyunca görülen müzikle tedavi yönteminin çerçevesini de bu bilgiler oluşturmaktaydı.

Vakitlere göre ezan okuma geleneğinin oluşmasında insanların o vakitteki ruh halleri ve seçilecek makamın seyri göz önünde bulundurulurdu. Söz gelimi sabah namazı vakti sabâ makamında ezan okunurdu; çünkü saba makamının özelliği seyrinin yukarıya doğru çıkıyor olmasıydı. Bu da sabah vakti uykularından kalkan insanların yavaş yavaş hareketlenmeleri ile ilgiliydi. Yine Farâbî'nin verdiği bilgilere göre sabâ makamı insana güç ve cesaret verir. Bu makamda okunan sabah ezanıyla da insanların yeni güne güçlü ve zinde bir halde başlamaları amaçlanırdı.

Bilindiği gibi akşam namazının vakti diğerlerine göre pek kısıtlıdır ve Hz. Peygamber de akşam namazı için biraz acele ederdi. Bu vakitte genellikle tercih edilen segâh makamı ise göre biraz daha çabuk bir seyre sahiptir. Segâh makamının bir diğer özelliği ise kişiye mistik duygular vermesiydi. Akşam karanlığı çöktüğünde insanın yapacağı iç yolculuk da düşünülerek segâh makamının seyriyle ezan okunuyor olsa gerek.

Yatsı ezanı içinse uşşak ve beyâti makamları tercih edilirdi. Çünkü bu makamlar dinleyene zindelik verirdi. Günün son saatlerinde insanların yorgunluğunu aldığı düşünülürdü.

Osmanlıya has güzel bir ezan uygulaması da perşembe günleri ikindi ezanının nihâvend makamında okunmasıdır. Nihâvend, diğerlerine göre biraz daha neşeli ve canlı bir makamdır. Perşembe günleri ikindi ezanında nihavendin tercih edilmesi müminlerin bayramı olarak kabul edilen cumaya erişecek olmanın müjdesini vermek içindir.

Salâ ise çoğunlukla huseynî makamında okunurdu.  Huseynî makamının musikiyle tedaviye dair yöntem kitaplarında iyilik, sessizlik, rahatlık verdiği ve ferahlatıcı özelliğinin olduğu söylüyor. Farâbî ise buna paralel olarak makamın insana sükûnet duygusu verdiğini söylüyor. Ölen bir kimsenin ardından insanların en çok ihtiyaç duyacakları şey de bu sükûnet duygusuydu herhalde...

Görüldüğü üzere ezan artık sadece insanları mescide davet etmiyordu. Artık onların gündelik hayatlarının seyriyle ahenkli bir birliktelik içindeydi, her şeyiyle içselleştirilmişti. Ezan kültürü, yaşam kültürünün bir parçası haline gelmişti.

İnce bir zevk ve derin bir tefekkürün ürünü olarak asırlar boyunca olgunlaşan ezan kültürü bugün neredeyse unutulmuş durumda.  Üzücü olan bu. Garip olan ise bugün hâlâ ezanın nasıl okunacağını tartışan bizlerin böylesine tarihsel ve estetik bir mirasa rağmen hâlâ sorulara tatmin edici bir cevap verememiş olmamız. Kısır tartışmalardan kendimizi kurtaramamış olmamız.